|
|
Faruk ÇAKIR |
İstanbul ne ki, Erzurum yayla |
|
Haftasonunu MÜSİAD’ın dâvetlisi olarak Erzurum’da geçirdik.
Anadolu’nun yaşadığı sıkıntıların yanı sıra, her şehrimizin kendisine has güzellikleri de var. Yılların ihmali sonucu büyük şehirlere doğru yaşanan göç, MÜSİAD’ın öncülük ettiği çalışmalarla yavaşlatılmaya, belki de sona erdirilmeye çalışılıyor. MÜSİAD’ın 27 şube başkanı ve yönetim kurulu üyelerinin katıldığı Genel İdare Kurulu toplantısı bu defa Erzurum’da yapıldı. MÜSİAD, Anadoluya destek olabilmek için GİK toplantılarını, şubelerinin olduğu illerde yapıyor. Bu bile, büyük şehirlerdeki işadamlarının Anadolu ile kaynaşmasını sağlayan güzel bir davranış.
Program çerçevesinde Erzurum’un tarihî ve turistik yerlerini de gezdik.
Palandöken kayak merkezinde Haziran’da ‘kayak’ yapıldığına (gösteri maksadıyla da olsa) şahit olduk. Aynı zamanda Türkiye’nin sahip olduğu güzelliklerden yeterince haberdar olmadığımızı bu vesile ile bir defa daha görmüş olduk. Turizm deyince akıllara sadece plaj ve deniz sahillerinin geliyor olması Türkiye’nin turizm potansiyeline yapılan büyük bir kötülük olsa gerek. Yabancı turistlerin, bu değerlere daha fazla ilgi gösterdiği görülüyor.
Şu söylenebilir: “Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu Avrupa ve dünya ölçeğinde tatil yapamıyor, böyle bir imkânı yok.” Bu doğru bir tesbittir. Ancak Avrupa ayarında para harcayan işadamlarımızın, tatil deyince akıllarına Avrupa ve Uzakdoğu ülkelerinin geldiği de bir vakıa.
MÜSİAD Başkanı Ömer Bolat’ın doğru bir şekilde ifade ettiği gibi, işadamlarımız bayi toplantılarını Anadolu şehirlerinde yapsa ve buraları hem tanıyıp, hem de maddî katkı sağlasa fena mı olur? Erzurum’daki toplantıya ekonomideki son tartışmalar da damga vurmuş.
TÜSİAD’ın hükümeti eleştiren açıklamaları, toplantıda konuşan Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın da gündemindeydi. İşadamlarına, Türkiye’nin gerçeklerini unutmaması gerektiğini hatırlatan Akdağ, “İnsanoğlu unutkanlık hastalığıyla hastalıklıdır. Ama eleştirirken de insaflı olmak gerekir” dedi.
MÜSİAD’ın GİK toplantısındaki konuşmalardan ortaya çıkan bir nokta da, bürokrasinin önümüzde duran en büyük engel olduğudur. Toplantıda konuşan Erzurum Valisi Cemalettin Güvenç, bürokrasiden o kadar şikâyetçi oldu ki, konuşan kişinin vali olduğunu bilmeyen birisinin, bu konuşmayı bir bürokratın yaptığını tahmin etmesi mümkün değildi.
MÜSİAD, tarım konusunda da önemli bir yatırıma imza attı. 30 yıl önce temeli atılan bir fabrikayı (arsasıyla birlikte) Hazine’den kiralayıp, organik süt üretimi yatırımı yapmış. Bunun için, bakanlar ve Erzurum Valisi de yoğun gayret göstermelerine rağmen ancak bir yılda bürokratik işlemleri tamamlayabilmişler. İşte, Erzurum Valisinin ‘ağır konuşması’nın ardında da bu gerçek yatıyor. Anlayacağınız, bürokrasiden sadece siyasetçiler değil; insaflı bürokratlar da şikâyetçi...
Erzurum’un tarihî yerlerini gezince her yerde olduğu gibi orada da hüzünlendik... Ecdadımızın yaptığı eserleri maalesef bizler koruyamamışız. Meselâ, Çifte Minareli Medrese bu ihmale çok güzel bir örnek. Mihmandarlarımızdan aldığımız bilgiye göre, restorasyonu için çalışmalar başlamış ve epey kaynak ayrılmış. Ancak çok geç kalmış bir gayret olduğunu da söylemek icap ediyor. Gerek minareleri ve gerekse iç ve dış mekânlarında ciddî tahribat olmuş. Yine mihmandarımızdan aldığımız bilgiye göre, neredeyse medreseye bitişik şekilde yeni dükkânlar/inşaatlar yapılıyor. Bu inşaatı yapanın da Erzurum Büyükşehir Belediyesi olduğunu duyunca cidden şaşırdık. Aynı bölgede eskiden de binalar varmış ve üniversitenin de tavsiyesiyle yıkılmış. Fakat bu defa yeni bina/dükkân yapılmaya başlanmış.
Erzurum’da bu durum tartışma konusu...
Temellerin atıldığını bizzat gördük...
Siyasî ve ekonomik istikrar bozulmadığı müddetçe, Türkiye’nin kalkınmaması için hiçbir sebep yok. İstikrar da ancak Türkiye’yi ‘idare’ edenlerin milletle kaynaşması ve barışmasıyla mümkün olabilir. Erzurum’da bunun bir örneği yaşanıyor.
Darısı bütün illerimizin başına...
05.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin Uçal ABDULLAH |
Eşe destek |
|
Soru: Evli bir bayanım. Eşim işsiz kaldı. Maddî açıdan da sıkıntılı günler yaşıyoruz. Haliyle bu durum ikimizi de üzüyor ve eşim pek belli etmese de bu durum onu çok etkiliyor. Ve eşime destek olmak istiyorum, ama üzüntüsünü pek belli etmiyor. Ve teselli edişimi akıl veriyor gibi algılamasını istemiyorum. Ona nasıl yaklaşmalıyım? Nasıl destek olabilirim bu süreçte?
Öncelikle eşinizin işsiz kalması ikiniz için de zorlu bir durum olduğu muhakkak, geçmiş olsun. Erkeğin (koca) ailedeki rolü daha ziyade maddî sorumluluğu yüklenmek olduğundan, bu durum eşiniz için ciddî bir kaygı ve üzüntü kaynağı oluşturmakta.
Ailenin yaşadığı zorluklar evliliğin kritik dönemleridir. Bu dönemi sağlıkla atlatmaya çalıştığınızda aranızdaki ilişki kendi üzerine katlanarak büyüyeceğinden birlikteliğiniz olumlu yönde pekişecektir.
Aksi takdirde yaşanan olumsuz süreci birbirinizi suçlayarak, benliğinizi zedeleyerek devam ettirirseniz her ne kadar aranızda köklü bir sevgi varolsa da zamanla aşına aşına erozyona uğrayacaktır.
Her kayıp dinamiği “derin acı”yı taşır. Eşiniz erkeğin temel rolü olan maddî sorumluluğunu yerine getiremediğinden bazen acı, bazen utanç, bazen üzüntü, bazen de öfke hissedecektir.
Belki hiç istemeden ve/veya farkına varmadan tüm bu duygularını size yansıtabilir. Önceden tahammül gösterdiği ilişkinizin birçok anlarına karşı
İnsan psikolojisi gereği herhangi bir olumsuzluğa ve haksızlığa maruz kaldığında ya öfkeli bir tutum oluşturur ya da öfkesini pasif-agresif bir direnişle gösterir. Meselâ, kızgınlığını sözel ya da şiddetle ifade etmeyip, ilişkiden kendini tedrici olarak çekebilir, sizinleyken sizsiz gibi.
Tüm bu yaşananlara karşı eşinize nasıl yaklaşmalısınız?
1) Psikolojik anlamda her an yanında olmaya çalışın ve bunu hem sözel, hem de davranışlarınızla belli edin.
2) Maruz kaldığı durumun zamanla düzeleceğini ve bu konuda ona güvendiğinizi belirtin.
3) Madem tesellilerinizin akıl vermek gibi algılanabileceğini ifade etmişsiniz o halde akıl vermek yerine duyguları ile empati (kendinizi onun yerine koyun) kurun.
4) Duygularını size rahatça ifade etmesi için ona duygusal sahalar oluşturun. Bunun içinse onu yargılamayacağınızdan, eleştirmeyeceğinizden, küçük düşürmeyeceğinizden emin olmalı ki duygularını incinmeden aktarabilsin.
5) Ya da yavaş yavaş bu durumun onu içe dönüklüğe sürüklediğini fark ettiğinizde eşinizi sosyal ortamlara ve yakın ilişkilere çekmeye çalışın. Örneğin; arkadaş toplantılarına katılıyorsanız bu ilişkilerinize ara vermeden devam etmelisiniz. Yoksa her kaçış kendinizden ve realiteden kaçıştır.
6) Unutmayalım ki aslında tüm yaşananlar bize kendimizi öğreten ve eğiten imtihan süreçleridir. Ve yaşadığımız her ilişki benliğimizi deneyimleme vasıtalarıdır. Deneyim denilen olgu yaşanan olaylardan elde edilen bilgi topluluğudur. O halde her imtihan kulluk ve insanlık duruşunun öğreticileridir.
Sabır ve duâ ile.
05.06.2006
E-Posta:
ice_bakı[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Hissettiklerimiz de önemlidir |
|
Yeni fizik algısının insan davranışlarıyla ilgili yaklaşımlarında yine, şartlar ve duruma göre karar verme ve net bir durumun olmadığı hükmü ortaya konmaktadır. Bu anlamda fiilin gerçek anlamını tarif edebilmek kişinin niyeti ile çok yakından alâkalı olmalı ve gözlemcinin olay üzerindeki etkileri bu anlamda dikkate alınmalıdır. Bu anlamda niyet fiilin tanımında merkezî bir konuma gelmektedir. Niyet, aslında fiilin özü ve kimliği gibidir. Zahirî tezahürleri ne olursa olsun ve hangi sonucu doğurursa doğursun, fiilin melekutî boyutunu ve Rab ile kul arasındaki ilişkiler ağı içerisindeki anlamını niyet belirleyecektir. Bu anlamda hayat, dışa yansıyanlardan çok, içte hissedilenlerin önemli olduğu enfüsî ve ferdî bir imtihana dönüşür.
Her fiilin ne niyetle yapıldığı ve varlığa hangi nazar ile bakıldığı durumu, her an yeniden şekillendirilen varlık tablolarının kulun âlemine yansıma şeklini belirler. Adeta ortada nötr bir varlık tablosu vardır ve bu insanlar adedince aynalardan yansır. O tablo yansıdığı her bir aynada farklı bir renk ve görünüm alır. Aynanın rengini ve görüntüsünü belirleyen ana unsurlar ise bakış açısı ve niyetler olmalıdır. Her tablo yansıdığı aynanın rengini alır. Tablo zahire bakan akla göre çirkin olarak tanımlansa bile ayna güzellik eksenli yansıtıyorsa aynada yansıyan ya da aynaya yansıyan şekli güzeldir. Güzel görenin güzel düşünmesi ve güzel düşünenin hayatından lezzet alması böyle bir şey olsa gerektir.
Yine bir fiilin işlediği fiilin iyilik ya da kötülük olarak adlandırılabilmesi için farkındalık çok önemlidir. Belki bir imtihana muhatap olan insanın diğer varlıklardan ayrıldığı en önemli yanı budur. Yani kişi fiilin açacağı sonuçların farkında olarak ve o sonuçların ortaya çıkmasına niyet ederek irade beyan ettiğinde ya da teşebbüs ettiğinde o fiilin sorumluluklarını taşıma ve ortaya çıkaracağı olumlu sonuçlardan pay alma durumuna gelir. Her an varlık tablosu şekillendirilirken istek ve iradesine başvurulduğu izlenimi kâinat kitabından edinilen insan, bu anlamda istek ve niyetleri ile bir anlam ve değer kazanır.
Ancak insanın ve varlığın yaratılışında bazı haller sadece duâ etmek ve ardından sadece mukabil durmakla ortaya çıkar. Bu haller uçucu ve üzerine yoğunlaşıldığında belirginleşmeyen, flulaşan ve çoğu zaman kaybolan hallerdir. Belki bunlar insan aynasında onun istek ve iradesinden bağımsız olarak yansıyan fıtrî işleyişin uzantılarıdır. İstek ve irade netleştirmez ve kaybolmalarına yol açar. Niyet ve istek bir anlamda lâtif şeyleri katılaştıran ve maddileştiren bir boyut taşıdıkları için bazı lâtif kavramlarda yokedici etki taşırlar. Meselâ kar tanesi büyük bir letafetle dantela gibi dokunmuştur. Elinize alıp incelemek istediğinizde kaybolur. Bazı mânâları çok netleştiremediğiniz halde çok farklı duygular yaşatır. Netleştirmeye kalkıştığınızda mânâ yaşattığı duygularla birlikte kaybolur. Çöldeki serap gibidirler.
İnsan yaratılışında bazı haller, sadece içteki fıtrî bir niyeti ancak bunun kendi tarafından şekillendirilen fiil görüntüsünden uzaklığı gerekli kılar. Meselâ, mütevazi olmak fıtrî bir haldir. Kişinin iç âleminde bu hali güzel görmesi bu hali yaşamak için bir duâdır. Ancak mütevazi olmak niyeti ile bir fiil ortaya koymaya çalışması tevazu halini yapmacık bir şekle büründürür. Yine niyet ederek kibir hali sergilemek kibirin gerçekte olmadığına işaret eder. Küçük çocuklarda bu hal sıklıkla gözlemlenmektedir. Bazı haller niyet edilerek yaşanmaya çalışıldığına tamamen farklı noktalara götürürler. Meselâ rahatlamak, huzur bulmak için özel bir gayret tamamen aksi sonuç doğurur. Aynen uykuya dalmak için niyet edildiğinde uykunun iyice kaçması gibi. Üzüntü, gam ve keder gibi duygular da insanın her arzu ettiğinde yaşanan haller değildir, niyet edilerek yaşandığında tam aksi sonuçlar doğurabilirler.
Varlıkla olan ilişkilerimizden ve kâinat kitabını okurken yaşadığımız duygulardan anlaşılmaktadır ki, bazı haller fıtrîdir ve vicdanda hissedilir. Bu alan ise kulun anlık olarak şekillendirebildiği üzerinde oynayabildiği ve net olarak kavrayabildiği bir alan değildir. Şuuraltında cereyan eden ve şuurla kavranan ve his boyutunda yaşanan hallerdir. Beyinde retiküler sistem içinde yer alması muhtemel bu alanlarda niyet ve arzular ile şekillendirmek yerine güneşin sıcaklığını ve nurunu yansıtmasını talep etmek ve bu yönde bir duâ anlamına gelen mukabil durmak yeterlidir. Niyetlerle şekil vermeye çalışmak, objenin netliğini bozacak ya da görüntünün kaybolmasına sebep olacaktır. Belki de kabul etmemiz gereken en önemli nokta, her şeyin elimizde olmadığı niyet ve iradenin her sonucu doğuramayacağı ve elimizdeki en büyük gücün samîmî ve içten, hatta pek çok zaman kelimelere bile dökülmemiş duâlarımız olduğudur.
05.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Dejenerasyon |
|
Dünyanın süper gücü diye bilinen Amerika hakkında ne çok hikâyeler dinledik. Orada her şey mükemmel işliyor, hiçbir kusur yok. Sağlıktan ekonomiye, sosyal hayattan siyasete her şey yolunda. Ne yapıp edip oraya kapak atmak lâzım. Türkiye çok geride kalmış öyle ya... Nedense her konuda kendimizi yere batırıp sözde “muhteşem Amerika”yı göklere çıkartıyoruz. “Ya hep, ya hiç” diye düşünen bir millet olarak mübalâğa san'atında elimize su dökülemez.
Hangi kangrenleşmiş sorun daha elzem bilemiyorum fakat Amerika’daki sosyal hayatın içler acısı hali bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan çok daha trajik. Türkiye’nin Tv programlarında (özellikle bayanlara özel hazırlanan ve içi boş) aile kavramının eritilip yok edilmek istendiği çok açık. Fakat Amerika’nın fazlasıyla izleyici potansiyeline sahip olduğu bir programda “aile” olmak için ne büyük çabalar sarf edildiğini görüyoruz. Çocuklarını terk eden babalar, sürekli DNA testine ihtiyaç duyan anneler, babasını tanımayan banka çocukları ve acı. Bunun yanında aynı Amerika’da Tv izlerken sürekli kanal geçmek zorunda kalmıyorsunuz (ahlâka mugayir programlar yüzünden). Bu durum maalesef ki Türkiye için geçerli.
“Birlikte yaşamak” kavramının artık çok normal karşılandığı bir ülkede yaşıyoruz. “Bir günaha alışmak”tan daha büyük nasıl bir acı olabilir ki? (Başını açarak okumak zorunda kalan kızlarımız vicdanî rahatsızlığı ne kadar yaşıyorlar? Bunu bizzat yaşamış birisi olarak söylüyorum—hangimiz o acıyı her saniye iliklerimizde hissettik? Hiçbirimiz. Gün geldi alıştık ve değiştik.) Hiçbir acı, ilk karşılandığı gibi kalmaz, eğer bu değişim olmazsa yaşanmaz diyebilirsiniz, ancak mânevî değerlerimizdeki en ufak (olumsuz) bir değişimin kaos teoremindeki (kelebek etkisi) zincirleme halkayı oluşturacağını ve bir başka mecrada da aynı “umursamazlığı” yaşayacağımızı unutmamalıyız. Sebepler bağlamında cüz'î iradenin hakkını teslim etmek gerekir. Beynimizi yanlış kodlama lüksüne sahip değiliz.
Sürü psikolojisinden kurtulmak, herkesin yaptığını doğru sanmamak, sessiz çığlıkla da olsa tepki vermek durumundayız. Bu dejenerasyona daha ne kadar seyirci kalınabilir ki?
“Ya insanlara iyilikleri emredip onları kötülüklerden uzaklaştırırsınız (emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker) ya da Allah sizin başınıza en şerlilerinizi musallat eder; sonra da ne büyüklerinize saygı gösterilir, ne de küçüklerinize merhamet edilir. O zaman en hayırlılarınız duâ eder de kabul edilmez; istiğfar edersiniz de mağfiret olunmazsınız; yardım istersiniz ama size yardım da edilmez.” (Hadis-i Şerif)
Amerika’da bir teknik okulun kıyafet kuralları: Kesinlikle mini etek, askılı buluz giymek yasak. Eğer illâ ki giyecekseniz, üstüne ceket giyin ve eğer ceketinizi çıkartacaksanız, sizi eve göndeririz haberiniz olsun. Buna inanabiliyor musunuz? Tersine dünya, Müslüman olmayan bir ülkenin herhangi bir okulunda alınan kararlar bunlar.
Amerikalılaşmayı matah bir şey sananlara bu sözüm. Onlar açılıp saçılmayı çağdaş bulmuyorlar. Tam aksine en açık kıyafetlerle dolaşan zenciler, Amerika’da hâlâ 3. sınıf vatandaş olarak tanınıyorlar.
İdolümüzün kim olduğuna karar verelim, biz kime ya da kimlere benzemeye çalışıyoruz?
Sürekli hatırlamaya ihtiyaç duyduğumuz bir âyet var: “Aklınızı kullanın.”
05.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah ne zaman yardım eder? |
|
Bediüzzaman Hazretleri daha genç yaşlardayken Van Kalesindeki mağaradan ayağı kaymış, düşerken, “Dâvâm!” demişti. Doğrudan aşağıya yuvarlanması gerekirken biraz daha içerde bulunan alttaki mağaraya kavis çizerek düşmüş, kazasız, belâsız kurtulmuştu.
Neydi Bediüzzaman’ın dâvâsı? Allah, peygamber, din, iman, İslâm, Kur’ân, kısacası mukaddesat! Hayatını bu hakikatlere hizmete adamıştı. Birgün Van valisi dostu Tahir Paşa’nın konağında gazetelere baktığında İngiliz meclisinde Sömürgeler Bakanının Kur’ân’ı gösterip, “Bu Kur’ân İslâmların elinde bulundukça, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız” diye hitabını okuduğunda, “Ben de Kur’ân’-ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim” diye feveran etmişti.1
Bediüzzaman’ın bütün derdi İslâmdı. Onun için yaşar, onu düşünür, onu baştacı edinir. “Bana ıztırap veren yalnız İslâmın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir.
“İşte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da, iman kalesinin istikbali selâmette olsa!”2
Din için, iman için didinen, çırpınan, hayatını İslâma hizmete vakfeden Bediüzzaman çok sıkıntılar, çileler çekti. Fakat o ölçüde de Allah’ın yardımını gördü. Çünkü Allah Hac Sûresinin 40. âyetinde şöyle buyuruyor: “Onun dinine yardım edenlere Allah mutlaka yardım eder.”
Evet, Bediüzzaman Hazretleri Allah’ın yardım ve inayetini her zaman hissetti.
Kim Allah’ın dinine hizmeti gaye edinirse Allah’ın yardımı her an onunla beraberdir.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 44.
2- A.g.e., s. 261.
05.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ahlâk ve ahlâkî erozyon |
|
Küçüklere sevgi, büyüklere saygı bir yana, insan hayatına sinek kadar önem verilmediği ve ahlâkın dibe vurduğu şu günlerde, ahlâkı yeniden tanımlamalı ve ahlâklı fertlerle toplum olmanın yollarını tahlil etmeliyiz.
Arapça “huy” anlamındaki “hulk” kelimesinin çoğulu olan ahlâk; güzel seciye, karakter, kişilik, doğru, iyi, hayırlı, olumlu/pozitif bir davranış biçimidir. Ortak tanımı; nefiste iyice yerleşen melekedir ki, fiil ve davranışlar; fikrî bir zorlama olmaksızın ortaya çıkan hâldir,1 şeklindedir. Ancak, psiko-fizyolojik davranışlarla ahlâkî davranışları biri birinden ayırmak gerekir. Bir davranış ve hareketin ahlâkî olabilmesi; *İyi-kötü gibi bir değer taşıması; *İrâdî ve kastî olmasıdır. Psiko-biyo-fizyolojik davranışlar ahlâkî değildir. Bu, bedenin bir ihtiyacının karşılanmasıdır. Ancak, o ihtiyacın karşılanma şekli ahlâkî veya gayr-i ahlâkî olabilir. Davranışı, iradî, kastî olmayan birisinin; kendiliğinden değil; zorlanma veya herhangi bir çıkar hesabıyla hareket etmesi, meselâ korkması veya cömertliği ahlâkî değil; riyâ ve çıkar eseridir. Ahlâkî davranış; Allah’ın emirlerine itaat, yasaklarından sakınmak; yarattıklarını hoş görüp, şefkatle haklarına riayet etmek ve saygılı olmaktır.
Ruhun süsü, davranışlarımızın mayası, iç güzelliğimizin ışığı olan ahlâk, nazarî (teorik) ve pratik/uygulanabilir olmak üzere iki kısma ayrılır. Dolayısıyla ahlâk, mantık gibi bir ilimdir ve aklîdir. Ahlâk ilmi; insan nefsindeki kuvvetleri (enerji boyutlarını) asıl yaratılış gayelerine yönelten kaideleri gösteren;2 faziletler ve reziletler ilmidir ki, nefsi fazîletlerle süsleme ve reziletlerden koruma yollarını gösterir.3 Ahlâk öğretisi ise; ahlâkî hayatın ve fiillerin kanunlarını, prensiplerini, şekillerini, biçimlerini araştıran ilim dalıdır. Dolayısıyla, ahlâkî olanın özünü, müşahhas şekillerini inceleyen ve ahlâk kurallarını hayat içinde ve hayat boyunca geçerli olacak şekilde ortaya koyan kaide ve prensipleri toplayan doktrinlerdir.4 Şu halde ahlâkın konusu, “insan kişiliği, karakteri; iyi-kötü, doğru-yanlışın tesbiti; müsbeti almanın, olumsuzdan sakınmanın yolları ve insanların davranışlarının bütününden ibârettir. Ahlâkın gayesi; maddî-mânevî bir yapıya sahip olan insanın ruhunu, ulvî hesletlerini geliştirip kontrol edebilmek; menfi hislerini kanalize etmek his ve lâtifelerini dengelemek; dolayısıyla huzûr ve mutluluğu yakalamaktır. İslâm ahlâkı, yalnızca bir zamana, ferd ve topluma hatta dünya değil, insanlığın tüm zamanlarını ve katmanlarını, hatta sonsuz hayatı da kapsar.
Dipnotlar: 1- İhya, III, 53; Ta’rifât, s. 68; Kınalızâde, Ahlâk, s. 91; Keşfü ’z-zünûn, I, 35; 2-İlm-i Ahlâk, s. 4; 3- Keşfü’z-Zünûn, I, 35; 4- Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, s. 6
05.06.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Zekât soruları |
|
Mevlüt Çetin: “Annem geçen yıl miras yolu ile 10 milyar TL (Nisan-Mayıs aylarında) aldı. Muhafazası için bana verdiler, ben de kendi izinleri dâhilinde 5 milyarını borç aldım ve şu an her ay ödemekteyim. Paranın kalan kısmı bir finans kurumunda şu an 5200 YTL olarak duruyor ve her ay katlıyor. Benim sorum şu: Annemler maddî açıdan bize (kardeşlerim ve bana) muhtaçlar hiçbir gelirleri yok. Ben bu paradan nasıl zekât vereceğim? Selâm ve duâ ile...”
Allah bütün Müslümanlara doğru parayı, doğru yerlerde sarf etmeyi nasip eylesin. Paranın gelmesinden çok bizim sarfımız önemli. Çünkü sorumluluk çetin. Hesap çetin. Mükafât ise büyük. Meselâ on milyarın zekâtını versek, geri kalanı da israf etmeksizin doğru yerlerde harcasak, on milyar ahirette binlerce defa katlanır.
On milyara zekât düşer. Onların bakımını sizin üstlenmiş olmanız veya bu paranın yarısını borç almış olmanız durumu değiştirmez. Artışa bırakılan on milyarın kırkta bir hesabıyla (yüzde iki buçuk) yıllık zekâtı 250 YTL olur. Bunu bir defada verebileceğiniz gibi, aylara bölüp vermeniz de mümkün. Allah kabul etsin. Amin.
***
Bir okuyucu: “Sizi bir kaç sorum için rahatsız ediyorum. İnşallah bana yardımcı olabilirsiniz. 1) Zekât miktarı konusu: Ben 2003 yılı Mayıs ayında dinen zengin oldum. Ancak şu güne kadar zekât veremedim. Maaşlı çalışan biriyim. Her ay 2003’ten beri 2.000 YTL alan bir olarak, harcamam ise yok denecek kadar az (ayda 300 diyebiliriz). Ne kadar zekât vermeliyim? 2) Zekâtı ağabeyime verebilir miyim? Ağabeyim ayda 400 YTL alıyor, 2 bebeği var, yani durumu çok iyi değil. Evleri sıcak, zekât olarak ona klima alabilir miyim? Kulağından sorunu var, İstanbul’da bir ihtimal çözülebilir ancak 600 YTL lâzım, onu verip zekâttan sayabilir miyim? 3) Faizsiz çalışan bankacılıkta yatırım hesabım var. Bu bankalar gerçekten faizsiz mi? Çünkü hep kâr veriyorlar. Yoksa faizin ismini değiştirip kâr ortaklığı mı diyorlar? 4) Bundan önceki hayatımda miktarı belirsiz bir oranda (yaklaşık olarak biliyorum ama net değilim ) faiz karıştı parama. Nereye verebilirim bu parayı? Hayırlı günler Allah razı olsun.”
1- Allah sizi ve bütün Müslümanları dünyada ve ahirette zengin kılsın. Âmin. 2003 yılı Mayıs ayından 2006 Mayıs ayına kadar üç yıl veya 36 ay geçmiş. Aylık kazancınızı 36 ay ile çarpın. Aylık harcamalarınızı çıkarın. Çıkan rakamın kırkta birini (yüzde iki buçuğunu) bulun. Vermeniz gereken zekâtı bulmuş olursunuz. Bu miktarı elinizden bir çıkarın. Çünkü bu geçmiş zekât borcunuz.
Bundan böyle de ya yıl bitince o yılın zekâtını, ya da yıl bitmeden aylık aldıkça o aya düşen miktarı hemen zekât olarak elinizden çıkarabilirsiniz. Böylece zekât borcunuzu birikmeden ve zorlaştırmadan kolaylıkla vermeniz mümkün olur.
2- Zekâtınızı ağabeyinize verebilirsiniz. Para olarak verip, onu ihtiyaçlarına harcamakta serbest bıraksanız daha sağlıklı olur.
3- Hesabınız olan bankanın faiz mi, yoksa kâr mı verdiğini ilgili bankanın halkla ilişkiler veya ilgili birimleri cevap verebilirler sanırım.
4- Yaklaşık olarak bildiğiniz miktarı doğrudan toplum ve kamu menfaatine hizmet veren bir derneğe veya kuruluşa makbuz karşılığında hibe edebilirsiniz. Çünkü böylece toplumun parası topluma dönmüş olur.
***
İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Şeytan melek midir, yoksa cin midir?”
Şeytan cinlerdendir. Şu âyet bunu bildiriyor: “İblis cinlerdendi.”1
Dipnot: 1- Kehf Sûresi: 50
05.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Okuma seferberliği |
|
Hayatın rengini güzelleştiren nurlu hakikatler, gaflet zamanında uyanık kalanların dünyasına doğar.
Başkasının şevkini uyandıracak, moralini yükseltecek olan hamiyetli fedakârlar, sıkıntılı zamanlarda, rehavetli ortamlarda yılmak, gevşemek bir yana, bilâkis daha bir hareket ve cevvaliyet içinde hayata sarılır ve makbul hizmette bulunurlar.
Böyle olabilmek için de, mutlaka, ama mutlaka bol bol okumak, okunan hakikatleri dinlemek ve bu meyanda derinlemesine düşünmek, tefekkürde bulunmak icap eder.
Zira, yerinde durmakla, rehavete kapılmakla, yahut genel gidişata tembelcesine ayak uydurmakla, kişinin kendisine bile hayrı dokunmaz. Nerede kaldı başkasına faydalı olmak, olabilmek...
Kişinin kendisinde bitmez, tükenmez bir enerji bulunmaz.
Bu sebeple daimî, kudsî, feyizli bir mânevî barajdan beslenmek gerekir.
O tükenmez barajın suyu ise, "Oku!" diye başlayan İlâhî kaynaktan geliyor. Ona yönelmeli, ona dayanmalı ve ondan beslenmeli...
* * *
Yaygın olmakla beraber, yanlış bir kanaat ve algılamaya göre, yaz ayları tatil, atalet, rehavet, tenbellik, gevşeklik, hatta kimine göre düzensizlik ve boş vermişlikle "kendini dağıtma" aylarıdır.
İşte bu telâkki ile hareket edenler, ne yazık ki, kendi elleriyle kıymetli vakitlerini zayi etmenin ötesinde, yüzde yüz zararlı şekilde ömürlerini de heder ediyorlar.
Vakit öldürmeye, ömür tüketmeye âmade olmak ve kendini bu yönde programlamakla ne kazanılır ve ne elde edilir ki?
Giden ömür dakikaları bir daha geri gelmiyor.
Hayat filmini nasıl doldurduysan, aynen öyle kayda geçiyor.
Kırıp döktüğünü bir derece tamir edebilirsin belki; ama, hayat filmini bir daha asla geri döndüremezsin.
O halde, bu filmi en iyi, en güzel, en verimli, en faydalı şekilde doldurmak gerekmez mi?
Akıl, mantık, insaf, vicdan böyle yapmayı gerektirmez mi?
Öyle ama; ya serde gaflet varsa? Ya gaflet perdesi ağırlaşmış, kalınlaşmışsa?
O takdirde, doğru olanı, faydalı olanı nasıl bilecek, nasıl bulacaksın. Zıtları birbirinden nasıl ayıracaksın.
İşte, bütün bu karanlıklar içinde projektör vazifesi görecek olan unsur kitap olduğu gibi, projektörün ışığını ziyadeleştirecek olan da düşünerek okumaktır.
Madem ki öyle, o halde haydi kitap başına, haydi okuma seferberliğine...
* * *
Evet, "okuma seferberliği" diyoruz... Bu, mevsim itibariyle belki de en zor işlerden biridir.
Ama, zaten önemli olan zoru başarmak değil midir? Yeter ki, yapılan işin hayırlı, faydalı olduğuna inanılsın.
Zor zamanda kitap okumanın faydasına ziyadesiyle inandığımız için, biz de hemen her sene birkaç yazıyla da olsa, aynı hakikatin çiçekli yollarında gezintiye çıkıyoruz.
Ayrıca, fırsat buldukça, okuma seferberliğinin tatbik ve icra edildiği dost ve kardeş meclislerine de gidiyor, onlarla hemhal olmaya çalışıyoruz.
Böyle yapmakla, ziyadesiyle feyizyâb olup, ruhen ve beden de rahatladığımızı hissediyoruz.
Acizâne, böylesi bir feyzin harikulâde bereketini ilk kez bundan tâ otuz yıl kadar evvel gördük ve yaşadık ki, bunun izahını kelimelere dökmek, âdeta imkânsız gibi bir şey...
İyisi mi, o feyiz ve bereketin kaynağına yönelmek; eline kitapları alıp doyasıya okumak; okumanın zevkine, erdemine vâsıl olmak...
NOT: Fırsattan istifade, iki gün müddetle—bervech–i târif—okuma seferberliğine inşallah iştirak ediyoruz. Ruhen ve bedenen, az da olsa dinlenmiş olarak Çarşamba günü görüşmek dileğiyle... M.L.S.
Günün Tarihi
Musul'un elden gidişi
5 Haziran 1926: Dönem dönem Türkiye ile bağlantısı gündeme gelen Musul, işte bu tarihte kaybedilmiş oldu.
Tarihî kayıtlarda "Musul meselesi" şeklinde yer alan bu dâvâ, esasında genç Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında masa başında kaybedilmiş bir dâvâdır.
Çünkü, Musul Birinci Dünya Savaşında kaybedilmedi. Tâ Mondros Mütarekesinin imzalandığı 30 Ekim 1918 yılına kadar bile, Musul ve çevresi Osmanlı topraklarına dahildi. Üstelik, asgarî vatan sınırları olan "misâk–ı millî" hudutları içindeydi.
Ne var ki, kısa bir süre sonra İstanbul'u işgal eden İngilizler, aynı tarz hareketle Musul'u da işgal ettiler.
* * *
İstiklâl harbinden sonra, Musul meselesi yine gündemdeydi. Türkiye buradan vazgeçmiş değildi.
Konu, Lozan görüşmelerinde de ele alındı. Türk delegasyonu içinde yer alan Dr. Rıza Nur, Hatırat'ında, heyet başkanı olan İsmet Paşa tarafından Musul'un gerektiği şekilde savunulmadığı ve adeta İngiltere'nin dümen suyuna gidildiğini yazıyor.
Lozan Konferansında kesin çözüme bağlanamayan Musul meselesinin halli, Türkiye–İngiltere ikili görüşmelerine bırakıldı.
19 Mayıs 1924'de, bu maksatla İstanbul'da toplanan Haliç Konferasında da, Türkiye lehinde kayda değer bir ilerleme sağlanamadı.
Meselenin Birleşmiş Milletlere (Cemiyet–i Akvam) intikal ettirilmesine karar verildi.
Oysa, Türkiye henüz bu cemiyetin üyesi bile değildi. İngiltere ise, cemiyette en çok ağırlığı olan bir ülke konumundaydı.
Netice itibariyle, Musul'un Türkiye'den ayrılıp Irak'a bağlanması ve Irak'ın da 25 yıl müddetle İngiltere'nin hegemonyasına terk edilmesine karar verildi.
Bu arada, Türkiye'ye de—adeta sus payı kabilinden—25 yıl boyunca Musul petrollerinden % 10 pay verilmesi kararlaştırıldı.
Ne var ki, anlaşmaya konulan en bir madde ile, "Türkiye, 500 bin İngiliz lirası karşılığında petrol üzerindeki hakkından feragat" ettirilmiştir.
Böylelikle, üzerinde yemin edilen "misâk–ı millî" sınırları, diğer bazı hususlarda olduğu gibi, Musul meselesinde de açıkça ihlâl edilmiş oldu.
05.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Hacı Bayram'da huzur manzaraları |
|
Hacı Bayram’da namaz kılmaya karar vermiştik. O an Ankara’nın hiçbir mekânı bize Hacı Bayram kadar tatlı görünmemişti ki, yol arkadaşım, can yoldaşım Recep Beyle yola revan olmuştuk bile. Zamanımızı değerlendireceğimiz başka bir alternatif aklımıza gelmemişti bile o gün ve o saatte… İnsanların koşuşturmaları ve değişik manzaralarla değişik hâlet-i ruhiye sergilemeleri bizim ilgimizi hiç çekmemiş, doğruca Hacı Bayram’a doğru adım adım yürümeye başlamıştık.
Tipik bir ilkbahar havasının yeşilliklere mânâ katan esintisi altında menzil-i maksudumuza vasıl olmuştuk. Manevî iklime adım atmak için önce maddî temizliğimizi gerçekleştirmemiz gerekmekteydi. Bizler şadırvanda abdest ile manevî temizliğin maddî hazırlığını yaparken rahmet Hacı Bayram Camiini okşamaya başlamıştı bile. Rahmet damlalarının hoşamedi merasimi altında caminin manevî iklimine ayak bastığımız zaman, adeta dünyanın maddeyi hatırlatan manzaraları yerine manevî iklimin huzur esintileri dünyamızı kaplamaya başlamıştı.
Akın akın yediden yetmişe bu camie gelip büyük huşû içinde namazlarını eda eden insanların görüntüleri, ilk etapta caminin adeta insanı büyüleyen bir havası olduğu intibaını vermekteydi. Dakikalarca elpençe-divan huzur-u İlâhide boynu bükük bir şekilde ayakta duran gençlerin kendinden geçmiş haletleri, bizim de ifade edilmesi mümkün olmayan bir ruh haletiyle namaz kılmamıza sebep oldu. Aman ya Rabbi, ne kadar haz vericiydi Hacı Bayram’da dergâh-ı İlâhîde boynu bükük durmak! İnsan, namazın o ruhları yücelten haletinin sona ermesini istemezdi bu mekânda…
Ankara’nın kasavetli maddî ve günahlarla ağırlaşmış havasından kurtulmak için Ankaralıların böyle bir mekâna çok ihtiyaçlarının olduğunu düşündüm. Durum benim düşündüğüm gibi olacaktır ki, camiin kubbesi altında vazife-i insaniyelerini yapmak için gelen mü’minlerin sonu gelmiyordu bir türlü.
Bir kere daha anladım ki, “mevaki-i mübareke”lerde Rabb-i Rahimin huzurunda durmanın ayrı bir manevî havası bulunmaktadır. Bundan dolayı olacaktır ki, Hacı Bayram’da neredeyse günün her anında insanlar namaza durmakta, rükûa gitmekte ve büyük bir mahviyetle secdeye kapanmaktadırlar. Anadolu’nun her köşesinde bulunan manevî bekçiler gibi Hacı Bayram Camii de görevini yapmakta ve şeytanların şerlerinden Allah’a sığınmak isteyenlerin sığınağı olmaktadır.
Rabbimize olan borcumuzu Hacı Bayram Camii’nin manevî havası altında eda ettikten sonra hemen aceleyle çıkmamış ve adeta insanlığa, huzura, güzelliklere, iyiliklere açılan pencereleri bu mübarek mekân altında seyretmeye başlamıştık. Sadece biz değil bir çok mü’min olabildiğince bu manevî atmosferden istifade etmek için işi ağırdan alıyorlardı.
Tam düşünceye dalmışken, caminin ön tarafında bir gencin büyük bir nedamet görüntüsü ile namaz kıldığına şahit olmuştuk. Bir türlü bitmek bitmeyen bu namazı eda eden genci çok merak etmiş ve onun namazı bitirmesini beklemeye karar vermiştik. O gencecik bedenin dakikalarca süren namazını hayretlerle seyre dalmıştık. Ama onun hiç acelesi yoktu. Sanki bugününü, Hacı Bayram’da günahlarının affı için Allah’a yalvarmaya ayırmıştı.
Yine caminin başka bir tarafında adeta gözlerini dünyaya kapatırcasına huzurda duran diğer bir genç, biraz ötede yedi-sekiz yaşındaki çocuğuyla huzur ikliminin esintileri altından ayrılmak istemeyen başka bir mü’min ve daha niceleri…
Hacı Bayram’da sanki zaman durmuş, dünyanın bütün sesleri kesilmişti. Mü’minlerin ibadetlerini huşu içinde kılması için lâzım gelen her tedbir alınmış gibiydi. Burada insanlar dünyayı hatırlamayacak, ahiret düşünceleriyle ruhlarını dinlendireceklerdi.
Hacı Bayram Ankaralı mü’minler için huzura açılan önemli bir kapıydı. Buraya gelenler hem huşu içinde namazlarını eda edecek, hem de asırlardır bu kubbe altında kulluk görevlerini yerine getiren milyonlarca insanın ölüm hakikatiyle tanıştıklarını düşünme fırsatını bulacak ve bir kere daha dünyanın faniliğine mühürlerini basacaklardı.
05.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Demokrat Hanımlar |
|
Bir oluşum olarak 8 Mart 2002’de yola çıkan, 2005 Haziran’ından itibaren de bir dernek çatısı altında birleşen Demokrat Hanımlar faaliyetlerini sürdürüyor. Amaçlarını “temelde tüm insan haklarına, özelde ise inanç ve ifade özgürlüğünün bir yansıması olan başörtüsüne getirilen kısıtlamaların kaldırılmasına yönelik kamuoyu oluşturmak” olarak açıklayan dernek mensupları, bu doğrultuda 5 yıldan beri aydınlar, siyasiler, medya mensupları ve sivil toplum temsilcilerine ziyaretler gerçekleştirdi. Başörtüsü yasağının kalkmasına yönelik kampanyalar düzenledi. Gündemi takip ederek gerekli görülen zamanlarda basın açıklamalarında bulundu.
Hiçbir ayırım yapmadan her kesimden siyasetçiye, aydına, STK mensubuna, baskı grubu temsilcisine, kanaat önderlerine gitmeye ve kendilerini anlatmaya özen gösteren Demokrat Hanımlar, yasaklar ve baskılar karşısında sundukları çözüm yollarını kamuoyuyla paylaştılar.
Bu ziyaretler kapsamında; 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Ruşen Çakır, Nevval Sevindi, Mehmet Altan, Nilgün Cerrahoğlu, İskender Pala, Etyen Mahcupyan, İlnur Çevik, Ahmet Şık, Gila Benmayor, Cüneyt Ülsever, Nazlı Ilıcak, Ak-Der Başkanı Havva Kaplan, İHD temsilcisi Av. Eren Keskin ile görüşüldü. CHP ve MHP İstanbul İl Başkanlıklarını da ziyaret eden grup görüşülen herkeste olumlu izlenimler bıraktı. Bu görüşmeler, orijinal ve farklı bulunarak pekçok basın-yayın organında haber ve yorum olarak yer aldı.
Demokratik değerlerin, insan hakları kavramının, kanun önünde eşitlik gibi temel ilkelerin evrensel anlamları ile anlaşılması ve hayata geçirilmesi yönünde duyarlılığı ve özlemi olan herkese ulaşmaya çalışan, çeşitli yaş ve meslek gruplarına mensup kişilerden oluşan Demokrat Hanımlar, dernek bünyesinde eğitim faaliyetleri de gerçekleştiriyor.
***
On üç bininci sayı
21 Şubat 1970 tarihinde yayın hayatına atılan Yeni Asya, 37. yıldönümünde, 13 bininci sayıya ulaşmanın sevincini yaşıyor. Özellikle darbe dönemlerinde keyfî baskılara ve uzun süreli kapatmalara maruz kalmasına rağmen, yayın hayatı boyunca ilke edindiği tavizsiz yayıncılık anlayışıyla hak ve hürriyetlerden yana bir duruş sergileyen gazetemiz, okuyucularının desteğiyle bugünlere geldi. Yakın tarihin önemli dönüm noktalarını teşkil eden olaylar karşısındaki tavrımız ve pek çoğu gündem oluşturmuş manşetlerimiz, birtakım şerli planların bozulmasına ve müsbet gelişmelere kapı açtı.
“Vatan sathını bir mektep yapmak” üzere yola çıkan Yeni Asya’nın, Risâle-i Nurlardan aldığı ölçü ile, teşhis ve değerlendirmelerdeki isabetini, dik duruşunu, yeterli olmayan trajına rağmen müessiriyetini zaman tasdik ediyor. Yeni Asya’nın geniş çevreler üzerinde bıraktığı izlenim “En katî fazîlet odur ki, düşmanları dahi o fazîletin tasdikine şehadet etsin” sırrına iyi bir örnektir.
Biz şuna bütün ruhumuzla inanıyoruz ki her yazı, çizgi, yorum ve manşetimiz duâ hükmüne geçiyor ve manevî âlemde bir tesir icra ediyor. Nice binli sayılara birlikte erişmek temennisiyle...
***
Sağlık sayfası
A’dan Z’ye sağlık konularının yer alacağı müstakil bir sağlık sayfamız bundan böyle haftada bir sizlerle olacak. Sayfada çeşitli hastalıkların teşhis ve tedavi yöntemleri yanında, fıtrî yaşayışla sağlıklı bir hayat arasındaki ilişkiler de ele alınacak. Çağımızın getirdiği psikolojik bunalımların sebep ve sonuçlarının tahlil edileceği yazılarda, özellikle koruyucu hekimlik ve tıbb-ı Nebevî üzerinde de durulacak. Sık rastlanan soruların da cevap bulacağı sayfamız, ağırlıklı olarak Ankara’da öğrenim gören bir grup tıbbîyeli tarafından hazırlanacak.
***
Vcd’ler beğenildi
Kupon neşrine 1 Haziran’da başladığımız Namaz ve Dua seti okuyucularımız tarafından beğenildi. Sûreler, Namaz Öğreniyorum ve Cevşen başlıklı üç cd’den oluşan set yeni abone olan okuyucularımıza peşinen veriliyor. Asya Prodüksiyon sorumlusu Dursun Özsoy, orijinal bir filmin yapım aşamasındaki süreçlerin her bir vcd için ayrı ayrı yaşandığını belirterek, titiz bir çalışmanın ürünü olan bu setin görsel kalitesi ve muhtevasıyla güzel bir yaz hediyesi olacağının altını çizdi.
Hepinize iyi haftalar diliyoruz.
05.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Değişen üçgen |
|
31 Mayıs 2006 akşamı saat 21:00 sularında merkezî stüdyoları Beyrut’ta olan el Alem Kanalı’nda güncel bir tartışma vardı. İsrail Dışişleri Bakanı Tzibi Livni ve Lavros’un Türkiye ziyaretleri ve ne mânâya geldiği ele alınıyordu. Stüdyo konukları arasında Lübnanlı Muhammed Nureddin, Filistin’den bir başka konuk ve Türkiye’den bendeniz ve Faik Bulut vardı.
Livni ziyareti çerçevesinde Türkiye’nin bölge politikası yeniden masaya yatırıldı. Türkiye bölgede yeni bir rol arayışında mıydı, yoksa geleneksel politikalarını mı sürdürüyordu? Hükümete rağmen Muhammed Nureddin’in kafasında Türkiye şablonu gayet netti. 1 Mart tezkeresinden itibaren Türkiye-Amerikan politikalarında eksen kayması olsa bile Türkiye’nin bölgede özel bir rol almasına başta İsrail ve ABD karşı çıkar ve izin vermezdi. Özellikle Filistin-İsrail ekseninde. Ancak onlar namına ve onlara vekaleten olursa ikincil bir rol almasına izin verebilirler. Bu da karşı taraf açısından redde konu olur. Türkiye’yi kendi yanlarında tutma arzularına paralel biçimde onun bağımsız bir rol oynamasına izin vermek istemezler.
Bu hususta Muhammed Nureddin gayet yerinde düşünceler serdetti ve şunları söyledi: “Tzibi Livni’nin Türkiye ziyaretiyle Ehud Olmert’in Washington ziyaretinin zamanlaması çok dikkat çekici. Başbakan olarak Olmert ilk ziyaretini Washington’a yaptı. Livni ise ilk ziyaretini Türkiye’ye gerçekleştirdi. Bu da üç ülke arasında bir üçgen ve çapraz ilişki olduğunu ortaya koyar....” Nureddin’in istidrak kabilinden bir tahlil cümlesi fevkalâde isabetliydi ve şöyle dedi: “Türkiye’nin bölgede İsrail ve ABD açısından özel rolü yok, özel konumu vardır.” Bu cümle akşama damgasını vurdu. Ben de benzeri şeyler söyledim. İsrail’in Türkiye’nin arabuluculuğunu istemeyeceğini, isteyebileceği tek arabuluculuğun ABD olduğunu, ama işine gelmediğinde onu bile reddettiğini hatırlattım.
***
Aslında bu üçgen meselesi eski bir mesele. İsrail’in kuruluşu sırasında Ben Gurion’un bir fikri vardı. Arap çevreyi, ‘Düşman kuşağı’ ile kuşatmak. Bunun için de üçgen formülü bulunmuştu. Daha İsrail kurulmadan 1947 yılında bu formül ortaya atılmıştı. İsrail’e hasım olan Arap ülkelerini bölgesel bir halka ile muhkem bir şekilde kuşatmak. İsrail zihninde bu üçlüyü şöyle şekillendirmişti: Türkiye, İran ve Etiyopya.
1979’daki devrimle birlikte İran bu üçgenden çekilmiş oldu. Etiyopya’nın gücü ise azaldı ve onun yerini bir şekilde daha küçük çapta da olsa Eritre almaya başladı. Bu ülke ile Kızıldeniz üzerinden Arapları kuşatıyor. 1 Mart tezkeresinin reddinden sonra da Etiyopya gibi Türkiye de ruhen üçgenden yavaş yavaş sıyrılmaya ve kopmaya başladı. Grossman’ın dediği gibi bunu belirleyen objektif şartlar oldu. Eritre’ye paralel olarak Türkiye’nin yerini de Kürt oluşumlar almaya başladı. 1 Mart tezkeresinden itibaren üçgenin ayakları yeniden şekilleniyor. Türkiye’nin yerini yavaş yavaş defacto Kürt oluşumu aldı veya alıyor. Asıl soru şu: Bu yeni ayak Türkiye’nin boşluğunu doldurabilecek mi? O kadar uzun boylu değil. Elbette dolduramaz.
***
İsrail’i bugüne kadar yaşatan hem bölgesel üçgen, hem de uluslararası üçgendi. Uluslararası üçgen de Türkiye ile birlikte ABD de vardı. Ama objektif şartlar nedeniyle Türkiye ile İsrail yavaş yavaş boşanıyor. Livni: “Ortak değerlerimiz Atatürk değerleridir’ dese de Türkiye ile İsrail arasındaki hissî mesafe açılıyor. Belki ileride ikinci Golde Meir olabilirse Livni, Barzani ve Talabani’ye şöyle seslendiğini duyabilirsiniz: “Ortak değerlerimiz baba Molla Barzani değerleridir...”
Üçgenin ayakları bir kez bozulmuştur. Eritre ve Kürdistan protez ayaklar olarak İsrail’in işini görmeyecektir. İsrail bu üçgenin (Türkiye, İsrail ve ABD) kaybolmasıyla kaybolacak ve tarih sahnesinden silinecektir.
Tarih tersinden okunamaz.
05.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Madalya takalım |
|
“Nöbette sucuklu yumurta yerken, ihtilâl yapmaya karar verdik” demişti Orhan Kabibay 27 Mayıs’la ilgili anılarında.
Resneli Niyazi ise padişaha karşı başkaldırmak üzere adamlarıyla birlikte Makedonya dağlarına çıkmıştı.
Resneli Niyazi geyiğin askerlerine yol gösteren ilâhî bir güce sahip olduğuna inandığı için, Bab-ı Ali baskınından sonra tebrikleri kabul eden heyetin başına geyiğini geçirmişti.
Zamane çeteleri ise chat yaparken internette tanışıyor, mail grupları daha sonra eylem grubuna dönüşüyor.
Bu yüzden de operasyonlarda ilk ele geçirilen bilgisayarların hard diski oluyor.
İlginç bir dönemden geçiyoruz. Her yeni çete bulundukça fotoğrafın daha da netleşmesini beklerken, zihinler daha da karışıyor. Siyasetin başşehri Ankara’yı sisler vadisi haline getirmeye yönelik işlere şahit oluyoruz.
Burada ne olduğuna dair bir karışıklık yok. Türkiye’nin çok iyi bildiği ve her 10 yılda bir şahit olduğu darbe öncesi hazırlık evresinden geçiyoruz.
Geçmişi cuntalarla dolu olan ve başarılı, başarısız onca ihtilâle maruz kalmış bir ülke olarak bunu en iyi biz anlarız.
Burada bir zihin bulanıklığı yok. Çok tanıdık bir fotoğrafla karşı karşıyayız. Demokratik duruş noktasında bir bulanıklık.
Konuyu biraz daha açmak istiyorum.
Türk Silâhlı Kuvvetlerinin en seçkin birliklerinin yetiştirildiği, Özel Kuvvetler Komutanlığından Nuri Bozkır isimli bir yüzbaşı Sauna Çetesi diye bir örgütün içinde çıkmış. Suçu sabit görülüp, Askerî Mahkeme tarafından tutuklanmış.
Ardından Eryaman’da bir eve yapılan baskında aralarında yüzbaşı ve astsubay rütbesinde muvazzaf subay ve astsubaylar ile emekli astsubayların bulunduğu bir örgüt yakalanmış. Kendilerine Atabeyler adını veren örgütün kullandığı evlerde yapılan aramalarda C-4 patlayıcılar, bir mahalleyi havaya uçuracak kadar C-4 yapımında kullanılan mühimmat, uzun ve kısa namlulu silâhlar ile bomba atar yakalanmış. Çok önemli bir cunta ele geçirilmiş, çok önemli bir hücre çökertilmiş.
Bu durumda ne yapılması gerekir. Soruşturmanın derinleştirilerek, ordu içindeki bağlantılarının, sivil uzantılarının ortaya çıkarılması için, asker, sivil ve siyasetçi elele verip, işbirliği yapar.
Kamuoyunu oluşturan medya ve sivil toplum kuruluşları ile demokratik refleksleri geliştirmek ve kamuoyu baskısı oluşturmak için harekete geçer.
Demokratik irade ve darbe karşısındaki sivil duruş bu şekilde kazanılır.
Peki bizde ne oluyor.
Çeteyle ilgili haberler bazı gazetelere telefon eden meçhul bir şahıs tarafından genelkurmayın önüne zarf içinde verilmiş mi verilmemiş mi?
Darbe yapmak, iktidarı devirmek için silâhlı cunta kuranı değil, bunu ortaya çıkaranı, silâhlı örgüt üyesini değil, bunu haber yapanı cezalandıracağız neredeyse.
Sanki bir cunta patlayıcılarla, silâhlarla, krokilerle ele geçirilmemiş.
Oldu olacak bir de madalya takalım adamlara.
Faruk Güventürk’ün yakalanmasıyla ortaya çıkan ve 9 subay olayı olarak bilinen cunta ele geçirildiğinde Celal Bayar, “Yılanı kuyruğundan yakaladık. Aman bu işin bağlantılarını ortaya çıkarın” demişti. Demokrat Parti yöneticileri Bayar’ın bu uyarısına yeterince dikkat etmediler. İşte o 9 subayların çekirdeğini oluşturduğu grup 27 Mayıs’ta ihtilâl yaptı.
27 Mayıs’ı yapanların başında tek bir general vardı. Hepsi yüzbaşı, binbaşı, albay seviyesindeki subaylardı. İhtilâl olduğunda generaller yüzbaşılara selâm durdu. Adı, emrinde ordusu kalmayan genelkurmay başkanına çıkan Orgeneral Rüştü Erdelhun kendi emrindeki yüzbaşılar tarafından tokatlandı, bakanlar çöp kamyonunda taşınıp, tekmelendi.
Bu sorun AKP iktidarının değil, öncelikle ordunun sorunu.
27 Mayıs’ta emir komuta zinciri bozulup, Afrika cumhuriyetleri gibi üst üste darbe girişimlerine maruz kalan Türk Silâhlı Kuvvetleri emir komuta zincirini yıllar sonra ancak sağlayabildi.
Bu sebeple öncelikle ordu içinde cuntaların oluşması ordunun sorunu ve öncelikli olarak cunta olaylarının üzerine Genelkurmay’ın gitmesi gerekiyor.
05.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|