|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Odur ki, sizi inkâr karanlıklarından nûra çıkarmak için
rahmetine eriştirir; melekler de bağışlanmanız içi duâ ederler. Mü’minler için O çok merhametlidir.
Ahzâb Sûresi: 43
|
05.06.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim insanlara dayanarak izzet kazanmaya çalışırsa Allah onu zelil kılar.
Câmiü’s-Sağir, c. 3, No: 3581
|
05.06.2006
|
|
Belâların istilâsı, bazı duâların hususî vakitleridir
Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gàyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.
Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, “Duâ kabul olmadı.” Belki denilecek ki, “Duânın vakti, kazâ olmadı.” Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref’ etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.
Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli. Sözler, 23. Söz, 5. Nokta, s. 287
Lügatçe:
beliyye: Belâ ve musibetler.
ubûdiyet: İbadet etme, kulluk.
semerât: Semereler, meyveler, neticeler.
uhreviye: Ahirete ait, ahiretle ilgili.
küsûf: Güneş tutulması.
husûf: Ay tutulması.
nikap: Peçe, perde, örtü.
beliyye: Belâ
evkat-ı mahsusa: Hususî vakitler.
kazâ: Hükmün yerine gelmesi.
ref’: Kaldırma, hükümsüz bırakma.
livechillâh: Allah için.
|
05.06.2006
|
|
“Meylü’l-istikmal” ve Arnold Gehlen
Geçenlerde Üstadımı okurken dikkatimi çeken “meylü’l-istikmal” tabiri, beni uzun zaman düşündürdü. Meylü’l-istikmal, Bediüzzaman’ın kullanmış olduğu en ilginç ifadelerden bir tanesi; risâlelerde zikredilen “şifre” tabirlerden. Risâle okurken dikkatimi en çok çeken ve cümlenin özünü içinde barındıran bu “püf noktalar” birçok mesajı beraberinde getiriyor.
Oturdum ve düşündüm. Ne demekti “meylü’l-istikmal”? Sonra anladım ki bu ifade bir hayat felsefesi, fıtratın bir gereği, dünyanın harekât tarzı, her şeyin kendisine tâbi olduğu bir sistem, çizgi, istikamet... Kelimenin mânâsını öğrendikçe ve uzunca düşünerek mahsûlâtını elde ettikçe anladım ki, Seyda yine belâgatın ve cezaletin sınırına varmıştı, koca bir felsefeyi, sistemi ve işlemi bu kadar öz bir şekilde ifade edip bir kelimecikte toparlayabilmek ancak ona yaraşırdı.
“Meylü’l-istikmal”... Lûgatlerinizi bir açın ve bakın şu kelimenin mânâsına! Göreceksiniz ki, bu ifade terakkî, ilerleyiş, yükseliş mânâsına gelmektedir; işte bu noktayı yakalamışken uzunca düşünmek gerekir. Gerçekten insan ve etrafındaki binbir mahlûkat bu sisteme tabi değil miydi? Gerçekten her şey bir ilerleme ve tekâmül şeridinde hareket etmekte değil miydi? Nasıl tohumun gayreti filizlenip neşv ü nema bulmak ise, yumurtasında henüz dünyaya ayak basmamış bir civcivin de gayreti yumurtasından dışarı çıkıp büyümektir. Dünyadaki herbir zerre bu sisteme tâbidir, adeta herbir canlıda sürekli ilerlemeye yönelik bir meyil ve iştah vardır. Hiçbir hareket neticesiz kalmaz, hiçbir zerre başıboş dolaşıp, başıboş hareket etmez. Hepsi gözünü bir noktaya dikmiş, elini oraya uzatmış. Hepsi sür’atle hedefine varmak ile meşgul ve öyle muntazam bir yürüyüştür ki onların ki, adeta var oluşlarının mânâsı, hedeflerine adım adım yaklaşmaktır. Bakın âleme, ne muntazam bir sistem hâkim, midenize girecek olan bir üzüm tanesinin seyrine... Tohumu atılır toprağa, taşların arasından binbir zahmetle filizlenmeye başlar ve neşv ü nema bulur... Dolaşır binbir mekânı belki de gelir son durağa; midemize. İşte bu seyir olağanüstü ilginçtir. Üzümün amacı insanın midesine girmek ise; kâinat, güneş, toprak hep bu uğura hizmet ediyor demektir. Demek kâinat, güneş, toprak üzümün yetişmesinde önemli birer faktör olmakla beraber, hedefine yaklaşmak için bir “meylü’l-istikmal” şeridinde hareket etmektedirler.
Arnold Gehlen’in bu konuda çok ilginç açıklamaları vardır: “Jedes Lebewesen bewegt sich nach einem bestimmten Ziel” (Her canlı belli bir amaca doğru hareket eder) derken, şunu da ekliyor: “Âlemde başıboş hareket eden hiçbir canlı yoktur. Başıboşluk nizamsızlığı netice verir, nizamsızlık ise hayatı felç eder” Gerçekten ilginçtir bu ifade, can taşıyan her zerre ve nesne amacına doğru hareket ederken, binlerce zerreden müteşekkil insanın “meylü’l-istikmal” çizgisinde hareket etmesi icab etmez mi? Değeri arttıkça, “meylü’l-istikmal” şeridine tâbi olması kaçınılmazdır; bir şeyin değeri ise mahiyeti nispetindedir. Mahiyete bakılırsa zîhayat içinde en değerli olan zîşuurdur. Demek insandır. Buna göre insanın gittikçe gerilemesi “meylü’l-istikmal” sistemine münafidir, bu ise Arnold Gehlen’in tarif ettiği gibi hayatı felç edebilir demektir. İşte birbirini izah eden birbiri ardına gelen bir mantık oyunu gibidir bu.
Yükseliş ve ilerleyiş... Beşere yakışan da budur zaten. Bu noktada şu mısralara hak vermemek mümkün değil sanırım: “Yükselmeli, dokunmalı alnın semalara. / Doymaz beşer dedikleri kuş, i’tilâlara”!
Doymaz beşer... Evet, işte bu bir gerçek. İnsanoğlu yetinmesini pek bilmez. Hep daha çok, hep daha güzel vardır onun gözünde. Son durak bilmez onun “arzular silsilesi”... Fakat ona bu “arzular silsilesini” veren, onu teçhizatsız da bırakmamıştır; “gayr-i mahdut bir istidat, gayr-i mahsur emeller ve nihayetsiz kabiliyetler” ile donatmıştır da onu aynı anda. İlginçtir Hz. Ali’nin tabiri bu babda; “İnsan zübde-i âlemdir” derken ne kadar da düşündürtmüştür bu ifade beni. Kâinatın özüdür insan, kâinatın gözbebeği; semanın ve arzın çarpan kalbi ve atan nabzıdır. Sınır tanımayan, nihayetsiz kabiliyetlerle donatılmış, muhteşem bir kadrodur insanlık. Her bir duygusu, hatta ve hatta kâinatla ilişki kuracak niteliktedir. Ruhu ruhlar âleminden, hayali âlem-i misalden haber verirken, hafızası Levh-i Mahfuz’un bir çekirdeği hükmündedir. İnsana dair bütün bu nadide özellikler kâinatın özü olduğumuzu alenen gösterirken, aynı anda doymayan ruhumuzun tarifini yapıyor. Ruh doymadıkça, i’tilâlara sevdası azalmaz insanın. Doymadıkça doymak ister, istedikçe yükselir, yükseldikçe de “meylü’l-istikmal” istikametinden ayrılamaz. Bu onun fıtratıdır da aynı zamanda. Yani fıtratın fıtrî bir gereğidir bu. Dolayısıyla insan fıtratına dönmelidir, zira fıtratına döndükçe güzelleşir, kaynağına yaklaştıkça, özüne dokundukça temizlenir insan.
Evet fıtrat fıtratı gereği tekâmüle meyillidir; “meylü’l-istikmal”in de anlatmak istediği budur. Ayrıca Arnold Gehlen’in de anlatmak istediği budur. Meselenin püf noktası fıtrattır ve fıtrat bu meselenin anahtarıdır. Arnold Gehlen’in tariflerine bakılırsa, Bediüzzaman’ın çizgisini aynen takip ettiği görülür; insan dünyaya temiz gelir, günahsız ve fıtrî; onu kirleten, günaha bulaştıran iradesi ile yaptığı bir takım hatalardır. Yani özünden uzak kaldığı nispette kirlenecektir; fıtratın bağrındaki vicdan, fıtrî olmayan hiçbir şeyi kabul etmez. Arnold Gehlen’in tesbitiyle, “Das Gewissen erzeugt tugendhaftes Handeln”. Arnold Gehlen’e göre, vicdan insanı iyiliğe yönlendirip, kötülükten alıkoyar. Bakın tarihe, bütün kötülükleri yapan insanlar vicdanları çoktan ölmüş insanlardır. Ölü vicdanların, Stalinleri ve Leninleri doğurması kaçınılmazdır; nerede bir zalim, nerede bir zulüm, nerede ölü bir fıtrat görürseniz bilinmelidir ki bütün bunların kaynağı ölü bir vicdandır.
Ve şimdi de fıtrattan insana dayanan uzun bir çizgi... Yazarken düşünüyorum, bu hassas çizgiyi ve bu hassas dengeyi... Binlerce kez “Ya Kerîm, ya Rahman” diye hürmetle yâdediyorum seni Yaradan... Ruhum kurban, gönlüm hayran sana! Şu ince dengeyi ruhumuza, kalbimize ve lâtifelerimize yerleştiren Seni, saygı, hürmet ve büyük bir muhabbet ile yâdediyorum... Yâdetmek ne demek Yaradan seni? Gönül dilhun, ruh bîçâre, kalb bîgane... Yâdetmek nereye? Sen gönüllerin sahibi, Sen yetim ve öksüzlerin tek dostu, yolunu kaybetmişlerin yolcusu, sefillerin tek yardımcısı.. Yâdetmek nereye? Yâdetmek dilde başlar, dilde biter. Ben kalbde başlamak ve yine kalbde bitmek isterim. Bizi fıtratlarımıza, fıtratlarımızı da sana dönder Ya Rab!..
|
Tuğba Aktaş
05.06.2006
|
|
Kâdî
Allah (c.c.), Kâdî’dir. Yani hikmet ve adâletle hükmeder. Takdir buyurduğu ve programladığı hükümleri kazâ eder. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını ummadıkları yerlerden verir. İhtiyaçları muhtelif nîmetlerle karşılar. Duâları yerine getirir. Kullarının dertlerine ve elemlerine devâ, hastalıklarına şifâ, borçlarına helâl kısmet ile edâ lütfeder.
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) haber verdiği1 Kâdî ismi, Kur’ân’da fiil biçiminde geçmektedir.
“Rabbin ayrılığa düştükleri şeylerde şüphesiz kıyamet günü aralarında hüküm verecektir”2 buyuran Cenâb-ı Hak, bir diğer âyette, “Rabbin muhakkak aralarında Kendi hükmünü verecektir. O Azîzdir, Alîmdir”3 buyurmaktadır.
Bedîüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hakkın atâ, kazâ ve kader namında üç kanunu vardır. Kader, bir şey hakkında verilen karar; kazâ, o kararın infâzı; atâ ise o kararın infazdan affedilmesi demektir. Atâ kazâyı, kazâ da kaderi bozabilmektedir. Yumuşak bir otun damarlarının sert ve katı taşı delmesi gibi, Allah dilerse atâ, kazâ kanununun kat’iyetini delmektedir. Kazâ da ok gibi kader kararlarını delmektedir. Yani atânın kazâya nisbeti, kazânın kadere nisbeti gibidir. Başka bir ifâdeyle atâ, kazâ kanununda bir istisnâdır. Kazâ da kader kanununun bütünlüğünden çıkışıdır. Bu hakîkate vâkıf olan bir ârif; “Yâ İlâhî! İyiliklerim Senin atândandır. Kötülüklerim de Senin kazândandır. Eğer atân olmasaydı helâk olurdum!” demelidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak her ne kadar bir “takdir” çerçevesinde iş yapıyor ise de irâdesi, emri ve hükmü her an hâkimdir ve kaderin önündedir.4
Her şeyin meydana gelişinde Allah’ın emrinin, hükmünün ve irâdesinin esas olduğunu, Cenâb-ı Hakkın “Kün!” emriyle dilediği şeyi dilediği zamanda ansızın yarattığını beyan eden5 Bedîüzzaman, insanlığın ve varlıkların bütün istidâtlarıyla istedikleri ebedî hayatı, tüm insanlık, hayat sahibi tüm varlıklar ve tüm kâinat nâmına, Fahr-i Kâinat Efendimizin (a.s.m.) Kâdîü’l-Hâcâttan istediğini ve verilmesi için niyazda bulunduğunu kaydeder.6
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenâb-ı Hak her duâya cevap verir. Ancak cevap vermek ayrı, kabûl etmek ayrıdır. Duâları kabûl etmek ve istenenin aynısını vermek, Kâdiü’l-Hâcâtın hikmetine bağlıdır.7 Cenâb-ı Hak, kulundan duâ talep eder; çünkü, duâ bir ibâdettir. Meyvesi âhirette alınacaktır. Dünyevî maksatlar ise, duâ ve ibâdetin husûsî vakitleridirler, gayeleri değildirler. Cenâb-ı Hakkın her hükmünde sonsuz hikmet pırıltılarını keşfetmek için gözü kapalı olmamak yeterlidir.8
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 241
2- Yunus Sûresi: 93
3- Neml Sûresi: 78
4- Mesnevî-i Nuriye, s. 175
5- A.g.e., s. 91
6- Sözler, s. 70
7- A.g.e., s. 286
8- A.g.e., s. 287
|
05.06.2006
|
|
Nurdan Kıssalar
“Senin ağzın bozulmasın!”
Meşhur şair Nâbiğa’nın kıssa-i meşhuresidir ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında bir şiirini okumuş. Şu fıkra:
“Şerefimiz göğe çıktı; biz daha üstüne çıkmak istiyoruz.”
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mülâtafe sûretinde ferman etti: “İlâ eyne yâ Ebâ Leylâ”
Dedi: “İle’l-Cenneti yâ Resûlallah”
Yani, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, lâtife olarak dedi: “Gökten öbür tarafa nereyi istiyorsun ki, şiirinde orayı niyet ediyorsun?”
Nâbiğa dedi: “Göklerin fevkinde Cennete gitmek istiyoruz.”
Sonra bir mânidar şiirini daha okudu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm duâ etti: “Senin ağzın bozulmasın.”
İşte, o duâ-yı Nebevî’nin bereketiyle, o Nâbiğa, yüz yirmi yaşında bir dişi noksan olmadı. Hattâ bazı bir dişi düştüğü vakit, yerine bir daha geliyordu.
Mektûbât, s. 145
|
05.06.2006
|
|
Cevşenü'l Kebir'den
Allah’ım! Senden şu isimlerinin hakkı için istiyorum ve yalvarıyorum:
1. Ey sebepleri takdir eden Müsebbib,
2. Ey itaatkâr kullarını kendisine yaklaştıran Mukarrib,
3. Ey eşyayı hikmetle peş peşe getiren Muakkib,
4. Ey kullarının kalblerini halden hale değiştiren Mukallib,
5. Ey her şeye bir miktar tesbit eden Mukaddir,
6. Ey her şeyi düzene koyan Mürettib,
7. Ey kullarını iyiliğe teşvik eden Murağğib,
8. Ey kullarına öğüt veren Müzekkir,
9. Ey mahlûkatı var eden Mükevvin,
10. Ey sonsuz büyüklük ve azamet sahibi Mütekebbir,
Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar.
|
05.06.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden
Kendini mihenk yapıp, başkalarını tenkit etme
Herkes yükü kendi gücü kadar çekebilir. Öyle ise sen kendi gücünün başardığı şeyleri, başkalarında görmezsen, kendini mihenk yapıp onları tenkit etmemelisin. Kendinde bir üstünlük vehmedip gurura düşmemelisin. Onlar kabiliyetlerine göre ne kadar hizmet görseler ind-i İlâhîde ihlâsa binâen makbuldür.
Ey ferâsetli ve müdebbir ehl-i hizmet! Omuz omuza verip çalışmaya çok muhtaç olduğunu, tek başına veya ekalliyette kaldığın zaman muvaffakiyetsizliğe düşeceğini her gün hatırla ve bu hakikati bir karta yazıp cebine koy ki, günde on defa nefsine ihtar edebilesin.
|
05.06.2006
|
|
Nurdan Bir Kelime
Tahavvülât-ı zerrât
Evet, tahavvülât-ı zerrât, âlem-i gaybdan olan her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamâta medâr ve ilim ve emr-i İlâhînin bir unvânı olan İmâm-ı Mübîn’in düsturları ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hâzır ve âlem-i şehâdetten teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medâr ve kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn’den istinsah ile ve seyyâl zamanın hakikati ve sahife-i misâliyesi olan Levh-i Mahv, İspat’ta kelimât-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve mânidar ihtizâzâttır. Sözler, s. 505
|
05.06.2006
|
|
|
|