“Kadın”ı taciz ve istismar eden medya ve reklâmları
Reklâm kadını…
Taciz; uğrayan kişi tarafından hoşlanılmayan,
rahatsızlık duyulan, sözlü, yazılı yahut davranışsal tavırdır. Taciz, kadına yönelik bir insanlık suçudur.
(Cengiz Hortoğlu, Akşam gazetesi yazarı)
Televizyon, kitleleri biçimlendirmek üzere planlanmıştır ve öyle de hizmet vermektedir.
Televizyon ile belli hayat tarzlarını -özendirerek-sunmak ve bunun kabul gördüğü topluluğu yönetmek, istediğini yaptırmak özellikle günümüzde çok daha kolaylıkla mümkün oluyor. Bunun başarıyla uygulandığı hedef kitle ise, kadınlardır.
Kadını kullanarak yine kadını hedef alan çalışmalar(!) zamanla farklı bir boyut kazanmış 20. yüzyılda ahlâkî sınırları zorlar hale gelmiştir. Günümüzde ise gerek TV programları, gerekse reklâmlar aracılığıyla “kadın”ın cinselliği ön plana çıkarılarak, ortaya çıkan durum farklı bir nitelik kazanmıştır.
Kadının kimliği, belli sınırlarla çizilmiştir. Bunu uzun vadede en iyi başaran medya, en iyi kullanan da reklâmlar olmuştur.
TV dizilerine göre kadın; evinde mükemmel bir eş, çocuklarını hiç ihmal etmeyen bir anne, ekonomik özgürlüğü elinde, işinde kariyer yapmış başarılı bir iş hanımıdır. Spor yapar, kitap okur, sosyal aktivitelere de zaman ayırabilir, hatta ev işlerinde yardımcı kadına bile yardım eder. Gerçekten böyle bir kadın var mıdır? Hiç hasta olmayan, yaşama sevincini yitirmeyen, sinirlenmeyen, arada bir yorgun düşüp uyumayan…
Reklâmlar ise, ister istemez izleyenlerini şöyle bir kadının varlığına inandırıyor: Kadın, genç (muhtemelen 35 yaşı geçmemiş), vücudu kusursuz ve daima bakımlı (hiç ter kokmayan), güzel (rüzgârda saçı bozulmayan), zayıf, makyajlı ve daima modaya uyumlu (pahalı markalı) şık giyinen ve daima cinsel çekiciliği ön planda olandır.
Medyada kadın, erkek, çocuk tüm izleyenlerin bilinç altına dayatılan “kadın” tipi, erkeklerde, “o kadına sahip olma” arzusunu uyandırırken, kadınlarda da “öyle olma” mecburiyetini hissettiriyor. Dayatılan “mükemmel kadın” tipi, aslında “imkânsız kadın” tipi olduğundan, sonsuz bir arayışa giren erkeğin karşısında, yıpranmış, yetersiz kalmış ve bunalıma girmiş bir kadın ortaya çıkıyor.
Tüm dünya ülkelerinde “kadın”ın çeşitli yollar ve kollar tarafından sömürüldüğünü, istismar edildiğini, taciz edildiğini söylemek zor değil. Çünkü yıllardır yapılan istismar, gizlenmeden gözler önünde yapılıyor. Ne reklâm şirketlerinin -kadınla alâkalı olsun ya da olmasın- ürünlerini pazarlarken yaptığı istismar, ne de yarışma adı altında TV ekranlarında sunulan diğer programlarda yapılan taciz, gizlenmiyor.
Hiç çekinmeden kadının cinselliğini gözler önüne seren reklâmlarda rol alan kadınlar, istismar edilirken, izleyen tüm kadınlar da aslında taciz ediliyor. İzleyiciye bolca boyanıp süslenerek sunulan reklâm filmleri, kadını yüceltircesine “güzellik” kavramına büründürülerek sunuluyor. Sunulan bu “janjanlı” dünyaya en çok özenenler kadınlar. Bu parıltılı hayatta en çok sömürülenler yine kadınlar. Özendirilen de onlar, özenen de, sonunda ezilen de…
Cinsel objeye dönüşen kadın
Reklâmı yapılacak hemen her ürün için, cinselliği çağrıştıracak bir bağ kurulmak isteniyor, bunun için de “kadın” seçiliyor.
Kadın ve erkek parfümlerinin ikisi için de, ayrı ayrı kadın vücudu sergilenirken, erkeklerin traş bıçağı reklâmında, yine kadın kullanılıyor. Kahvenin kokusuyla cinselliğe dâvetkâr bir ortam hazırlayan reklâm filmleri, kutuplarda kadını soyup şezlonga uzandırabiliyor. Otomobil lastiği(!) reklâmında dahi gördüğümüz kadınlar, otomobil fuarlarında da yerlerini alıyorlar. Üzerine oturtulmuş yarı giyinik kadınlar olmasa otomobilleri fuarda fark edemeyecek miyiz acaba? Oradaki kadınların amacı fark ettirmek mi?
Kendisine, her fırsatta cinsellik aramayı ve cinselliği akla getirmeyi hedef edinen reklâmlar, zihinleri, sadece reklâmını yaptığı ürüne ve cinselliğe odaklayarak, kapatıyor.
Bugüne dek çocukların, eğlenceli bir gıda olarak tanıdığı ve tükettiği dondurma, artık bikinili kadın görüntüleri sayesinde, çocuklar için eski masum lezzetini yitirmiş durumda. Çocuk masumiyetindeki lezzetli dondurmalar artık yerini, bilinçaltında oluşturulan şehvetli hayallere bıraktı. Dondurmalar artık “Aşkımla erir misin?” diyen şarkısı ile birlikte satılıyor.
Sayısı azdır, fakat kadını cinsel obje olarak kullanmayan reklâmlarda da, cinselliği çağrıştıran cümleler sarf ediliyor.
“Bana bir ülkenin TV reklâmını gösterin, size o ülkenin motorunu neyin çalıştırdığını söyleyeyim.” (1)
Bugün reklâmları izleyen herkes, bunun cevabını ülkemiz adına kendisi verebilecektir.
Özellikle şöhretli ve güzel görünümlü kadınların, soyundurularak kullanıldığı reklâm filmlerini seyreden diğer kadınlar da, bilinç altlarına yerleşen görüntü ile, “O ürünü satın aldığımda, o kadın gibi olacağım” fikrini kabul ediyor. Bu durumda tüketim adına, reklâm aracılığıyla, hem reklâm nesnesi olan kadının, hem de izleyici olan kadının duyguları ve fikirleri sömürülüyor. Böylece akıllarda “ideal”lerin yerini “idol”ler alıyor.
Bir zamanlar reklâmlardaki “özgür kız” imajıyla, daima istediğini yapabilme, istediği yere tek başına gidebilme, sözüm ona, özgür olma düşüncesi çizilmişti belleklere. Oysa kadın, akıllı olmak zorundadır ve düşünmelidir. “Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözetlemek zorundadır. Erkekler kadınları seyrederler, kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler.” (2)
İçinde bulunulan tehlikeli duruma, daha geniş açıdan bakıldığında ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Dünyayı avuçlarına almış olan kapitalist gücün, günümüzde iki zehirli baş verdiğini görüyoruz. Medya rating için kadını çeşitli yollarla taciz ve istismar ederken; tüketim çılgınlığı da reklâm ile kadını soyuyor. “Kapitalizmin getirdiği cinsellik sürekli olarak tahrik edilen ve asla tatmin edilmeyen bir arzu temeline oturur. Özellikle reklâmlar aracılığıyla arzuyu sürekli tahrik edip asla hazzı somutlaştırmayan bir cinselliğe dayanır.” (3)
(Bizim Aile, Aralık-2006 sayısından alınmıştır)
Kaynakça:
1. Paul Knox
2. John Berger
3. Hasan Bülent Kahraman/Radikal, 01.08.2005.
|
Ayşegül AKAKUŞ
07.01.2007
|
|
Bir dönem daha kapanırken...
Bir Kurban Bayramı arefesinde, ABD İşgal Güçlerince oluşturulan mahkeme kararıyla îdama mahkûm edilen Irak’ın devrik diktatörü Saddâm Hüseyin’in cezası infaz edildi.
El Cezîre’ye bakıyoruz.
Değerlendirmeler hep ayrı ayrı.
Halk çok farklı düşünüyor; Şiîler, Sünnîler, Kürtler, Türkmenler, Araplar...
Kürt, Şiî ve de Türkmen halkları destek verip, hep bir ağızdan “Cezasını buldu!” yorumunu yaparken, bilhassa Arap kökenli olanlar ile eski dönemden gelen epey ağırlıklı bir aydın ve de okumuş kesim buna karşı çıkıyor, bunun tamamen “gayr-i kânûnî ve de gayr-i hukûkî” olduğunu söylüyorlar...
İslâm Dünyası da, bilhassa Arap İslâm Dünyası ikiye bölünmüş durumda; Şiî devletler karara destek verirken, Sünnî devletler daha temkinli ifadeler ve yer yer de karşı çıkan ifadeler kullanıyorlar...
***
1937’de Irak’ın Tikrit kasabasında fakir bir aile çocuğu olarak dünyaya gözünü açan Saddâm, çok genç denecek bir yaşta siyasete atılmış, dünyadaki bütün Arapların birleşmesini savunan Ba’as Hareketi’ne katılmış, iktidara geldiği 1979 yılından, iktidardan indirildiği tarih olan 2003’e kadar, iktidarını, daha doğrusu diktatoryasını sağlamlaştırmak adına ülke içindeki muhaliflerine müthiş bir baskı uygulamış, hatta telefonları dahi dinletip, Arapça dışında bir dilde (Türkçe, Kürtçe) konuşanlar hakkında takîbat başlatıp, onları hapse tıkacak derecede gaddar bir Arap şovenisti idi.
Ülkenin dört bir yanını putlarıyla ve de büyük büyük portreleriyle kuşatmıştı, hatta camilere varıncaya kadar...
Mükerreren söylediği de şu idi: “Bizim en büyük önderimiz ve de ilhâm kaynağımız Mustafa Kemal’dir...”
Ama gelin görün ki, Saddâm’ın ölümü ve de cezasının infâzı, döneminde en büyük zulmü gören Şiiler, Kürtler ya da Türkmenler tarafından değil de ülkelerini işgal edenlerin, yani düşmanlarının eliyle gerçekleştirildi.
Şu bir gerçek ki, Saddâm Hüseyin o cezayı çoktan hakketmişti fakat, bu, ondan, en azından “daha az zâlim” bir kimsenin eliyle olmalıydı...
Saddâm Hüseyin, 27 yıl süren bütün iktidarı boyunca zulmen belki toplam 60 bin kadar insan öldürmüştü...
Ama gelin görün ki, Bush yönetimindeki ABD’nin, üç yıllık işgal süresi boyunca, kahir bir çoğunluğunu mâsum sivillerin oluşturduğu—o da resmî rakamlar—650 bin insan ölmüş...
Şimdi, Bush’un cezasını acaba kim infaz edecek?..
Yoksa Mahkeme-i Kübrâ mı?..
Olayın Kaderî yönüyle ilgili şu Hadîs-i Şerîf insanın imdâdına yetişip, tesellî vermezse, herhalde insan, husûsan Müslüman çok ıztırap çeker, diye tahmin ederim:
“Zâlim, Allah’ın kılıcıdır, Allah onunla intikam alır, sonra döner, kendisi de ondan intikam alır...”
Herkesin geçmiş Bayramını tebrîk ediyorum bu arada; biraz buruk da olsa...
[email protected]
|
Orhan Ali YILMAZ
07.01.2007
|