Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahaddin YAŞAR

‘Dede’lik antrenmanları



Dede deyince...

Her insan bir torun, her torun da bir dede-ninedir zamanla. Devran böyle kurulmuş. Şimdi ‘dede’ deyince zihninizde oluşanlar ile, çor çocuk sahibi olunca ya da gerçekten dede olunca oluşanlar, aynı değildir. Bu yazının içindekileri en iyi anlayacaklar da sanırım dedelik makamında, o makamın keyfini sürdürenler olacaktır.

Dedelerin ne denli yeri doldurulmaz bir değer olduğunu, dedeleriyle gezen, oyunlar oynayan torunlara sormalı. Tabiî aynı şekilde dedeler için de torunların ne anlama geldiğini, yine torunlarıyla gezmeye çıkan, onlarla oyunlar oynayan ve onlarla bol bol konuşan, dertleşen dedelere sormalı. Nitekim pek çok çocukta, belki anne babadan çok daha derin hatıralar, dede ve ninelerinden gelmektedir. Onların evlerden uzak veya ayrı kalmaları, hem oğul ve kızlarda ve hem de torunlarda hayatın çok önemli bir renginin kaybolmasını netice vermektedir.

Torunlar için dede, dedeler için de torun, yeri doldurulamayacak iki önemli kavram.

Yüce Allah (c.c.), öyle hassas dönemlere karşı öyle hassas duygular vermiş ki, o dönemler ancak o duygularla yaşanabilir. Torunun, dede için ‘küçük bir ev arkadaşı’ olması dedeyi mutlu kıldığı gibi, torunu da hayata hazırlayan bir tecrübe ile birlikteliğe sevk etmektedir. Her yaş döneminin kendine göre bir eğlencesinin var olduğu anlaşılıyor.

Nitekim dedemin çocukluk yıllarında benim üzerindeki izlerini unutmam mümkün değil. Onunla geçen günlerimizde bıkmadan usanmadan sürekli duâlar ederdi bana. Hatta ben çoğu zaman ne dediğini bile anlamazdım. O duaları hayatım boyunca hep yanı başımda hissettim. Şimdi de ben ona duâlar gönderiyorum. Rabbim mekânını Cennet etsin. Şu an evinizde dedeleriniz varsa, mümkünse girin koluna ve bir güneşli günde, semtinizde bulunan parkın, kış manzaralı gezisini gerçekleştirin. Bu davranış, sizi de onu da mutlu edecek bir davranıştır. Deneyin isterseniz.

Her mevsim anlamlı

Dede olmadan, dedeliğin ne olduğunu bilmek mümkün değil ama, sanki dedelik antrenmanlarına yavaş yavaş insan hazırlanıyor. İnsan, büyük hadiselere, önce zihnen bir takım olaylar yaşayarak hazır hale geliyor.

Mevsimler, nasıl ki her biri birer vazgeçilmez anlam içeriyorsa, insanın hayat safhaları da aynı anlamı taşıyor. Hatta bir mevsimin varlığı, diğerini gerekli kılıyor. Ne ilkbahar düşünülmeksizin sonbahar, ne sonbaharsız kış düşünülesi. Hayatın kanunlarını koyan, en ince ve gerekli hikmet dolu kuralları da koymuş. Dün, torun olmanın hazzını yaşarken, bu gün torunlu hayat antrenmanlarına başladık bile.

Çocukların oyunları gerçeklerle dolu

Çocukların oyunlarında çok şeyler gizli. Oyunlar birer hayat antrenmanı adeta.

Evde çocuklarla oyunun zevkini başka hiçbir şey vermiyor. 6 yaşındaki kızım oyuncak bebeğiyle oynuyor. Çocuğun kucağına göre kocaman bir bebek. Onunla sürekli konuşuyor, evcilik oynuyor. Oyunun bir bölümünde aynen şu cümleleri kuruyor: “Haydi kızım, şimdi de dedeye gidiyoruz. Dedesiiii! Biz torununla sana geldik. Dedesi, torununu sevmeyecek misin? Haydi dedenin kucağına. Sana duâ etsin...”

Tam bu cümleler kurulurken, kızımın oyuncak bebeğini kucağımda buldum. 6 yaşındaki kızım, bir dede gibi, ciddî ciddî oyuncak bebeğini sevmemi istiyordu. Doğrusu bu oyun biraz değişik geldi bana. Çocuk, henüz dede olmadan dedeliğin düşüncesini taşıyordu zihnime. O bebeğinin dedesiyle konuşmasının zevkini yaşarken, ben de dede gibi olmanın yükü altında eziliyordum.

Hayal sinema perdesi dedelik yaşayacağım günlere taşıdı beni. Ve çocuğun oyuncak bebeğini bir güzel sevdim. Kollarıma aldığım oyuncak bebek ve ona söylediğim sevgi sözleri, önce beni etkiledi. Kızım da memnun oldu bebeğine ilgiye.

Dedelik önce düşüncede yaşanır

İnsan, şöyle bir on beş, yirmi, otuz yıl sonrası hayatına hayalen bir bakıverse, neler neler dikkatini çekecek kim bilir.

Dede olmadan, dedelik düşüncelerini yaşadım neredeyse. Doğrusu şaşırmadın. Allah ömür verirse, dede olarak torun sevmeyi ve onlarla el ele gezmeyi, onlarla oyunlar oynamayı düşünüyorum. Çünkü şimdi çocuklarımla sonbahar, kış, ilkbahar, yaz gezilerini ihmal etmiyorum. Her mevsimin tadı çocuklarımla oldukça farklı. Anlıyorum ki, hayatın her halinde bir güzellik ciheti bulunuyor.

Baba olarak çocuklarla gezmek ne kadar güzel bir duygu ise, dede olarak torunlarla gezmek de en az onun kadar güzeldir.

Değil mi dedeler?

06.01.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Bir çevre fedaisi



Bu gün size sıradan birini tanıştıracağım.

Kim derseniz, sizin için sıradan biri belki. Ama o bir matematik öğretmeni.

Bir “çevre” fedaisi.

“Alan el olmak yerine veren el” olmayı tercih edenlerden...

Karapınar ile Ereğli (Konya Ereğli) arasında günlerce esen çöl rüzgârlarını andıran bir yerde, kendi imkânlarını kullanarak orman dikmeye çalışan bir emekli.

Kimsenin kör kuruşuna talip değil.

Bir sıkıntısı var ama...

Bütün varlığını “çevre”ye adayınca, çevresindekiler onu “devletin kapısına” yönlendirmiş.

Hayır, onu da istemiyor.

Diyor ki, “Bu çalışmalarımı sadece köşenizde yer verin, mutlu olurum” diyor.

Devamında:

“Beyören Köyü’nde 1940’ta doğmuşum. Köyüm ülkemizin en fakir köylerinden birisi, doğru dürüst suyu ve yolu yok. Bir zamanlar 220 hane olan köyümüz şimdi 40 haneye kadar düştü. Çoğunda tek başına yaşayan insanlar oturmakta. Öldüklerinde kapıları kapanacak. Topraklarımız kıraç.

“Düşündüm ki, ‘Her köye fabrika yapmamız mümkün değil.’ Lakin köylüyü köyünde tutmak, köyleri şehir imkânlarına kavuşturmak gerekir.

“Bizim köyün dağları bir zamanlar ormanlarla kaplıymış, içerisinde ceylanlar bile gezermiş. Dağın pek çok yeri üzüm bağı şekilerinin kalıntısı ile dolu. Şimdi dağımız olmuş bir çöl. Erozyon, toprağını sıyırıp götürmüş. Ağaç dikmek istesek bile pek çok yerinde toprak kalmamış. Ben bundan 40 yıl önce beş şeker çuvalı meşe palamudu bulup geldim. Köylülerimizle dağımızın bir bölümüne bunları diktik. Palamutların pek çoğu yeşerdi. Ne yazık ki koruma imkânı olmadığı için hayvanlar pek azının yaşamasına fırsat verdi. Yine de bu orman sevdamdan vazgeçmedim. Ankara Yüksek Öğretmen Okulumdan mezun olduktan sonra; Güzel yurdumun çeşitli yörelerinde çalışarak (Dinar Lisesi, Konya Gazi Lisesi, Çiğli Hava Lisesi askerken, Kars Çıldır Lisesi, Iğdır Lisesi, Kayseri Lisesi, İvriz Öğretmen Lisesi, Konya Sanat Okulu, Selçuk Üniversitesi) emekli olup memleketime döndüm. Allah fırsat verdi, 1998 yılında köyümde taşlık (Traktörle ziraat yapılamaz) araziler alıp kendi öz imkânlarımla orman dikmeye başladım. Biraz birikimimle kooperatiften temin ettiğim evimi satarak arazimin etrafını hasır telle çevirdim. 8 km mesafeden bir parmak kalınlığında bulduğum bir suyu borularla, orman diktiğim araziye getirdim. Burada havuzlarda topladım. Bu suyu ağaçlara can suyu olarak kullanıyorum. Şu ana kadar 100 çeşide yakın (sedir, çam, dişbudak, meşe, mavi servi, mahlep, ceviz, antepfıstığı vs.) on bin ağaç diktim Bu ağaçlar bugüne kadar güzel büyüdü. Boyları 50 cm ile 5 m arasında değişiyor. Fırsat buldukça dikime devam ediyorum. Tek sıkıntım suyun yetersizliği.(ormanı sadece dikmek yetmez. Koruyacaksın, sulayacaksın. En az 100 yıl bekleyeceksin). Ormanı yağmalamak ve yakmak çok kolay.”

“Ben şuna inanıyorum: Biz belki dedelerimiz gibi toprak fethedemeyiz, ama topraklarımızı 20 kat verimli hale getirirsek sanki 20 kat toprak fethetmiş gibi oluruz. Ülkemizin her tarafını yağmur ormanları gibi ormanlandırırsak, hem ülkemiz hem de bütün insanlar fayda görür. Biz kıyametin kopuyor olduğunu gürsek bile ağaç diken bir kültün sahibi iken nasıl oldu da bu güzel dağlarımız çırılçıplak kaldı?

“Sizin işlerinizin yoğunluğunu biliyorum. Belki de bu yazımı umursamayabilirsiniz. Şundan eminim; sizler de güzel yurdumuzda iyi işler olması için; uğraşıyorsunuz. Ne olursa olsun ben yine de ısrarla sizlerin kapısını çalmaya devam edeceğim. Yaptığım iş, çevreme hatta ülkeme örnek olacak diye düşünüyorum. Benim çalıştığım araziden çok daha elverişlisine sahip olan nice insanımız vardır, belki örnek alır. Bu iş bir tutkudan öte ülke sevgisi. Tarihte okuyoruz, dedelerimiz bugün evlenmiş, ertesi gün ülkesi için harbe gitmiş, bir daha da dönmemiş. Bu topraklar için şehit olmuşlar. Bizim çalışmamız o fedakârlığın yanında ne ki? Bu rahmetlilerin torunları olan bizler, her şeye çalışmadan, öğrenmeden kavuşmak mı istiyoruz? Bizim tayinimizi memleketin mahrumiyet bölgesi dediğimiz (Onu da biz o hale getirmişiz) bir yerine çıkarsalar gitmemek için elimizden geleni yaparız. Bu ülkeye kim sahip çıkacak?

“....Ben ormanı dikmeye başlayalı 8 yıl oldu. O günden beri pek çok köylüm çalışma imkânı buldu. Eğer benim yaptığımı yapan insanların sayısı çoğalırsa çok kişi köyünü terk etmez. Su damlaya damlaya mermeri deler.”

Rahim Demirbaş

Emekli Matematik Öğretmeni

Ereğli-KONYA

Tel0 505 753 9292

Not: Nur dâvâsının öncü isimlerinden Hakkı Yavuztürk ağabeyin vefatını öğrendim. İnşallah yeri cennettir. Allah gani gani rahmet eylesin. Dostlarına ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyorum.

06.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Bayramda siyaset



Bir Kurban bayramını daha idrak etmenin huzurunu yaşarken, yeni bir yıla daha girdik.

2007 yılı Türkiye’nin siyasî tarihi açısından önemli bir yıl olacak. Bu yıl seçim yılı olarak geçecek. -Önemli bir gelişme olmazsa-Mayıs’ta cumhurbaşkanlığı, Kasım ayında da genel seçimler yapılacak. Şimdilik ilk hedef cumhurbaşkanlığı seçimleri… Önümüzdeki 5 aylık sürede bütün hesaplar cumhurbaşkanlığı seçimine dönük olacak.

Son birkaç aydır Çankaya seçimleri için hayli senaryo üretildi. Dışarıdan yapılan antidemokratik girişimler ve tazyikler sonuçsuz kaldı. Sine-i millet ve erken seçim tartışmaları da yapıldığıyla kaldı. Çünkü, erken seçim yapılması şu an itibariyle imkânsız gözüküyor. Sine-i millete dönecek parti şu anda gözükmüyor.

Bu arada, “367” tartışmaları halen yapılıyor. Bir çok Anayasa hukukçusu bu tartışmanın tutmayacağı görüşünde. Ancak iktidar partisindeki milletvekillerinin kafası bu konuda hayli karışık gözüküyor.

AKP’li Ertuğrul Yalçınbayır, Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun “Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk iki turunda Meclis üye tam sayısının en az üçte ikisi olan 367 milletvekilinin hazır bulunması gerektiği” yönündeki değerlendirmesinin, “hukukî, teknik ve üzerinde durulması gereken bir konu olduğunu” söylerken, tartışmalı anayasa maddelerinin değiştirilmesi gerektiği üzerinde duruyor.

Anlaşılan “367” meselesi daha tartışılacak gibi görünüyor. Yani, bu tartışma diğerleri gibi değil, bu hamur çok su götüreceğe benziyor.

Aslında, AKP ile CHP arasındaki cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları da kabak tadı vermeye başladı. Milletin gündeminde hiç olmayan bir tartışma iki partinin birbirlerine karşı cevapları bayramda da devam etti.

* * *

İşte 2007 yılı bu tartışmalarla girdi. Tartışmalar Kurban Bayramında da devam etti. Hatta partilerin bayramlaşmalarında dahi bu konular tartışıldı.

Bayramlarda vatandaşlar arasındaki ziyaretler gibi, partiler arasındaki ziyaretler de bir gelenek haline geldi. Meydanlarda, özellikle de Meclis’te kimi zaman yumruklaşmalara ve küfürleşmeler kadar varan tartışmalar, bayram günlerinde yerini karşılıklı ziyaretlere bırakıyor. Parti yetkilileri her bayram diğer partilere giderek, diğer partinin yetkilileri ile bayramlaşıyorlar, ülkenin gündemini değerlendiriyorlar. Bu bayramda da bu gelenek sürdürüldü. Bu seneki ziyaretlerin konusu cumhurbaşkanlığı seçimi oldu.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Cevdet Selvi’nin AKP’yi ziyaretinde söylediği “Tayyip Bey cumhurbaşkanlığına aday olacak mı?” sorusu, ziyaretlerinin içeriği hakkında ipuçları verdi. AKP’li Haluk İpek bu yönde verilmiş bir karar olmadığını söyledi söylemesine, ama CHP’li heyeti her zamanki gibi ikna edemedi.

BBP’lilerin CHP’yi ziyareti sırasında da “başörtüsü” ile “türban” arasındaki fark tartışıldı. CHP bu konuda her zaman yaptığı gibi, “benim büyükannem de başörtülü” edebiyatı yaparken, “türban”ın siyasî simge olduğu saplantısından kurtulamadı.

* * *

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “polemiklerle besleniyor” tartışmalarını haklı çıkaran bir beyanatı bayram boyunca tartışıldı. Erdoğan, bir “kaşar” tartışmasını gündeme taşıdı. Bu tartışma siyasete “kaşar polemiği” olarak girmiş oldu.

Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışılırken bu “kaşar polemiği”nden sonra “sucuk”, “sosis” polemikleri de yaşanırsa şaşmamak lâzım. Çünkü cumhurbaşkanlığı seçimleri takviminin başlamasına yaklaşık 100 gün var. Polemikçiler konu bulmakta zorlanırsa, bu kelimeleri de kullanmaktan çekinmezler… Bundan önce olduğu gibi…

Bayramdan sonraki ilk yazımızı TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın bayram namazı çıkışı gazetecilerin gündeme ilişkin sorularına verdiği şu anlamlı cevabı ile bitirelim, “Bayram namazı sonrası siyaset konuşmak kıyamet alametidir…”

06.01.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Zulüm devam etmez



Bayrama ve yeni yılın ilk günlerine damgasını vuran olay, Saddam’ın idamıydı. İdamın dünya genelinde bu derece ilgi uyandırıp konuşulmasında ise infaz görüntülerinin neşrinin etkisi büyüktü.

İdam için yapılan yorumlarda “Su testisi su yolunda kırıldı; zalimler için yaşasın cehennem” şeklinde özetlenebilecek değerlendirmelerin öne çıkarıldığı söylenebilir.

Ve bunlar elbette ki olayın önemli boyutlarını oluşturuyor. Şüphesiz, Saddam iktidardayken işlediği zulümlerle tarihe mal olmuş bir diktatördü ve belki de fazlasıyla müstehak olduğu cezasını bu şekilde buldu.

Ancak hadisenin başka boyutları da var.

Bunların başında, idamın Irak’ı dört senedir tam bir cehenneme çeviren işgalcilerle onların kuklaları tarafından gerçekleştirilmiş olduğu vâkıası geliyor.

Ve bu ülkede gelinen son nokta Irak halkı açısından kaos ve felâket, işgalciler ve işbirlikçileri için de kelimenin tam anlamıyla bir bataklık tablosunu ortaya koyuyor.

Bu durum Amerikalıları da ciddî biçimde endişeye sevk etti ki, iki ay önce yapılan ara seçimlerde Bush ve partisi seçmenden ağır bir sille yedi.

Irak’ta işlerin yolunda gitmemesi üzerine kurulan çalışma raporunda da Bush politikalarının iflâsı tescil edilerek, bir çıkış yolu bulabilmek için değişik formüller önerildi.

Böyle bir ortamda Bush’un, ikazlara kulak veren daha sağduyulu politikalara yönelmesi beklenirken, Saddam’ın âni ve sürpriz idamı geldi. Bunun anlamı gayet açıktı:

Bush’un yangına körükle gitme inadından vazgeçmeye kesinlikle hiç niyeti yoktu.

Ve bu kör inadın, Irak’taki yangının alevlerini daha da azdıracağı muhakkaktı. Mahkemedeki meydan okuyan tavrını infaz öncesinde de sürdüren devrik liderin, kelimei şehadeti tamamlamasına dahi izin verilmeden ipe çekilmesi ise, en katı Saddam muhaliflerini bile isyan ettirecek bir vahşetti.

Şimdi, bu vahşetin tetiklediği tepkilerden telâşa kapılan işgalciler ve kuklaları, infaz görüntülerini sızdıranların peşine düşmüşler.

Onları bulmak ne işlerine yarayacaksa!

Şu anda, Irak’ta olup bitenleri başından beri dikkatle takip edenler, Saddam’ın idamı için sergilenen aceleciliğin asıl sebebini, “Şayet diğer dâvâların başlamasına müsaade edilseydi, Saddam Halepçe’de kullandığı kimyasal silâhları hangi kaynaktan aldığını veya İran’la yürüttüğü savaşta ya da Kuveyt’e girerken kimlerden destek gördüğünü açıklayacak ve bu da en başta işgalcileri zora sokacaktı” şeklinde izah ediyorlar.

İdamla bu dosyalar şimdilik kapanmış ve rafa kalkmış oldu. Ama ne zamana kadar?

Âlemde hangi hakikat ilânihaye gizli kalmış ki, Saddam’ı senelerce iktidarda tutup katliamlarına doğrudan veya dolaylı destek verenlerin suç ortaklıkları açığa çıkmasın!

Evet, kader cihetinden bakıldığında bir zalim, başka zalimler eliyle cezalandırıldı.

Ama o zalimlerin de lâyık oldukları cezayı er ya da geç göreceklerinde hiç şüphe yok.

Zira Âdil-i Mutlak ve Kahhar-ı Zülcelâl imhal eder, mühlet verir, ama ihmal etmez.

06.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Erkekler ayrı sınıfa!



Eğitim sisteminde var olan ‘yanlış’ları ısrarla devam ettirdikçe; ard arda ‘skandal’lar patlıyor. Son ‘skandal’ bir ‘özel kolej’de yaşanmış. Buna göre; adı gizli tutulan bir özel kolejin öğrencileri, okulun tuvaletinde ‘uyuşturucu âlemi/partisi’ düzenlemişler.

Görüntülerin bir televizyon kanalında yayınlanması üzerine, (Star TV, 3 Ocak 2006) bakanlık soruşturma başlatmış ve bu hadisenin ‘hangi okulda gerçekleştirildiğini’ bulmaya karar vermiş. (Sabah, 5 Ocak 2006) ‘Uyuşturucu partisi’nin hangi okulda gerçekleştirildiği bilinmiyor, bilinmiş olsa da, tekrarlanmaması için ‘çare’miz var mı?

Konunun ‘uzman’ı değiliz, ama TV’de yayınlanan görüntüleri görünce bunun bir ‘öğrenci televolesi’ olma ihtimali de aklımıza geldi. Bu durum, ‘Okullarda böyle şöyler olmuyor’ dediğimiz şeklinde anlaşılmasın. Bu ve benzeri daha feci hadiselerin her okulda yaşanma ihtimali var, maalesef. Ancak öğrencilerin hem ‘uyuşturucu/öldürücü’ kullanması, hem de bunu kameraya çekmesi; işin ta başında görüntüleri ‘servise koyma’ düşüncesi olduğunu akla getiriyor.

Şöyle ya da böyle bu çirkin hadise yaşandığına ve bundan sonra da yaşanma ihtimali olduğuna göre yapmamız gereken ‘hangi okulda’ işlendiğini merak etmek ve abartılı yayınlarla özendirmek değil, böyle hadiselerin son bulmasına, tekrarlanmamasına zemin hazırlamak olmalıdır.

Bunun için de atılması gereken ilk adım, problemin kaynağına inmek olmalıdır. Çocuklarımız niçin bu batağa saplanıyor? Önce bunun doğru bir teşhisini koymalı değil miyiz? Yıllarca ekilen ‘zehirli tohum’lar bugünkü problemleri filiz vermedi mi? Bunu görüp, vakıayı kabul edersek; kalıcı çareler de bulabiliriz.

İlgili haberin yayınlandığı gazetenin aynı sayfasında; “uyuyan ve Türkiye’yi de uyutan”ları uyandırması gereken dikkat çekici bir haber daha var. “Kız-erkek ayrı öğrenim daha iyi” başlıklı haberde özetle şu bilgiler yer almış:

“Karma okullarda mı eğitim daha iyi verilir? Yoksa kız ve erkek öğrencilerin ayrı okuduğu okullarda mı? Yıllardır bu konu eğitimciler ve aileler arasında tartışılır. İngiltere’de de son dönemde kız ve erkek öğrenciler arasındaki başarı düzeyinin giderek açılması, konuyu gündemin ilk sırasına taşıdı. Okulları denetleyen ve eğitimleri inceleyen bir merkez olan Ofsted’in araştırmasına göre aradaki başarı düzeyinin kapatılması için yapılması gereken ilk şey, kız ve erkek öğrencileri farklı sınıflarda okutmak. Merkezin Başkanı Christine Gilbert, erkek öğrencilerin kızlardan geride kaldığını belirterek ‘öğretmenlerin onlara daha fazla eğilmesi gerektiğini’ söyledi.” (Sabah, 5 Ocak 2007)

Kız ve erkeklerin ayrı ayrı sınıflarda/okullarda okutulması İngiltere’de tartışılıyor, ama bu konuyu Türkiye’de gündeme taşımak bile ‘yasak!’ Tabiî ki bu ve benzeri konuları tartışmak kanunen yasak değil, ama böyle bir konu gündeme gelse; kimlerin, neler söyleyerek karşı çıkacağını tahmin etmek zor değil. Elde ne laiklik kalır, ne de başka bir şey!

Peki, İngiltere’nin ‘kaliteli öğrenme’ kaygısıyla tartıştığı konuyu; biz niçin (meselâ, eğitim kalitesi yanında dinî endişelerle) tartışmayalım, tartışamayalım? Bugün pek çok/yahut bazı ilkokullarda, çocuklarımız ‘aynı sıra’ya oturtuluyor. Buna itiraz edenler de otomatik olarak ‘gerici’ damgası yiyor. Bu ‘ilericiler’e sormak lâzım: İngiltere’de kız ayrı, erkekler ayrı sınıflarda okusun diyenler de ‘gerici’ mi?

“İlericiyiz, Türkiye’yi ileriye götüreceğiz” diyenlerin eğitimi sürüklediği yer—maalesef—okul tuvaletlerindeki ‘öldürücü partileri’ olmuştur.

Yanlışta ısrar edenlere rağmen biz yine de teklifimizi yapalım: Kızlar ve erkekler aynı değil, ayrı ayrı sınıflarda eğitim görsün.

06.01.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Gerçek İslâmın tarifi, anlayışı ve yaşanması



İslâmiyet on beş asırdan beri olduğu gibi yine yükselen değer. Bağrı yanık gönüller gerçek İslâmı ve onu tam mânâsıyla yaşayanları arıyor.

İnsanlığın kurtuluş reçetesi, İslâmiyet’in o yüksek prensiplerinin tatbikinde yatıyor.

Bugünün Müslümanlarının, dâvâ adamlarının omuzlarındaki en büyük sorumluluk ve görev, Kur’ân ve Sünnete bağlı olarak semavîliği arzîliğe feda etmeden yapılacak uygulamalardır.

Zira insanlık fıtratı, Bediüzzaman’ın tarifi ile “Kur’ân’dan çıkan İslâmiyet’in” o ulvî prensiplerinin ferdî bazda, aile ortamında, cemaat ve cemiyet ortamında tatbikatını bire bir görmek istiyor.

İslâmî yaşantıda, başta gelen ana umdeler: Sıdk, doğruluk, ihlâs, ciddiyet, sadakat, samimiyet, güvenilirlik ve nezaket. Çünkü bunlar toplum hayatı için vazgeçilmezlerdir.

İslâmî prensiplerin fiilî olarak yaşanması için her türlü slogan ve gösterişten uzak, sunî ve yapmacılıktan öte gerçek mânâda bir orijinal İslâmî hayat ve medeniyeti yeniden tesis edecek insan ve gruplara ihtiyaç var. Bunun ötesi, olayın millet ve insanlık nezdinde kabulü olacaktır.

Ecdaddan aldığı terbiye ve tecrübeyle bunu yapacak en öndeki toplulukların başında Anadolu alperenleri geliyor. Günümüz şartlarında gerçek İslâmiyet’in günlük hayatın her alanına tatbik edilebilirliğini bizatihî gösterecek program ve icraatlara ihtiyaç çok elzem hale gelmiş durumdadır.

Doğru İslâmiyet’in tarifi ve tatbiki, öne çıkan çok önemli konudur. Bu alanda da en önemli kaynak, İslâmiyet’in tarif ve teorisiyle ilgili Risâle-i Nur Külliyâtıdır. Onda geçen şu ana prensipler, bu sahanın teoriği, Bediüzzaman’ın yaşadığı hayat da onun pratiğidir aslında. Bu teori ve prensiplerin Risâle-i Nur Külliyatı’ndaki genel hatlarına bir bakalım:

* “İslâmiyet’in, hakikati kabul ve safsatalı evhamı (vehimleri) reddetmek, şanındandır.”

* “Şeriat ile devlet nizamı, makul ve itibarî emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibarî bir emir olup, hilkatte, yani yaratılışta cârî olan (geçerli) âdetullahtan ibarettir.”

* “Mecmâü’l-mesâkîn, melceü’l-fukara, hakkı himaye, hakikatı muhafaza, gururu men, tekebbürü def eden, yegâne İslâmiyet’tir.” (Garip ve miskinlerin toplandığı yer, fakirlerin sığınacağı durak, haklıların korunduğu, hakikatin muhafazası olduğu, gururun olmadığı, kibrin def edildiği yegâne din İslâmiyet’tir.)

* “İslâmiyet’in menşeî (kaynağı) ilim, esası akıl olduğuna işaret eder.”

* “Bu şeriat, ulum-u esasiyenin (ana ilimlerin) hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş (içine almış) olan ulum ve fünûndan mülâhhasdır. (İlim ve fenden meydana gelmiştir)”

* “İslâmiyet, nev-î beşer (bütün insanlık) için fıtrî (tabiî ve kolayca kabullenilebilir) bir dindir ve içtimâiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir. (Toplum hayatını karışıklık ve düzensizlikten koruyan tek ve eşsiz, bir esaslar manzumesidir)”

* “Evet, kemal ve şerefin mikyası (ölçüsü) İslâmiyet’tir.”

* “Evet, tehzibü’r-ruh, riyazetü’l-kalb, terbiyetü’l-vicdan, tedbirü’l-cesed, tedvirü’l-menzil, siyasetü’l-medeniye, nizâmâtü’l-âlem, hukuk, muamelat, âdâb-ı içtimaiye, vesâire vesâire gibi ulum ve fünunun ihtiva ettikleri esâsâtın fihristesi, şeriat-ı İslâmiyedir.” (Ruh temizliği, kalp temizliği, vicdan terbiyesi, vücut sağlığı ve idaresi, ülke ve mahalli idare, medenî siyaset ve politikası, tüm dünya nizamı, her türlü hak ve hukuk, her türlü ikili ve çoklu muâmeleler, toplum ahlâkı... vb. ilim ve fenlerin kapsamına giren bütün esas ve prensiplerin özünün adına İslâmiyet denir.)

* “İslâmiyet, ehl-i dünya ve ashab-ı merâtib ellerinde tahakküm ve tagallübe vesile olamaz.” (İslâmiyet, gerek dünya işleri, gerekse de ahiret işleri ile uğraşanların ellerinde zorbalık ve diktatörlüğün sebebi olarak kullanılamaz ve gösterilemez.)

Bu kadar net ve açık tarif ve tatbikattan sonra geriye sadece bugünün dâvâ adamlarına kolay olan bu icraatı göstermek kalıyor. Allah hepimize, ilk önce nefsimizden başlayarak genişleyen bir ufukla tatbik etmeyi nasip etsin. (Âmin)

NOT: Hepinizin geçmiş mübarek Kurban Bayramınızı tebrik ediyor, şahsınıza, ailenize, İslâm ve insanlık âlemine, hidayet, barış, huzur, sağlık ve saadet getirmesini Rabbimden niyaz ediyorum.

06.01.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Mankurtluk üzerine



Dilimize yerleşmiş bazı kelimeleri, anlamlarını ve nereden geldiklerini pek düşünmeden sık sık kullanırız. Bunlardan birisi de, “mankafa” kelimesidir. Anlam olarak, “beyinsiz, düşüncesiz” gibi sıfatları ifade etmektedir. Kökeni ise, “Mankurt” kelimesinden gelmektedir. Mankurtun ne olduğunu Kırgız yazar Cengiz Aytmatov, “Gün uzar yüzyıl olur” adlı romanında ayrıntılı olarak anlatmaktadır.

Kırgızların komşusu olan Juan Juanlar kabilesi, çok vahşi bir topluluktur. Ele geçirdikleri savaş esirlerini kendilerine tam bir köle yapmak için şöyle bir yöntem uygularlarmış: Önce esirlerin kafalarını iyice kazırlar, sonra yeni kesilmiş bir deve derisini kazınmış kafanın etrafına sıkıca sararlarmış. Deve derisinin kuruması için esirleri sıcak güneş altında bir hafta kadar bekletirlermiş. Kuruyan deri kafatasını sıkmaya başlar, kurbanına dayanılmaz acılar verirmiş. Bir kaç gün sonra tekrar çıkmaya başlayan saçlar ise, deve derisinden dışarı çıkamadığı için kafanın içine doğru uzar, beyne saplanmaya başlarmış. Bu kadar acıya dayanamayan esirlerin çoğu ölür, sağ kalanlar ise bilincini ve kimliğini kaybeder, sadece verilen emirleri yerine getiren, efendisine tam itaatle bağlı robot bir köle olurlarmış. İşte bu kölelere “mankurt” denilirmiş. Bugün bizim kullandığımız “mankafa” ve “angut” gibi kelimeler de bu mankurt kelimesinden gelmektedir.

Mankurtlar, kimliğini, benliğini, geçmişini tamamen unutur, efendilerinin emri ile halkına savaş açarlar. Mankurtların kafasında tarih bilinci, millî kültür, manevî değer gibi duygu ve düşünceler yer almaz. Zira onların beyni iğdiş edilmiş, düşünce yetenekleri yok olmuştur. Efendisi ne söylerse onu yaparlar. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt edecek kabiliyetleri kalmamıştır. İyi beslenen, güçlü kuvvetli mankurtlar, bir zombi olarak en zor işlerde, en kötü amaçlar için istihdam edilirler.

Juan Juanlar kabilesi tarih sahnesinde iki yüz yıl kadar yaşamış ve daha sonra onların zulmüne dayanamayan Türk toplulukları tarafından ortadan kaldırılmışlardır. Fakat onların icad ettikleri mankurtlaştırma yöntemleri bugün de devam etmektedir. Artık insanların saçı kazınıp başlarına deve derisi geçirilmiyor. Buna karşılık, başka metodlar ve teknikler kullanılarak beyinler iğdiş edilip, insanlar mankafa haline getiriliyor. Kafalarındaki bilgiler, kalplerindeki duygular, gönüllerindeki sevgiler, insana acı çektirmeden silinip atılıyor. Bu işlemler zamana yayılarak ve alıştırılarak yapıldığı için, kimse mankurtlaştırıldığının farkında bile olmuyor. Tıpkı tencerede canlı canlı haşlanan kurbağa gibi.

Canlı bir kurbağayı haşlamak için, soğuk su ile dolu bir tencereye atarlar, kısık bir ateşte suyu ısıtmaya başlarlar. Su ısındıkça kurbağa uyuşur, kaynama derecesine geldiği zaman ise, kendinden geçer. Acı çektiğinin farkında olmadan, sessiz sedasız haşlanır. Ama aynı kurbağa kaynar suya atılırsa, hemen tepki gösterir ve zıplayıp kurtulma imkânı bulur.

Bugün insanlar mankurtlaştırılırken, haşlanan kurbağa yöntemi kullanılmaktadır. Beyinleri uyuşturmak için nefislere hoş gelen, hevesleri tahrik eden, servet, şöhret, şehvet gibi tuzaklar kurulmaktadır. İnsanlar kendi arzu ve istekleri ile bu tuzaklara koşmakta, beyinleri sefalet kazanında haşlanırken eğlendiklerini zannetmektedirler. Alkol ve uyuşturucu gibi etkenler de, bu süreci hızlandırmaktadır. İstenen kıvama gelen mankurtlar, kendi tarihine, kültürüne, millî ve manevî değerlerine karşı bir savaşçı olarak kullanılmaktadır. Kimi siyaset sahnesinde, kimi medyada, kimi de daha değişik alanlarda efendilerinin isteklerini yerine getirmek için çalışmaktadır.

En taze mankurt örneğini ise, Saddam’ın boğazına ilmiği geçiren Iraklıların davranışlarında gördük. Efendilerinin emrini bir an önce yerine getirmek için eski diktatörlerinin Kelime-i Şehâdet getirmesini bile beklemediler.

06.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Meşveretsizliğin âfetleri



Bilhassa günün nezaketini, meşveretsizliğin doğurduğu sakıncaları dikkate alan Bediüzzaman, ağır şart ve zorlukları yaşamak zorunda kalan ehl-i İslâmın bunların üstesinden ancak meşveret yapmakla kurtulabileceğini söyler. Bugün için de sıkıntılar devam ettiğine göre yapılabilecek başka birşey yoktur.

Osmanlının son dönemlerini de yaşayan Bediüzzaman, ülkenin içine düştüğü sıkıntıların önemli bir sebebinin meşveretsizlik olduğunu görüyor, talih, taht ve bahtının anahtarının şûrâ olduğunu söylüyordu.1

O, keskin zekâsı ve ileri görüşlülüğüne rağmen arkadaşları ve kardeşleriyle daima istişare eder, buna teşvik eder, kardeşlerinden de bunu isterdi. Yeter ki “Şûrâ kuvvet bulsun!”du.2

Bediüzzaman, Hıristiyanlar ve benzerlerinin aklı azlederlerken İslâmın akılla meşvereti emrettiğini3 belirtir. “Her şeyde meşveret hükümfermâdır”4 diyerek her hususta meşveretin yerleşmesini ister. Ona göre tatbikat ve tercihat da [tercihler] meşverete ihtiyaç gösterir.5

Yalnız onun ısrarla üzerinde durduğu meşveret gelişigüzel, iş olsun kabilinden yapılan bir meşveret değil, şartlarına uygun olarak yapılan “meşveret-i şer’iyyedir.” Birçok makale ve eserinde buna özellikle dikkat çeker. Hatta Osmanlı döneminde yazdığı bir makelesinde “meşveret şeriattan [İslâmî ölçülerden] bir parmak ayrılsa, padişahlık yüz arşın ayrılır”6 diyerek bu önemli nokta üzerinde durur.

Ona göre meşverette sayısız faydalar vardır. Meşveret bir yerine birçok aklın hükmettiği bir meclisi doğurur. Onun için de akıllar ölçüsünde değeri ve önemi artar. “Meşveretin sırrı ile on adam bin adam kadar iş görür”7 ifadesinde bu hakikatin ehemmiyetini görmek mümkündür.

Meşveret, reyleri dağılmaktan kurtarır. Onun için talebelerine, “Meşveret-i şer’iye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz”8 tâlimâtını vermiştir.

Meşveretin hükmettiği yerde şüphelere yer yoktur.9 Meşverette öylesine bir kuvvet vardır ki, “Taassup yerinde hak ve safsata yerinde bürhan [delil] ve tadlil-i gayr [başkalarını dalâletle suçlama] yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse hak olan mezheb ve mesleğini bir parça tebdil edemez [değiştiremez].”10

Dipnotlar: 1. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 55. 2. Hutbe-i Şâmiye, s. 67. 3. Muhâkemat, s. 34. 4. A.g.e., s. 20. 5. Münâzarât, s. 42. 6. A.g.e., s. 40. 7. Hutbe-i Şâmiye, s. 68. 8. Kastamonu Lâhikası, s. 178. 9. Muhakemat, s. 32. 10. A.g.e., s. 32.

06.01.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kalp, inanmaya mecbur eder



İnsan kimi zaman; “Korkudan ödü patlar, kaçacak delik arar!” “Heyecandan kalbi yerinden fırlayacak gibi olur!” “Bazen dünyaya küser, içine kapanır ve yaşamaktan vazgeçer!”

Kalp, hayat malzemesini düşünürken, büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal dayanacak bir güç kaynağı; emellerini, arzularını gerçekleştirmek için çareler ararken derhal bir yardım noktası aramaya başlar.1 Korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar:

Bir lütuf beklediğimiz zaman, birden bire, düşmanlar gibi, hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeye başlar. Bir medet ve yardım için merhamet dileyerek tabiata ve unsurlara baktığında, kalb katılığı ve merhametsizikle karşılaşır. Uzaydaki kütlelerden yardım istemek üzere başını havaya kaldırır. Onlar atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle görünür. Hemen gözünü yumar; başını eğer; düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî ihtiyaçları bağırıp çağırırlar. Bütün bütün yalnızlığa düşerek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder. Bakar ki, vicdanı, binler emeller, ümitler, gayeler, maksatlarla dolu; gürültülerinden cinnet getirecek hale gelir. Korku, heybet, acz, titreme, vahşet/yalnızlık, gönül darlığı, yetimlik ve üzüntü halindeyken gücüne bakar; son derece âciz, yetersiz. İhtiyaçlarına bakar; def edilecek gibi değil. Çağırıp yardım istese, gelen yok. Her şeyi düşman ve garip görür; dünyaya geldiğine bin pişman olur; lânet okur.

İşte, hiçbir yönden hiçbir tesellî bulamayan o zavallının kalbini, yüce Yaratıcıya inanmaya yönelten unsurlar devreye girer. Ki, kalb imân bölgesi olduğundan, yâni imâna göre programlandığından insan önce Sanii, yâni Yaratıcısını arar, Onu ister. Çünkü, Onun vücudunu belgeleriyle ilân eden kalb ile vicdandır. Kalb, imân ışığı sayesinde İlâhî gerçeklerin yansımalarına mazhar olmakla mükemmelliğin hayatı ve ışık kaynağı olur.2 Zaten kalbin Yaratıcısı onun sonsuz potansiyelde geliştirilmesini, akıl gibi işletilmesini istemiş ve ona göre dizayn etmiştir. Kalbî amellerin güneşi ise, imândır.3 Eğer kalb, gerçeklerden daha çok ekmeği düşünüp hayata, yaşamaya, yardıma koşarsa, gerçek vazifesi olan imâna hizmeti ikinci derecede bırakır;4 asıl fonksiyonunu icra edemez. Fakat o şahsın, sırat-ı müstakîm denen, aşırılıklardan arınmış Kur’ân yoluna girmekle kalbi ve rûhu imân nuruyla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nûrânî bir hâle dönüşür. Şöyle ki:

Hücum eden belâları, musîbetleri gördüğü zaman, her şeyin dizgini elinde olan yüce Yaratana dayanır, müsterih olur. Yine o şahıs, sonsuza kadar uzanıp giden emellerini, potansiyel yeteneklerini düşündüğü zaman, sonsuz mutluluğu tasavvur eder. O ebedî mutluluğun hayat suyundan bir yudum içer, kalbindeki emellerini, arzu ve beklentilerini, ümitlerini teskin eder. Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar, her şeyle yakınlık bağlantıları bulur. Yine o şahıs, uzaydaki cirimlere bakar; hareketlerinden dehşet değil, dostluk ve emniyet peyda eder ve onların o hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder; ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu hislendirdikçe o mutluluklar da çoğalır ve ona mânevî cennetlerin kapıları açılır.5 Çünkü, kalbin yaratılışının en büyük gayesi, birinci derecedeki görevi; Samed olan yüce Yaratıcıya ayna olmasıdır.6 Yani, kalbin organik görevi bedenin her tarafına kan pompalamak; mânevî cephesi ise Yaratıcıya imân ile mârifettir. Yani, onu tüm isim ve sıfatlarıyla tanımak; sevmek,7 ve şu büyük âleme yansıyan bütün isim ve sıfatlarının eserlerine, izlerine mazhar olmak, onları yansıtmak; ebedî hayata âşık olup8 sonsuz sevgi üretmektir.

Ve sonsuz şefkat sahibi Rahîm’in, sayısız ni’metleri veren Kerim’in kapısını niyaz ile çalmak9 ve Kur’ân nurlarıyla10 aydınlanmaktır. Diğer bir tabirle, marifetullah (Allah’ı kâinat kitabında yansıyan isim ve sıfatlarıyla bilmek) ve birliğinin sırlarını ifade eden Lâ ilâhe illâllah kudsî kelimesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.11

İşte o zaman kalbi tam olarak imân nuruyla aydınlanmış bir kulu, ihtimaldir ki, dünya bomba olup patlasa korkutmaz.12 Çünkü, bu kâinatın sonsuz kudretin elinde olduğunu, rastgele ve tesadüfen işler dönmediğini biliyor.

Dipnotlar: 1. İşârâtü’l-İ’câz, s. 71, 78, 34.; 2. Kastamonu Lâhikası, s. 149.; 3. İşârâtü’l-İ’câz, s. 45.; 4. Sözler, s. 33.; 5. Sözler, s. 25.; 6. Mektûbat, s. 428-429, 431.; 7. Mektûbât, s. 218.; 8. Sözler, s. 266.; 9. Sözler, s. 244. 21.; 10. Mektûbât, s. 188.; 11. Lem’alar, s. 141.; 12. Şualar, s. 158.

06.01.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Enver Paşa (2)



Bu konuyu yeniden ele almamızın aktüel iki önemli sebebi var.

Birincisi: Sarıkamış Fâciasının yıldönümü olması.

İkincisi: Enver Paşanın torunu Arzu Enver Hanımın dedesiyle ilgili sözlerinin (aşağıda yer verilecek) medya ve kamuoyunda büyük tartışma ve yankı uyandırmış olması.

Bir başka husus da şudur: Enver Paşa meselesi gündeme ne zaman geldiyse, onun hakkında iki zıt yönlü fikir ve kanaatin mukadderatı hemen hiç değişmedi.

Biri: O bir vatan hainidir.

Diğeri: Hayır, o bir kahramandır.

İşte, Enver Paşanın torunu Arzu Enver Sadıkoğlu'nun son açıklamaları da, ne yazık ki daha çok bu kıskaç içerisinde kalınarak değerlendirildi.

Ancak, hakkı teslim etmek kabilinden, bu meyanda sağlanan önemli bir gelişmeyi de nazara vermekte fayda var.

O da şu: Geçmişte, Enver Paşaya "vatan haini" damgasını vuranların bir kısmı, bu katı tutumlarını nisbeten değiştirmeye başladılar. Eskiye nazaran daha yumuşak, daha temkinli bir üslûp kullanmaya yöneldiler.

Bunlar, şimdi Enver Paşaya doğrudan hain demek yerine, onun başarılı bir kumandan olmadığını, heyecanlı, maceraperest ve özellikle M. Kemal ile yıldızı hiç uyuşmayan bir komutan olduğunu vurgulamayı tercih ediyorlar.

Ne diyelim, bu da hayra alâmet bir gelişme.

* * *

Enver Paşanın ne derece başarılı veya ne ölçüde bir "kahraman kumandan" olduğu tartışılabilir elbet. Ancak, onun bir vatan haini olmadığı, aksine büyük bir vatanperver olduğu, şüphe götürmez bir hakikattir.

1908'de "Hürriyet kahramanı" olarak alkışlanan, 1911'de Trablusgarp'da İtalyanlara karşı cansiperane mücadele eden, 1913'te Edirne'nin Bulgar işgalinden kurtulmasında en büyük rolü oynayan, 1915'te Çanakkale'ye geçilmez kılan kahraman ordunun Başkumandanlığını yapan ve Birinci Cihan Harbinde tam dört yıl müddetle ordunun başında kalarak emsâlsiz bir dirayet sergileyen bir şahsiyetin "vatan haini" olduğuna dair en ufak bir şüphe, bir tereddüt kalır mı?

Üstelik, Meşrûtiyet dönemi özellikle üst düzey subaylarının birçoğu sefih, içkici, bînamaz ve kadınlara karşı ahlâkî zaaf içinde olmalarına rağmen, Enver Paşanın bu hususta da müstesna bir şahsiyet olduğu, onun namazında, niyazında bir müttaki, temiz, nâmuslu ve dürüst bir kumandan olduğu düşmanları tarafından dahi ikrar ve itiraf edildiğini yakînen biliyoruz.

Bütün bu hakikatlerin rağmına olarak, ona hâlâ düşmanlık etmekte berdevam olanların önemli bir kesiminin, cahil, bilgisiz, ufuksuz, muhakemesiz kimseler olduğu, diğer kesimin ise, kendilerini katıksız Kemalist olarak tavsif ettiklerini de biliyoruz. (Kemalistlerin en ziyade damarına dokunan husus, Enver Paşanın M. Kemal'i hiç sevmemesidir. Falih Rıfkı'nın "Çankaya" isimli kitabında, Enver Paşanın M. Kemal hakkında "Onu paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister" dediği naklediliyor.)

Bu bilgilerin ışığında, şimdi de yukarıda ismini zikrettiğimiz Enver Paşanın torunu Arzu Hanımın dedesiyle ilgili olarak, bir kez daha tartışmalara yol açan bazı sözlerinden bir derleme yaparak üzerinde düşünmeye çalışalım.

* * *

1955 Napoli doğumlu, Ali Enver'in kızı Arzu Enver Sadıkoğlu, dedesi Enver Paşayla ilgili olarak (Zaman ve Sabah gazetelerinde) şunları söylüyor: "Ortaokulda dedeme 'hain' denildiğini tarih kitabında okuyunca, ağlayarak sınıftan kaçtım. Hâlâ konuştukça bana dokunur, gözlerim dolar. Yargısız infaz... Babamdan, halalarımdan her zaman Enver Paşa'yı dinledim ben. Dedem vatanperverdi. İnsanların hataları olabilir ama hataların yorumları ayrı bir şeydir. Dedem iyi bir askerdi. Kahramandı. Sarıkamış'ta da 90 değil, 18 bin şehit verdik... Dedeme yapılanı hep haksızlık olduğunu düşündüm. Vatan haini, Türkiye'yi sattı gibi cümlelere maruz kalmamalıydı."

Gerek Arzu Hanımın ifade ettiği "18 bin şehit", gerekse başka kimselerin telâffuz ettiği "90 bin şehit" gibi birbirini tutmayan rakamların doğrusu, Genelkurmay'ın kayıtlarında bulunması gerekir. Gerçi, rakamların azlığı ya da çokluğu herşeyi ifade etmiyor. Ama, doğrusu neyse onun bilinmesinde fayda var.

Bununla beraber, bugün için meselâ deniliyor ki: "Sarıkamış'ın hesabı neden hâlâ sorulmadı? Kesin rakamlar neden açıklanmıyor?"

Bu gibi soruların haklılık payı elbette var. Ancak, gelin görün ki, daha yakın tarihteki, meselâ 1924'ten sonraki belgeler, hele hele İstiklâl Mahkemelerinin kayıtları ve idam bilânçosu dahi henüz açıklanmadı. Üstelik, açıklanmıyor ve bu dönemin hesabı da sorulamıyor.

Demek ki, yakın tarihimizle ilgili meselelerin karanlıktan aydınlığa taşınması, öyle sanıldığı kadar kolay ve basit bir iş değil.

Umarız, görünür–görünmez birtakım ayakbağlarından kurtulur da, hiç olmazsa yakın tarihimizi hakkıyla öğrenecek bilgilere kavuşma imkânını buluruz.

İki vefat hadisesi

Dün aldığımız iki vefat haberiyle gayet müteessir olduk.

Birincisi, İrfan ve İbrahim Şencan kardeşlerin babaları Hasip Efendi Hakk'ın rahmetine kavuştu.

30 yıla yakındır tanıdığımız sâdık, gayyur, hamiyetli, cesur ve cömert Şencan kardeşlere taziyetlerimi sunar, cemil sabırlar niyaz ederim.

İkincisi ise, yine 30 yıla yakındır yakînen tanıdığımız "son şahitler"den Hakkı Yavuztürk Ağabeyimizin vefatı.

Yasemin Hanım kardeşimizin babası ve arkadaşımız Kâzım Güleçyüz'ün de kayınpederi olan Hakkı Ağabey ile çok güzel ve harikulâde mânidar hatıralarımız var. Son olarak, geçenlerde kendisini hayırlı bir rüyâda tam da Cennet yaşı olan 33 yaşında görerek, birkaç ağabeyle birlikte bir nevi "vedâ ziyareti"nde bulunduk; evlerinde feyizli sohbetler ettik.

Bu hatıraların detayını inşaallah önümüzdeki günlerde sizlerle de paylaşmak arzusundayım.

Cenazesi bugün kaldırılacak olan Hakkı Ağabeye Cenâb–ı Hakk'tan rahmet ve mağfiret, değerli eşine, kızlarına ve sâir yakınlarına taziyetlerimi sunarım. MLS

06.01.2007

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Şiddete açık arttırma!



Şiddet kokuyor her yer. Evimiz, en sevimli ve huzurlu yuvalarımız, çocuklarımızın yüreği, sokaklar, caddeler, televizyonlar, bilgisayarlar, filmler, hatta devletler bile şiddet dolu. Neden bu kadar öfke, kime ya da neye? İnsanlığa mı? Dünyaya gelişimize mi? Yoksa elde edemediklerimize mi? Lütfen bilen varsa biri bana bunun cevabını versin. Kan görmekten kan kusacağım neredeyse.

Kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviyenin bu kadar açık artırmayla pazarlandığı bir devir var mıdır yeryüzünde acaba? Minicik çocukların sokaklarda arkadaşlarıyla konuşmalarına şahit oluyorum ve utanıyorum. Onlar için ise bu çok normal ve hatta iltifat. Bir küfür kültürü, bir şiddet kültürü ve tüm bunları besleyen bir dedikodu kültürü oluşturuluyor. Televizyonlar, filmler, oyun cd’leri hatta haberler bile bunu destekliyor.

En son, Saddam’ın asılma görüntüleri hepsinin üzerine tuz biber. Anlaşılan o ki, insanlık travma geçiriyor. Şiddet kurumsallaşmış ve hatta dünyayı yönetmekte. Okullar, geleceğimizin yatırım yerleri olan eğitim ve öğretim yuvaları, şiddetin ve en pespaye cinselliğin yaşandığı kurumlar haline nasıl geliyor? Nasıl oluyor da çocuklarımızın örnek aldığı kişilikler ve kahramanlar ne yazık ki, şiddeti, öfkeyi ve öldürmeyi meslek edinen kişiler oluyor?

Dünyayı algılamamızda ve yaşamamızda bir problem var. Biraz Paganlaştırılmış, biraz Budalaştırılmış ve biraz da İslâmîleştirilmiş bir inançla kafalarımız, duygularımız ve kalplerimiz bulandırılıyor. Hazza endeksli, kolaycı ve hazzı için sınır tanımayan kişilik tipleri çoğalıyor ve bunlar destekleniyor.

Necip Fazıl’ın bir şiirinde dediği gibi; “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak / Haykırsam kollarımı makas gibi açarak” Ben de durun diyorum. Durun anneler, babalar, halalar, teyzeler, dayılar ve dahi büyükler. Kendini erişkin ve yetişkin olarak görenler durun. Lütfen hepimiz için sorumluluklarımızı, hem kendi adımıza, hem çocuklarımız ve insanlığın geleceği adına düşünelim.

Çocuklarımızı inançsızlığın ve hazcılığın pençesinden nasıl kurtaracağımızı düşünelim. Önce kendi nefislerimizden başlayarak hepimiz üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirelim. Tabiî ki, bunu en başta basın ve yayın organları yapmalı. Bir taraftan tüm bunları eleştiriyor görünürken, bir taraftan da bunu besleyerek iki yüzlülük yapmadan ve kaçmadan sorumluluklarını yerine getirmeli.

Bu anlayışa prim vermemek bizim elimizde ve irademizde. Çocuklarımızın henüz hayatı algılamaya çalışan temiz zihinlerini ve kalplerini kirletmeden, güzel örneklerle onlara hayatın anlamını ve sorumluluğunu öğretmemiz gerekiyor.

Bu hepimiz için bir zorunluluk ve görev. Yoksa bir gün, beslediğimiz bu şiddetin içinde hepimiz yok olacağız.

06.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kölelik ve İslâmiyet



Ağrı’dan okuyucumuz: “İslâmiyet köleliği kaldırmış ama birden kaldırmamasının hikmeti nedir?”

Tarih öncesi çağlardan beri insanoğlunun, zayıf hemcinsini ezme gibi korkunç ve vahşî bir zaafiyet taşıdığı ve bu zaafiyeti nedeniyle, insanları köleleştirerek birçok vahşî zulümlere ve hunharca işkencelere de imza attığı esefle bilinmektedir.

Hiç kuşkusuz kölelik kavramı İslâm ve Kur’ân gündemine de girmiştir. Çünkü Kur’ân’ın nazil olduğu günlerde doğuda, batıda ve dünyanın her yerinde zayıf ve güçsüz insanlar mal gibi alınıp satılıyordu ve hiçbir sosyal hakları yoktu.

Kur’ân bunları görmezlikten gelemezdi. Bıçakla keser gibi birden bire kaldırıp atamazdı da. Çünkü yığınla insan köle statüsündeydi ve bu yığınla insan efendilerine belki bir ömür hizmet vermiş, alın teri harcamış, ezilmiş, yıpranmış ve efendileri için tabir yerindeyse saçlarını süpürge yapmıştı. Birer insan olarak efendileri üzerinde hakları vardı. Bunların hakları savunulmalıydı ve insanoğluna “kölelerin de insan olduğu” gerçeği haykırılmalıydı. Kur’ân bunu yaptı.

Kur’ân kölelik kurumunu kademe kademe kaldırmayı hedeflemiş ve sırf bunun için, köle azat etmeyi ibadet dilinin içine almıştır. Meselâ Kur’ân, hürriyetine kavuşmak isteyen kölenin, efendisi tarafından alıkonulmamasını önermiş1; mevcut köleler için, hürriyete kavuşmalarını sağlamak amacıyla zekât gelirinden pay ayrılmasını emretmiştir.2 Yine Kur’ân, yeminin, adam öldürmenin ve zıharın kefaretini “köle” cinsinden tayin etmiş; yeminine riâyet etmeyip bozan bir kimsenin, bunun cezası olarak bir köleyi hürriyetine kavuşturmasını yahut on fakiri doyurmasını veya giydirmesini; bunlara gücü yetmezse üç gün oruç tutmasını emretmiş3; yanlışlıkla adam öldüren kişiye bunun cezası olarak bir köleyi hürriyetine kavuşturmasını ve ölen kimsenin ailesine diyet vermesini4; karısına “Sen bana anam gibisin!” diye kaba davranan bir kişi için de, karısının kendisine helâl olması için, bir köleyi hürriyetine kavuşturmasını istemiştir. Buna gücü yetmeyen kişi için de çözüm yolu göstererek, meselâ peş peşe iki ay oruç tutmasını, buna da gücü yetmeyen kişinin altmış fakiri doyurmasını şart koşmuş; aksi halde karısının kendisine helâl olmayacağını bildirmiştir.5

Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm da, Ramazan ayında karısı ile cinsel ilişkide bulunarak oruç bozan birisine, bunun kefareti olarak, bir köleyi hürriyetine kavuşturmasını emretmiştir.6 Bu hadisi esas alan dört mezhep uleması, Ramazan ayında bilerek oruç bozmanın kefareti olarak öncelikle bir kölenin azat edilmesini, bu mümkün olmazsa hadiste geçen şekliyle iki ay peş peşe oruç tutulmasını vacip görmüşlerdir.

Mevcut kölelerin hukukunun korunması konusunda da, Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm Müslümanların duyarlı olmalarını emretmiştir.

İşte, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın altın tavsiyeleri:

* “Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Ağır bir iş yüklemeyin; yüklerseniz onlara siz de yardım edin.”7 * “Kim kölesini döverse, kölesini hürriyetine kavuştursun!”8

Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin (asm), köleler için şiddet yolunu sıkı sıkıya kapattığını ve ısrarla kölelerin insan muâmelesi görmeleri gerektiğini öğütlediğini ve bunu başardığını görmek için kör ve bakarkör olmamak yeterlidir.

Bütün bu dinî tedbirler sonucunda kölelik kurumu, İslâm dünyasında, İslâmiyet’in hemen ilk yıllarında kaldırılmıştır. Batıda ise, kölelerin dayanılmaz çileleri ve acı dolu hayatları sürüp gelmiştir. Avrupa’da ve Amerika’da kölelerin gözyaşları henüz kurumamıştır. Uluslararası Kölelik Karşıtlığı Örgütü’nün, geçen yıl Britanya’da köleliğin kaldırılmasının 200’üncü yıldönümünde yaptığı açıklamada, ne acıdır ki, dünyada çoğu çocuk 12 milyon kişinin hâlâ kölelik yaptığı belirtilmiştir.9

Dipnotlar: 1- Nûr Sûresi, 24/33 2- Tevbe Sûresi, 9/60 3- Mâide Sûresi, 5/89 4- Nisâ Sûresi, 4/92 5- Mücâdele Sûresi, 58/3,4 6- Buhârî, Savm, 30 7- Buhârî, Îman, 22; Müslim, Eyman, 40 8- Müsned, C.2, 25,61 9- Radikal, 18 Ekim 2006

06.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004