“İnsan fıtraten gayet âcizdir, zaiftir, fakirdir.”
Bediüzzaman Said Nursî, böyle tarif eder insan fıtratını.
Âcizlik, zayıflık, fakirlik, tembellik, beceriksizlik, iktidarsızlık, kendi başına bir iş yapamamak gibi mânâlara gelen bu sıfatlar, diğer canlılardan ziyade insanda tezahür eder.
Fıtratının aksine her zaman güçlü, kuvvetli, becerikli, varlıklı görünmeye çalışan ve her işin hakkından geleceğini zanneden insansa; sık sık böyle hâller yaşasa da o sıfatları pek taşımak istemez.
Halbuki âcizlik, zaiflik, fakirlik de büyük bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Zira acziyetini idrak edip güçsüzlüğünün, zayıflığının, fakirliğinin, çaresizliğinin farkına varan insan, büyük bir güç kaynağı bulup ona sığınma ihtiyacı hisseder.
Nitekim, Bediüzzaman’ın da dediği gibi “Acz ve ceza bîçarelerin kârıdır. Kâmil insanlar, aczde büyük bir lezzet bulmuşlar ve Allah’a acz ile sığınmışlardır.”
Bu fıtrî temayülün tesiriyle sonsuz güç, kuvvet kaynağı ve servet, sehavet sahibi olan Allah’ı bulan insan da “Her matlubunu bulur, hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtulur.”
Zîra acz, asla Allah’a ârız olamaz.
***
Acziyet ve zâfiyet hâllerine hayatın her safhasında rastlanır. Fakat insan hayatında bu gibi zaafların en çok hissedildiği zaman bebeklik ve çocukluk yıllarıdır.
Buna rağmen daha rahm-ı maderde iken başlar bebeğin hakimiyeti.
“Nutfeden alâkaya, alâkadan mudğaya, mudğadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan sûretine” girerek ruha mesken olmaya başladığı zaman ilk olarak anne hisseder bu canlanışı.
Sonra da bütün ailede sevinçli bir seferberlik başlar.
Sinesinde, kendisininkinden daha hassas ikinci bir kalbin çarptığını hissettiği andan itibaren annenin tavırlarında, davranışlarında, hâl ve hareketinde sürurlu bir hassasiyet peyda olur.
Artık hayatın akışında kendisinin istek ve arzularından ziyade bebeğinin istikbali esastır. Yiyeceği, içeceği, giyinip kuşanacağı şeyleri seçerken hep onu nazar-ı itibara alır.
Sadece onlarla sınırlı değildir bu hassasiyet. Çocuğun karakterinin teşekkülünde ve şahsiyetinin şekillenmesinde tesirli olduğunu bildiğinden baktığı yerlere, dokunduğu şeylere, duyduğu sözlere dikkat eder.
Hatta çoğu zaman bu kadarla da kalmaz, bebeğin ruhunun rencide olmasından endişe ettiği için hislerine, hayallerine, duygularına, düşüncelerine onun varlığını esas alarak yön verir.
Çünkü çocuğu onun, bir gün mutlaka olacağı hevesi ile yaşadığı hayat hedefidir, ömür semeresidir, varlığının sebebidir, ümididir, heyecanıdır, canının canıdır.
Varlığını duyduğu andan itibaren baba da girer bu hakimiyet sahasına. Hayatının meyvesi saydığı bu kıpırdanışın huzuruna, sükûnuna halel gelmemesi için annenin maddî, mânevî, hissî yönden rahat etmesine her zamankinden daha fazla itina gösterir.
Çocuğun bedeninin yediği gıdaların çeşitliliği ve besleyiciliği ile, seciyesinin de o gıdaların helâl olmasıyla şekilleneceğini bildiğinden kazancını alın teri ile kazanıp helâl yerlerde harcamaya gayret eder.
Yakında aileye bir ferdin daha katılacağını ve onun için de ailede yer hazırlanıp bütçeden pay ayrılması gerektiğini düşündüğünden daha çok çalışma ihtiyacı hisseder.
Zîra baba da dünyasında çocuğuna mutena bir yer ayırmıştır. Bütün kalbiyle onun bir gün gelip kendisine ayrılan yeri dolduracağına inandığından, annenin kundağını, beşiğini, emziğini hazırladığı gibi o da ona mükemmel bir hayat zemini hazırlamaya çalışır.
Sadece anne, baba değil varsa ağabey, abla, dede, nine, hala, teyze, amca, dayı gibi ailenin diğer fertleri ve yakın çevresi de daha ismi, cismi bile belli olmayan bir bebeğin çevresinde ilgi ilmekleriyle ördükleri bir sevgi hâlesi teşekkül ettirirler.
Böylece hepsi, gönül bahçesinin gülü nazarıyla baktığı bebeği hasretle beklemekle kalmaz, his ve hayal dünyasında sadece ona has bir sevgi kundağı hazırlamaya çalışır.
Onun için her çocuk nice dünyalarla birlikte gelir dünyaya. Gelir gelmez de hakimiyet sahasını kendine ayrılan dünyalar nisbetinde çoğaltır, genişletir, sağlamlaştırır.
Çevresindeki insanlarının taşıdığı hiçbir sıfat, rütbe hâl ve unvan çocuğun hakimiyet hududunun dışında kalamaz. Padişah, sultan, kral, kraliçe, san’atkâr, bey, paşa, işçi, çoban, zengin, fakir fark etmez.
Çocuk doğduğu anda hepsi onun hizmetine girer.
O güldüğünde bütün dünyalar güler, ağladığında âlemin ağladığı hissedilir.
İsmi, cismi belli olup yürümeye, konuşmaya başladığında yüzler güler, gönüllerde güller açar.
Bilhassa büyük bir millete mensup olmanın hassasiyetiyle hareket eden insanlar, geleceğinin teminatı nazarıyla baktıkları çocukların hakimiyet sahasının aslî unsurlarından sayılırlar.
Onlar da henüz küçük olan çocukların hızla büyüyüp gelişerek bir gün mutlaka memlekete sahip çıkıp millete hizmet edeceklerini düşündüklerinden onlara örnek olma mesuliyetiyle hareket ederler.
Hatta, Arif Nihat’ın da dediği gibi bütün imkânlarının ve zamanlarının yanı sıra, kendilerine hayat veren nefeslerini bile çocuklara hizmet hassasiyetiyle kullanmayı tatlı bir hayat meşguliyeti sayarlar:
“Yemeği soğutmak,
Ateşi canlandırmak,
Alevi söndürmek...
Ama en tatlısı bir küçüğün
Kâğıttan fenerini döndürmek.”
***
Bütün canlılar acziyetleri nisbetinde ihsan-ı İlahîye mazhardırlar.
Bitkiler de hayvanlar da yaşamak için beslenmek zorundadırlar. Beslenip büyüyerek hayatiyetlerini devam ettirmek için de hilkatlerinin iktizası olan hâlleri yaşarlar.
Meselâ ekildikleri, dikildikleri veya Hudâ-i nâbit olarak bittikleri yerlerde duran bitkilerin rızkları ayaklarına gelirken; uçan, yüzen, yürüyen, sürünen bütün hayvanlar rızklarının peşinde koşarlar.
Lâkin Bediüzzaman’ın, “Rızk-ı helâl iktidar ile olmadığına, belki iftikâra binâen verildiğine delil-i kat’î, iktidarsız hayvanların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dîyk-i maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zayıflığıdır. Demek rızk, iktidar ve ihtiyar ile mâkusen mütenasiptir, ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete müptelâ olur” diyerek de ifade ettiği gibi onlar da aczin gücünü kullanırlar.
Yegâne meziyeti âcizliği, zayıflığı olan meyve kurtları meyvenin içinde hareket ederek, iktidarsızlığıyla bilinen bazı balıklar da kum içinde kıpırdanarak mükemmel bir şekilde beslenirler.
Kükrediği zaman dağları titreten ve hayvanların kralı sayılan aslan, yavrusunun acizliği karşısında bir kedi uysallığına bürünür ve kendisi açken onu doyurmaya çalışır.
Bununla da kalmaz, yavrusunu gittiği yerlere götürür, kendi gücü ile yaşayabilmesi için yapması gereken her hareketi öğretir ve bedenen olduğu kadar fıtraten de yetiştirir.
Yavrusu biraz büyüyerek tek başına avını yakalayıp karnını doyuracak seviyeye geldiği zamansa, gerektiğinde ensesine pençe atarak ağzındaki yiyeceğini alır.
Hilkatin iktizası olan bu hayat hâllerini kartaldan serçeye, balıktan kurbağaya, karıncadan gergedana, yılandan solucana varıncaya kadar bütün hayvanlar arasında görmek mümkündür.
Hayvanlar âciz, zayıf yavrularını besleyip büyütmek hususunda gösterdikleri bu fıtrî ihtimamı; onları tabiî felâketlerden veya yırtıcı düşmanlarından korumak için de gösterirler.
Soğuk kış günlerinde, azgın fırtınalarda, sel, zelzele, deprem gibi tabiî felâketlerde her türlü tehlikeye maruz kalan yavrular, annelerinin şefkatli himayesi sayesinde kurtulurlar.
Korkaklığıyla bilinen tavuk, âciz yavrusunu korumak için hayatını feda etmeyi göze alıp ite saldırır veya aptallığıyla iştihar eden keçi, boynuzuyla oğlağını kapmaya çalışan kurdun karnını deşer.
Yavrusunu maruz kaldığı tehlikelerden kurtaramayan bazı hayvanlar, onun cesedinin başında günlerce ağlarlar ve kahırlarından hiçbir şey yiyip içmeyerek hayata veda ederler.
Bunların yanında sivrisineğin, tanrılık iddiasında bulunan Nemrut’u öldürmesi ve karıncanın, en son İlâhî dine savaş açan Deccal’ı perişan etmesi gibi acziyetin başka semereleri de vardır.
Bu itibarla, bütün bunlar birer zaferdir.
Acziyetin zaferi.
***
Ebedî saadete mazhariyet...
Âcizliğini hissetmenin insana kazandırdığı bir başka zafer de budur.
İnsan, mevcûdâtın gerçek yüzünü ancak o sayede bilir, her şeyin fâni, her canlının âciz olduğunu anlar, büyük gördüğü, sevdiği, saydığı insanların ve değer verip bel bağlayarak ümit beslediği güç kaynaklarının güçsüzlüğünü görür.
Fâni olan, hızla zevâle doğru giden ve elim hadiseler karşısında bir şey yapmaktan âciz kalan varlıkların; zahirî görüntüleri ne olursa olsun, ruhundaki beka iştiyakını tatmin edemeyeceğini ve üzerine vurulan acz damgasını silemeyeceğini idrak eder.
O zaman geriye tek tercih kalır:
Ezel ve ebed Sultanına iltica etmek...
Bunun yolunun önce O’nu bilip tanımaktan, ardından da bütün kalbiyle inanarak emirlerine inkıyat, yasaklarından içtinap etmekten geçtiğini bilir ve onları yapmayı hayat hedefi hâline getirir.
Hadsiz derecede fâni ve âciz olmasına rağmen, samîmî bir kalple istediği takdirde bir gün mutlaka Yâr-ı Bâkî’yi bulacağına, Şems-i Sermed’e ulaşacağına ve bütün mevcudâta sahip olacağına inanır.
Ve Bediüzzaman gibi haykırarak bu hakikati âleme ilân eder:
“Fâniyim, fâni olanı istemem,
Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim,
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim.”
07.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|