Geçen Pazar günü yapılan Ortaöğretim Kurumları Sınavından (OKS) sonra, önümüzdeki Pazar günü de üniversite adaylarının ter dökeceği en kapsamlı sınav (ÖSS) maratonu yaşanacak.
OKS maratonunu 812 bin aday koştu; ÖSS'de ise bunun yaklaşık iki misli kadar üniversite adayı, istikbâlini şekillendirecek olan iş ve meslek hayatı hakkında çetin bir imtihana tabi olacak.
Buna göre, yüz binlerce aile, günler, haftalar, hatta aylardır, büyük bir heyecan ve gerilim içinde çocuklarının durumuyla yakından ilgileniyor demektir.
Hatta, bazı aileler var ki, her iki sınava da iştirak eden çocuklara sahip. Kolay değil tabiî; Allah yardımcıları olsun. Kuvvetle muhtemeldir ki, bu durumdaki aileler, çocuklarından çok daha büyük bir stres içinde sınav heyecanı yaşıyor.
* * *
Gelişmiş ülkelerde, bu tarz yüksek gerilimli durumlar pek yaşanmaz; ya da yaşanması çok nadirdir.
Zira, öğrenciler eğitim sürecinin daha ilk safhalarından itibaren meslekî alanlara yönlendirilir. Bir öğrenci hangi alanda temel eğitimi almışsa, ileriki safhalarda da aynı yönde eğitime devam etmesi sağlanır.
Bu sebeple, çoğu ülkelerde üniversite sınavı diye bir ölüm-kalım engeliyle karşılaşmaz. Seviye tesbiti veya birtakım elemeler yapılır belki; ancak, bir sahada kendini yetiştirmiş adaylar için akademik eğitim koridoru sonuna kadar açık tutulur.
Dolayısıyla, isteyen kişi istediği kadar kendini yetiştirmeye, bilgisini geliştirmeye çalışabilir.
Bizde ise, maalesef böyle bir imkân henüz sağlanabilmiş değil. İstediği kadar bilgili, çalışkan, geyretli ol; yine de bazı engelleri aşamazsın, hele hele bazı okullara asla giremezsin. Çünkü, puanın tutsa bile seni almazlar. Yani, senin için yasaklı alanlar, sakıncalı meslekler var. Oralara giremezsin, oralarda okuyamazsın.
* * *
Sınav günü ve saati yaklaşırken, dikkat edilmesi gereken bazı hususlar. Uzmanlar, gerekli uyarılarda ve açıklamalarda bulunuyor: Stresten, aşırı heyecandan uzak durmak; kendini "Mutlaka kazanmalıyım" gibi şartlandırmalardan uzak tutmak; uyku ve beslenme düzenine dikkat etmek gibi...
ÖSS, mutlaka hayatta önemli bir merhale. Ancak, hayatın yegâne gayesi veya olmazsa olmaz şartlarından biri değildir. Kaldı ki, adayların üçte birinin dahi kazanması imkânsız. Maalesef ki, sistem ve şartlar böyle...
Buna göre, kişi elinden geleni yapar, gerisini ise Allah'a bırakır ve neticeyi tevekkül ile bekler.
Hâsılı, hakkımızda neyin hayırlı olduğunu biz bilemeyiz. Bunu hakkıyla bilecek olan, bizi yaratan ve bizi bizden dahi iyi bilendir. Neticede O'na güvenmeli ve O'na dayanmalıyız.
Günün Tarihi
Cemil Meriç'in nazarında İslâm tefekkürü
13 Haziran 1987: Mütefekkir, yazar Cemil Meriç vefât etti.
1916 Hatay doğumlu olan Meriç, okuya okuya gözlerini kaybetmiş şahsiyetli bir fikir adamıdır.
Vefatından birkaç sene evvel, önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi. Bu yüzden uzun müddet yatalak halde kaldı. Ancak, yine de zihni melekeyi kaybetmedi.
Hayatının son yıllarında tanıma şansını yakaladığı Bediüzzaman Said Nursî ve eserleri olan Nur Risâleleri ile ilgili olarak, yazılı/sözlü çok tesirli ve sitayişkâr beyanlarda bulunan Meriç, Üstad Bediüzzaman'ın "celâdet" noktasında bir kahraman olduğuna ve bu asırda İslâm tefekkürünü temsil makamında bulunduğuna inandığını söyledi.
İşte, bu konularla ilgili olarak 1981'de Cemil Meriç'le yapılan bir mülâkattan (iki suâl, iki cevap) kısacık bir bölüm...
Korkmayan bir mücadele adamı: Said Nursî
Suâl (İ. Işık): "Vak'a–yı Hayriye'den (Tanzimat'tan) beri (1839) bizde İslâm tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır" diyorsunuz. Bunun...
Cevap(C. Meriç): Çıkmamıştır. Said Nursî var. Hürmete lâyık başka bir adam tanımıyorum. Ben onu tanıdım.
Ben, 'Müslüman mütefekkir' deyince, celâdetiyle, cihadetiyle onu tanıdım, başka tanımadım.
Hepsi 'Pırt!' deyince kaçan, firar eden insanlar. Mehmet Akif de dahil. Bir tane başka göremedim ki...
Ama, mâzide var. Onları da yazdım. Ben Tanzimat'tan bugüne kadar gelen Türk edebiyatını, Türk düşüncesini gayet iyi bilirim. Bunların arasında iki tanesini çok seviyorum: Cevdet Paşayla Tunus'lu Hayreddin. Ötekiler karışık.
Namık Kemâl şairdir. Severim, ama şair olarak severim. Aynı zamanda İslâmı müdafaa eden bir şairdir. O tarafını da beğenirim. Diğerlerini de öyle.. Yani, bunlar şairdirler, İslâm tefekkürü diye bir tefekkürün içine giremezler. Ama, İslâmın müdafiidirler, zaman zaman.
Saygı gösteririm. Bahsederken hürmetle bahsederim. Ama, benim uğraşma saham değil bunlar. İnsan her şeyle uğraşmaz, her şeyi bilemez ki...
Evet, Tanzimat'ta sonra büyük İslâm mütefekkiri yok. Olsaydı, zaten bu hale gelmezdik. Yani olsaydı, bir mücadele olurdu.
Hiçbir mücadele olmadı. Giyin dediklerini giydik, atın dediklerini attık. Dili de mahvettik...
Bütün bu cinayetler olurken, herkes pustu, sindi... Tek sesini çıkaran Said Nursî oldu, o kadar.
Şahsiyet, celâdet demektir
Sual (İ. Işık): Bu yüzden mi celâdetine daha fazla önem verdiniz?
Cevap (C. Meriç): Tabiî, son derece mühim. İslâm, celâdet demektir. Başka bir şey değil.
Şahsiyet, celâdet demektir. (Yerine göre) kabadayılık demektir. Hiçbir tehlikeye girmeden, hiçbir şey olmaz. Fakaat, o kısım ayrı mesele.
İslâm tefekkürü bakımından Said Nursî'nin değeri nedir? O ayrı bir tetkik mevzuudur. Bu dâvâda, benim ele aldığım dâvâda, mühim olan insanların insan olması, şahsiyetli olması, kahraman olması, celâdet göstermesidir.
Bunlar beşerî kıymetlerdir. İslâmın bu kıymetlere sahip olduğuna inanıyorum.
Elbette. Zaten (İslâmlar) bu kıymetlere sahip olmasaydı, dünyayı istilâ edemez, muzafferiyetler kazanmazdı. Kazandı ve bu celâdeti kaybettiği gün, düştü, sukût etti... Her darbeye, her zıpçıktıya teslim olan bir hale geldi.
Günahlarımız büyüktür, maalesef. Ve günahlarımızın başında celâdet mahrumiyeti gelir; medenî cesaretten mahrumiyet, yani.
(Yeni Devir, 9 Ocak 1981)
13.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|