Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

İlk değil, son olsun!



İsrail’in Filistinlilere yaptığı zulmü ve haksızlığı anlatmakla bitirmek mümkün değil. Tamamen keyfî, tamamen haksız, tamamen kanunsuz ve “Ben yaptım oldu” mantığıyla hareket eden İsrail, gösterilen tepkileri de duymak istemiyor.

Tabiî İsrail’in bu tavrı, bu günün meselesi değil. Aleyhinde alınan onlarca BM kararını ‘yok’ kabul eden bu anlayış, adeta dünya ile, insanlık ile dalga geçiyor...

Son hadiseye bakalım: Bunca tartışmadan sonra nisbeten huzura kavuşan Filistin’i keyfî bir şekilde bombalamaya devam ediyor. Son hadisede, plajda piknik yapan masum sivillere, savaş gemisinden bomba yağdırıyor ve çoğu çocuk 10 kişi ölüyor, 40 kişi de yaralanıyor. Bombalama sonrası yapılan açıklamalarda “Konunun araştırıldığı” ifade ediliyor ki bu insanlık ile apaçık ‘dalga geçme’ anlamı taşır.

İsrail’in sivil Filistinlileri tamamen keyfî bir şekilde (Belki de tatbikat yapmışlardır!) bombalaması sonrası ABD’den destek mesajı alması ise işin tuzu biberi olmuştur. ABD, Gazze Şeridi’ndeki bombalama sonrası yaptığı açıklamada “Bu ülkenin kendini savunma hakkı olduğunu” söylemiş. (Bugün, 11 Haziran 2006)

“Kendini savunma hakkı” dünya üzerinde sadece Amerika ve İsrail’e mi aittir? Yanlışı bu derece hararetle alkışlamak kime yakışır? İsrail cephesindeki ‘yetkililer’ de güya “İş kazası mı değil mi?” konusunu araştıracaklarmış... Neyse ki, ‘üst düzey bir ordu yetkilisi’ ilk soruşturma doğrultusunda bombaların donanmaya ait gemilerden birinden geldiğini doğrulamış.

Tek sevindirici gelişme, insaf sahibi İsrail vatandaşlarının; İsrail’in yaptığı bu yanlışa karşı çıkmış olmalarıdır. İsrail askerlerinin Gazze’deki bir plaja düzenlediği saldırıda ailesinin tamamını kaybeden 10 yaşındaki Filistinli Huda Halya’nın görüntüleri, İsraillileri de şok etmiş.

İsrailli yazar David Grosmann gazetedeki makalesinde, ‘’Gazze plajında hayatı gözlerimizin önünde paramparça olan küçük kızın bakışı, yıllardır içine dalmış bulunduğumuz uyuşukluğun içinden bizleri çekip çıkarmalıdır’’ ifadesini kullanmış. Grosmann, ‘’Bir güvenlik yetkilileri çetesinin, on yıllardır içinde yaşadığımız ölümcül saldırılar ve misillemeler tuzağına bizi kapatmasını daha ne kadar kabul edeceğiz?’’ demiş.

Öte yandan insaf sahibi İsrailliler, Gazze’deki plajı hedef alan İsrail bombardımanını protesto etmek amacıyla İsrail Genelkurmay Başkanı Dan Halutz’un Tel Aviv’deki evinin önünde gösteri düzenlemiş. Gösteri sırasında ‘’katil’’ diye bağıranlar arasında İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in kızı da yer almış. İşte, İsrail’i bitirecek ve mazlûm Filistinlileri sevindirecek bir gelişme. İnşallah, İsrail’in zulmü; İsrailliler tarafından da reddedilecek.

Üzücü olan bir nokta da, Türkiye’deki ‘bir kısım medya’nın İsrail’in işlediği bu katliâmı haber verirken bile HAMAS’ı suçlar şekilde yayın yapmasıdır. Bu katliâm haberi “Hamas 16 aylık ateşkesi bozdu” başlığıyla mı verilmeliydi? Bu yaklaşım, İsrail’in zulmünü örtbas etmek anlamına gelmez mi?

Allah’ım, mazlûm Filistinlilere yardım et. Bu çetin imtihanı kazanmalarını kolaylaştır. Amin.

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Ağlama efekti



Gülme efekti koymayın, konuşmalarımızın üzerine. Hayatın acısını da tatlısını da, gülünesi tarafıyla ağlanası tarafını da biliyoruz. Nerede konuşmak, nerede susmak, nerede gülümsemek, nerede ağırbaşlı kalmak gerektiğinin farkındayız.

Bizi güldürmek için, öyle çok fazla fizik gücü kullanmanıza, atraksiyon yapmanıza gerek yok; biraz zeki olun, yeter. Biraz bizi tanıyın, biraz bizden olun, aramıza katılın yeter.

Parayla topladığınız kalabalıklar gülüyor diye, parayla tuttuğunuz adamlar her dediğinize katlanıyor diye, karınlarımıza ağrılar girene kadar güleceğimiz yanılgısından vazgeçin artık.

Bizim gündelik hayatımızda, kişisel ilişkilerimizde, aile bağlarımızda hiç öyle şarlatanlıklar, komik geçinen tuhaf kişiler olmadığı halde, hayatın tuhaflıkları, zıtlıkları, acaiplikleri karşısında gülebiliyoruz.

Farklı dünyaların insanlarıyız belli. Siz komik sandığınız aynı espriyi (espri zannettiğiniz şeyi) her hafta yaparak, komik olduğunuzu düşünebilirsiniz. Bizse sizin komik değil, gülünç olduğunuza karar verebiliriz ancak. Gülünç ve acınası.

Hayır acıdığımız siz değilsiniz; acıdığımız hayatta en gülünesi kişinin siz olduğunuz, en komik esprinin sizin yaptıklarınız olduğunu sanan; hayatta şöyle zekice bir espriye gülememiş, bunun tadına varamamış kalabalıklar.

Yazık ki, mizahı siz sanıyorlar. Yazık ki, rezaleti mizah sanıyorlar. Yazık ki, rezalet kılığındaki bir hayatı yaşamayı olağan sayıyorlar.

Sizden, utanma refleksi beklemiyoruz elbette. Şöyle içten bir özrü bile fazla iyimser buluyoruz. “Bir daha yapmam” sözleri de tatmin etmiyor. Sadece sessizlik, uzun, belki hiç kesilmeyecek bir sessizlik içinde bulunmanız, bizim tek dileğimiz.

Sizden komiklik beklemiyoruz. Espri ummuyoruz. Bizi güldürmenizi istemiyoruz.

Hayatta gülünecek o kadar çok şey, anlatılacak o kadar fıkra, tebessüm edilecek o kadar güzellik varken, sizin sululuklarınız, çirkinlikleriniz sinirlerimizi bozuyor.

Lütfen sadece susun ve ortalıklarda görünmeyin.

Size özenenlere, benzeyenlere, sizin farklı isimdeki versiyonlarınıza söyleyin, onlar da sussun, onlar da girmesin hayatımıza.

Çok şey mi istiyoruz ki…

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Rahmet Peygamberi



“Bu Kur’ân Mekke ile Tâif gibi iki büyük şehirde bulunan bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler.

“Yoksa Allah’ın rahmetini onlar mı paylaştırıyor? Onların dünya hayatındaki maişetlerini Biz paylaştırdık ve birbirlerine işlerini gördürsünler diye onların kimine diğerinden üstün imkânlar verdik. Rabbinin rahmeti ise, onların biriktirdikleri şeylerden hayırlıdır.”

Zuhruf Sûresinin 31 ve 32. âyetlerinde Mekke müşriklerinin üstünlük olarak zenginlik, soy ve sopu esas almaları üzerine Efendimizin (a.s.m.) peygamberliğini hazmedemeyişlerine böyle cevap veriliyordu. Mekke’nin zenginlerinden olan Velid bin Muğire, Efendimizin (a.s.m.) yetimliği sebebiyle bir türlü peygamberliğini kabullenemiyor, zengin olduğu için peygamberliğe ya kendisinin ya da Taifli Ebû Amr bin Umeyr es-Sakafî’nin lâyık olduğuna inanıyordu. Oysa İslâm soya, sopa, zenginliğe değil takvaya bakıyordu. Kaldı ki Allah Resûlü yetimdi, zengin değildi, ama soyca onların en şereflisiydi.

Âyette “Allah’ın rahmetini onlar mı paylaştırıyor?” buyurulurken Efendimizin (a.s.m.) rahmet oluşuna da dikkat çekiliyor.

Evet, Efendimiz (a.s.m.) başlıbaşına bir rahmettir. Kur’ân buyurmuyor muydu, “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik”1 diye. Bizzat kendisi de düşmanların verdiği sıkıntılar karşısında lânet etmesi istendiğinde, “Ben lânetçi olarak değil, rahmet olarak gönderildim”2 diye buyuracak, kendisinin “hediye edilmiş bir rahmet” olduğunu bildirecekti.3

O sadece insanlık için değil, tüm kâinat için bir rahmettir. Zerreden küreye, bitkilerden insanlara kadar her şey için… Mü’min-kâfir herkes için…

Evet, o en büyük bir ikram, hediye edilmiş rahmet, en büyük bir nimettir. Hem de sayısız nimetlere vesile olan bir rahmet ve nimet… Nitekim Kur’ân buna şöyle dikkat çeker: “Gerçekten Allah mü’minlere içlerinden bir peygamber göndermekle bir nimet bağışladı…”4

Sayısız nimetlerin anlaşılmasına vesile olan böylesine büyük bir rahmet ve nimetin değeri, ancak farkına varıldığında bilinir. Bu da ancak inandıklarımızın şuuruna vararak yaşamakla olur.

O rahmet ve nimet olmasaydı her şey anlamsız, cansız, ölü, ruhsuz ve karanlıkta kalmaz mıydı?

Bütün mesele bunun farkına vararak yaşayabilmekte.

Dipnotlar:

1- Enbiya Sûresi: 107. 2- Müslim, Birr: 87. 3- Hakim, Müstedrek, 1:38; Darimî, Mukaddime: 3. 4- Âl-i İmran Sûresi: 164.

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Güneşten Ehad ismine bir yolculuk



Balıkesir’den Nuray Bozok: “Sözler’de 14. Lem’a 2. Makam 2. Sırda geçen, ‘Mecmu-u ziyasındaki güneşin zatını mülâhaza etmek için…’ ifadesini açıklayabilir misiniz?”

Bahsedilen yer Ehad ve Vahid isimlerini mukayeseli olarak anlatıyor. Bediüzzaman Hazretleri, Allah’ın bir tek varlık iken, böyle hadsiz yerlerde, hadsiz işleri nasıl külfetsiz, zorlanmadan ve kolayca yaptığını ve tüm kâinata nasıl birden hükmettiğini aklına sığıştıramayanlara çeşitli örneklerle cevap veriyor.

Malûm; akıl izah edemediği zaman kolayca inkâra sapabiliyor. Meselâ aklın, bütün bu yeryüzündeki ışığın bir tek güneşe ait olduğunu, bir tek güneşten geldiğini, geniş çaplı düşünemediği için kavrayamadığını ve ışıkta boğularak güneşi göremediğini farz etsek, yeryüzündeki her bir parlak şeye bakması ve güneşin zatını yansıma yoluyla her bir parlak şeyde görmesi akla önerilecektir. Çünkü ışıkta boğulup güneşi bulamayan akıl, her bir parlak şeyde güneşin aksini görünce güneşi kavrayabilecektir.

Güneş misalinde olduğu gibi, eğer Cenâb-ı Allah her bir zerrede, her bir canlıda, her bir şeyde Kendi varlığının tecellilerini ve isimlerinin cilvelerini göstermemiş olsaydı, akıl bir tek Yaratıcının bütün kâinatı yarattığını kavramakta zorluk çekerdi.

Bir tek güneşin, birliği ile beraber bütün dünyada, bütün parlak ve şeffaf şeylerde, bütün cam parçacıklarında ve kabarcıklarda aynı anda ışığıyla, ısısıyla, yedi rengiyle yansımasını, güneşin o şeylerin hepsinde birlikte, aynı anda bulunması olarak değerlendiren Bediüzzaman, Allah’ın bin bir isminden yalnız Nur ismine mazhar olan güneşin, böyle bir tek somut varlık iken, bütün yerlerde büyük işlere böylesine mazhar oluşunu akıl nasıl kabul ediyorsa, Allah’ın da zatının birliği ile beraber sonsuz işleri bir anda yapmasının, bütün kâinatı bir anda idare etmesinin, evirip çevirmesinin, yönetmesinin ve tasarrufu altında bulundurmasının akıldan uzak olamayacağını kaydediyor.1

Sözler’de diğer bir örnekte bir ağacı nazara veriyor Bedîüzzaman. En az on bin meyvesi bulunan bir çınar ağacının her bir meyvesinin en az yüzer kanatlı çekirdeği olduğunu var sayalım. Bir milyon çekirdeğin etrafa dağıldığını farz etsek, çekirdekler ne kadar uzaklara yayılmış olursa olsun, bahar mevsiminde bir anda bir milyon çekirdeğin hepsinde birden hayat ukdesinin belirdiğini, hepsine aynı kanununa tabi olarak hayat verildiğini, net bir biçimde gözlemleyebiliriz. İşte bu durum, Allah katında hiçbir işin, bir diğer işe mani olmadığını ispat eden ve irade sıfatının küçücük bir tecellîsini çınar ağacının çekirdeklerinde okutan bir gözlemdir.

Allah’ın irade sıfatının bir küçük tecellîsi böyle bir milyon yerde vasıtasız, aracısız, bir ve aynı anda, bir milyon işe nasıl hükmediyor ise, Cenâb-ı Hakkın hadsiz kudret ve iradesinin bütün kâinat ağacına da aynı anda hükmettiğini ve tasarrufta bulunduğunu, bir işin bir işe mâni olmadığını aklımız kabul etmelidir. Çünkü Cenâb-ı Hakkın birlik sırrının kuşatma alanından hiçbir şey saklanamaz, hiçbir şey gizlenemez, hiçbir iş Ona ağır gelmez.2

Ehad isminin “İsm-i Azam”ın yedincisi olduğunu beyan eden3 ve eserlerinde tevhide büyük önem veren Bediüzzaman’a göre, her şey, her şeyle bağlıdır. Bir şey, her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halk eden, her şeyi halk edenden başkası değildir. Öyle ise, bir şeyi yapan ve yaratanın Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olması zarurîdir.4

Bedîüzzaman, ehadiyet cilvesini, güneşin her bir parlak şeydeki aksinin müşahedesi ile izah ederek, Allah’ın Ehadiyetinin her bir şeyde, her bir hayat sahibinde, bilhassa insanın mahiyet aynasında kavranmasını, akılların çoklukta boğulmaması ve tevhid inancını daha kolay kavraması açısından önemli görür.5

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 558 2- Sözler, s. 559 3- Şuâlar, s. 11 4- Mesnevî-i Nûriye, s. 211 5- Sözler, s. 15-16

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Sınav maratonu



Geçen Pazar günü yapılan Ortaöğretim Kurumları Sınavından (OKS) sonra, önümüzdeki Pazar günü de üniversite adaylarının ter dökeceği en kapsamlı sınav (ÖSS) maratonu yaşanacak.

OKS maratonunu 812 bin aday koştu; ÖSS'de ise bunun yaklaşık iki misli kadar üniversite adayı, istikbâlini şekillendirecek olan iş ve meslek hayatı hakkında çetin bir imtihana tabi olacak.

Buna göre, yüz binlerce aile, günler, haftalar, hatta aylardır, büyük bir heyecan ve gerilim içinde çocuklarının durumuyla yakından ilgileniyor demektir.

Hatta, bazı aileler var ki, her iki sınava da iştirak eden çocuklara sahip. Kolay değil tabiî; Allah yardımcıları olsun. Kuvvetle muhtemeldir ki, bu durumdaki aileler, çocuklarından çok daha büyük bir stres içinde sınav heyecanı yaşıyor.

* * *

Gelişmiş ülkelerde, bu tarz yüksek gerilimli durumlar pek yaşanmaz; ya da yaşanması çok nadirdir.

Zira, öğrenciler eğitim sürecinin daha ilk safhalarından itibaren meslekî alanlara yönlendirilir. Bir öğrenci hangi alanda temel eğitimi almışsa, ileriki safhalarda da aynı yönde eğitime devam etmesi sağlanır.

Bu sebeple, çoğu ülkelerde üniversite sınavı diye bir ölüm-kalım engeliyle karşılaşmaz. Seviye tesbiti veya birtakım elemeler yapılır belki; ancak, bir sahada kendini yetiştirmiş adaylar için akademik eğitim koridoru sonuna kadar açık tutulur.

Dolayısıyla, isteyen kişi istediği kadar kendini yetiştirmeye, bilgisini geliştirmeye çalışabilir.

Bizde ise, maalesef böyle bir imkân henüz sağlanabilmiş değil. İstediği kadar bilgili, çalışkan, geyretli ol; yine de bazı engelleri aşamazsın, hele hele bazı okullara asla giremezsin. Çünkü, puanın tutsa bile seni almazlar. Yani, senin için yasaklı alanlar, sakıncalı meslekler var. Oralara giremezsin, oralarda okuyamazsın.

* * *

Sınav günü ve saati yaklaşırken, dikkat edilmesi gereken bazı hususlar. Uzmanlar, gerekli uyarılarda ve açıklamalarda bulunuyor: Stresten, aşırı heyecandan uzak durmak; kendini "Mutlaka kazanmalıyım" gibi şartlandırmalardan uzak tutmak; uyku ve beslenme düzenine dikkat etmek gibi...

ÖSS, mutlaka hayatta önemli bir merhale. Ancak, hayatın yegâne gayesi veya olmazsa olmaz şartlarından biri değildir. Kaldı ki, adayların üçte birinin dahi kazanması imkânsız. Maalesef ki, sistem ve şartlar böyle...

Buna göre, kişi elinden geleni yapar, gerisini ise Allah'a bırakır ve neticeyi tevekkül ile bekler.

Hâsılı, hakkımızda neyin hayırlı olduğunu biz bilemeyiz. Bunu hakkıyla bilecek olan, bizi yaratan ve bizi bizden dahi iyi bilendir. Neticede O'na güvenmeli ve O'na dayanmalıyız.

Günün Tarihi

Cemil Meriç'in nazarında İslâm tefekkürü

13 Haziran 1987: Mütefekkir, yazar Cemil Meriç vefât etti.

1916 Hatay doğumlu olan Meriç, okuya okuya gözlerini kaybetmiş şahsiyetli bir fikir adamıdır.

Vefatından birkaç sene evvel, önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi. Bu yüzden uzun müddet yatalak halde kaldı. Ancak, yine de zihni melekeyi kaybetmedi.

Hayatının son yıllarında tanıma şansını yakaladığı Bediüzzaman Said Nursî ve eserleri olan Nur Risâleleri ile ilgili olarak, yazılı/sözlü çok tesirli ve sitayişkâr beyanlarda bulunan Meriç, Üstad Bediüzzaman'ın "celâdet" noktasında bir kahraman olduğuna ve bu asırda İslâm tefekkürünü temsil makamında bulunduğuna inandığını söyledi.

İşte, bu konularla ilgili olarak 1981'de Cemil Meriç'le yapılan bir mülâkattan (iki suâl, iki cevap) kısacık bir bölüm...

Korkmayan bir mücadele adamı: Said Nursî

Suâl (İ. Işık): "Vak'a–yı Hayriye'den (Tanzimat'tan) beri (1839) bizde İslâm tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır" diyorsunuz. Bunun...

Cevap(C. Meriç): Çıkmamıştır. Said Nursî var. Hürmete lâyık başka bir adam tanımıyorum. Ben onu tanıdım.

Ben, 'Müslüman mütefekkir' deyince, celâdetiyle, cihadetiyle onu tanıdım, başka tanımadım.

Hepsi 'Pırt!' deyince kaçan, firar eden insanlar. Mehmet Akif de dahil. Bir tane başka göremedim ki...

Ama, mâzide var. Onları da yazdım. Ben Tanzimat'tan bugüne kadar gelen Türk edebiyatını, Türk düşüncesini gayet iyi bilirim. Bunların arasında iki tanesini çok seviyorum: Cevdet Paşayla Tunus'lu Hayreddin. Ötekiler karışık.

Namık Kemâl şairdir. Severim, ama şair olarak severim. Aynı zamanda İslâmı müdafaa eden bir şairdir. O tarafını da beğenirim. Diğerlerini de öyle.. Yani, bunlar şairdirler, İslâm tefekkürü diye bir tefekkürün içine giremezler. Ama, İslâmın müdafiidirler, zaman zaman.

Saygı gösteririm. Bahsederken hürmetle bahsederim. Ama, benim uğraşma saham değil bunlar. İnsan her şeyle uğraşmaz, her şeyi bilemez ki...

Evet, Tanzimat'ta sonra büyük İslâm mütefekkiri yok. Olsaydı, zaten bu hale gelmezdik. Yani olsaydı, bir mücadele olurdu.

Hiçbir mücadele olmadı. Giyin dediklerini giydik, atın dediklerini attık. Dili de mahvettik...

Bütün bu cinayetler olurken, herkes pustu, sindi... Tek sesini çıkaran Said Nursî oldu, o kadar.

Şahsiyet, celâdet demektir

Sual (İ. Işık): Bu yüzden mi celâdetine daha fazla önem verdiniz?

Cevap (C. Meriç): Tabiî, son derece mühim. İslâm, celâdet demektir. Başka bir şey değil.

Şahsiyet, celâdet demektir. (Yerine göre) kabadayılık demektir. Hiçbir tehlikeye girmeden, hiçbir şey olmaz. Fakaat, o kısım ayrı mesele.

İslâm tefekkürü bakımından Said Nursî'nin değeri nedir? O ayrı bir tetkik mevzuudur. Bu dâvâda, benim ele aldığım dâvâda, mühim olan insanların insan olması, şahsiyetli olması, kahraman olması, celâdet göstermesidir.

Bunlar beşerî kıymetlerdir. İslâmın bu kıymetlere sahip olduğuna inanıyorum.

Elbette. Zaten (İslâmlar) bu kıymetlere sahip olmasaydı, dünyayı istilâ edemez, muzafferiyetler kazanmazdı. Kazandı ve bu celâdeti kaybettiği gün, düştü, sukût etti... Her darbeye, her zıpçıktıya teslim olan bir hale geldi.

Günahlarımız büyüktür, maalesef. Ve günahlarımızın başında celâdet mahrumiyeti gelir; medenî cesaretten mahrumiyet, yani.

(Yeni Devir, 9 Ocak 1981)

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Allah emreder, güzel olur



Ahlâkın kaynağı İlâhîdir. Ehl-i Sünnetin bu husustaki temel yaklaşımını ortaya koyan Bediüzzaman şu ölçüyü verir: Cenâb-ı Hak bir şeyi emreder, sonra hasen/güzel olur; nehyeder/yasaklar, sonra kabih/çirkin olur. Demek, emir ile, güzellik; nehiy ile, çirkinlik tahakkuk eder.1 Buna “moda” penceresinden bakabiliriz: Modacılar, “Bu sene desen şöyle, renk şöyle, dikim bu tarz olacak” der; güzel karşılanır. Daha önce moda, güzel kabul edilen artık demode oluyor; çirkin telâkki ediliyor. İnsânî değerlendirmeler böyle olursa, elbette her şeyi yoktan yaratan ve her an sayısız san’at eserlerini teşhir eden Sani’-i Hakîm olan Allah; “Güzel” der; güzel olur; “Çirkin!” der; çirkin olur.

İnsan, fiil ve hareketlerinden hangisinin meşrû, hangisinin gayr-i meşrû olduğunu bilemez. Bir âyette, “De ki: Allah kötü olan şeyi emretmez. Allah hakkında bilmediğiniz şeyi nasıl söylersiniz?”2 denilerek çirkin olan bir şeye dikkat çekilirken; bir başkasında “Zinaya yaklaşmayın, o fahişedir/çirkindir”3 diye emredilir. Bir diğerinde de, peygambere uymanın güzel sonuçları nazara verilir: “Kim peygambere imân eder ve güzel işler yaparak halini düzeltirse, işte onlara ne korku vardır, ne de mahzun olacaklardır.”4

Güzel ahlâk medeniyetin hayatıdır. Hürriyet, şeriatın adaplarına uyma ve güzel ahlâkla gelişir. Yüce seciye ve hasletlerin kaynağı Kur’ân ve imândır.5 Öyle ise; mümtaz, etkili, cihanşumûl ahlâk mercii, kaynağı ancak vahye dayanan ahlâk olmalıdır. Dolayısıyla doğru, iyi, hakiki ahlâkın kaynağı peygamberlik müessesesi ve semâvî kitaplardır. Buna binâen, ahlâkın zirvesindeki yüce insan, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”6 buyurur. İlk insan, ilk peygamber Hz. Âdem (as) ile başlayan ahlâk, son peygamber Hz. Muhammed (asm) ile kemâline/olgunluğuna ulaşmış. Hukuk, mimari, sanat, müzik, hattâ tekniğin kaynağı din olduğu gibi; ahlâkın da kaynağı dindir.

İmân esasları ahlâkî normları sonsuzluğa taşıdığı gibi; ibâdetler, muâmelât ve davranış biçimleri de ahlâkî değerleri hem teorik/nazarî, hem de pratik olarak uygulamasını yapar. Şeriatın güzel ahlâk, haslet ve hissiyatları ders verdiğini ifâde eden Bediüzzaman; yüce ahlâkın kaynaşmasından yüksek ahlâk çıktığına7 işâret eder. Güzel seciye ve iyi haslet, yâni, ahlâkî normların başında Allah’a ve yarattıklarına karşı sevgi gelir. Doğruluk, hakperestlik, âdillik, tevazu, ihlâs/samimiyet/içtenlik, ard niyetsizlik, haya-iffet, merhamet, hüsn-ü zan, hürmet, şefkat, iyilik, yardımseverlik, fazilet gibi bir kısım güzel hasletler; İlâhî hakikatlerdir ve imânın gereğidir. Ahlâkı bütün yönleriyle yaşayıp tanımlayanın, “Mü’minin yaptığı her iş hayrına olur. Bir şeye sevinir şükreder; bu onun için hayır olur; felâkete sabrederse bu da onun için hayır olur”8 buyurması da, ahlâkın ulvî duygular bazında da gerçekleştiğinin ipucunu verir.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 250; 2- Kur’ân, A’raf, 28; 3- Agk, İsrâ. 32; 4- Kur’ân, En’am, 48; 5- Tarihçe-i Hayat, s. 198; 6-Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 1; 7- İşârâtü’l-İ’câz, s. 162; 8-Müslim, Zühd, 64

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Şeytanlar ıslâh olur mu?



İçinde misafir olarak yaşadığımız, ancak çoğu zaman ebedî olarak kalacağımızı düşündüğümüz bu dünya gezegeninde; aklı başında olup, kalbi kararmamış olan herkes, her şeyin süt liman olmasını arzulamakta, insanların hiçbir sıkıntı ve huzursuzluk ile karşılaşmadan hayatlarını sürdürmelerini istemektedir.

Dünyamızda insanlar bozgunculuk yapmamış olsaydı, her şey çok güzel bir şekilde sürüp giderdi. Biz istediğimiz kadar, insanların her şeyden çok huzura ve sükûna muhtaç olduğunu söyleyelim ve bunun için de elimizden gelenleri yapalım; ne yazık ki ortalığı karıştıran, canice insanlara zulmedip, kanlarını akıtan kişiler her zaman olduğu gibi sık sık sahneye çıkacak ve meş’um planlarını tatbike koyacaklardır.

Şeytanın peşine düşüp, insî şeytan rolünü üstlenen insanlardan hayır beklemek, onların ıslâhını beklemek biraz değil, oldukça fazla bir iyimserlik olur. Olaylar bize gösteriyor ki, bu dünya var oldukça bir kısım insanlıktan çıkmış güruhlar, insan gibi yaşamak isteyen hemcinslerinin huzurunu bozacaktır. Bunların, bu bir çok hukukları gasb eden faaliyetleri karşısında, rahmanî duygulara sahip olan insanların yapacağı şey, onların bozduklarını tamir etmeye çalışmak olacaktır.

Yanlış roller üstlenip, bütün insanların düzelebileceğini düşünmek ve bunun için mesai sarf etmek boşa kürek sallamaktan başka bir şey değildir. Bu imtihan dünyasında vazifelerini yapmayan, dersine çalışmayan, imtihan olduğu mektebin kurallarına uymayan insanlar elbette sınıfta kalacak ve sınıfta kalmanın sonuçlarına da katlanmak zorunda kalacaklardır.

Bizlerin bu imtihan meydanında yapabileceğimiz, öncelikle imtihanı kazanmaya çalışmak ve çevremizdeki insanların da imtihanı kazanmaları için yardımda bulunmaktır. İmtihanı kazanmamızı gerektirecek faaliyetlerimizden bir tanesi de, çevremizdeki insanların vazifelerini yapmaları için kendilerini ikaz etmektir. İkaz etmekten öte vazife bulunmamaktadır. Zorla, cebirle birilerini bir yerlere taşıma görevi de bizlere verilmemiştir.

Bunlar her zaman düşündüğümüz ve ifade ettiğimiz şeylerdir. Bu gidişle daha çok bu gerçekleri kendi nakıs ifadelerimizle dile getirmeye çalışacağız. Çünkü insanların, mânâ vermekte zorluk çektiğimiz davranışları bizi şaşırtmaya devam etmektedir.

Hadiseler karşısında bazen ümitsizliğe bile düştüğümüz zamanlar oluyor. Böyle zamanlarda hayatın gerçeklerini hatırlamak zorunda kalmaktayız. Yani insanlar imtihan olmaktadır, bir kısmı imtihanı kazanıp Cennette ebedî saadeti kazanacağı gibi, bir kısmı da Cehennem denilen mekâna girmek zorunda kalacaklardır.

Dünya hayatımıza, Rabbimizin bize vaaz ettiği gerçekler nokta-i nazarından bakarsak, “Her şeyde bir hayır vardır” diyerek kâinatın başıboş olmadığını düşünecek ve elde edeceğimiz iman ile yolculuğumuza devam edeceğiz.

Bütün insanların düzelmesini beklemek, problemsiz bir dünya hayatı özlemini yaşayıp beklentiler içinde olmak, zaman kaybetmekten başka bir işe yaramayacaktır. Kim olursa olsun, isterse dünyanın en önemli makamlarında olanlar olsun, isterse dünyanın en etkili silâhları ellerinde bulunduranlar olsun, hiçbir fâni kendisini ölümden kurtaramayacaktır. Biraz sebredersek, ölüm karşısında herkesin nasıl çaresiz kaldığını göreceğiz.

Hiç hayıflanıp dövünmemize gerek yoktur. Hiç, “Bana haksızlık yapanlardan, bana zulmedenlerden hakkımı alamadım” diye üzülmeyelim. Çünkü o kimse yerin altına girse de (ki girecek), o yine bizimle yüzleşecek ve yaptıklarının karşılığını verecektir. Zalimler, mazlûmlara yaptıklarının karşılığı olarak, yakıcı, kaynatıcı çukurlara atılmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır. Onun için rahat olalım. Pencerelerden seyredip, Rabb-i Rahîm’in mahkeme-i kübrasını sabırla bekleyelim.

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Düşünce ormanında okumak



Ormanda yürümek, uzun zamandır bulamadığım bir fırsattı. Geçen Pazar bu şansı yakaladım. Yaz mevsiminin bu ilk ayında, düşünce ormanında yürüyüp, gerçek ormanı teneffüs etmenin hazzı bizi sardı. Sakince, küçük adımlarla ve sadece kendinizi duyduğunuz bir sessizlikte tefekkür denizine dalmanın verdiği bir iç huzurla... Deniz damlaların dâvetçisi, orman ağaçların sembolü ve gördüklerimiz hemcinslerinin temsilcileriydi.

Yağmur sonrası güzel kokunun farklı tonlarıyla buluşmuştuk. Fark ettik ki, yağmur nemlendirmişse toprağı ve toprak çekirdekle kurmuşsa bağı, filizlenmenin ilk dönemi sonrasında yaşanan bir akış başlamıştır. Böyle bir durumda; kabuk kırılmış, buluşma gerçekleşmiş ve tohumun ağaç hayali, meyve vermeye kadar devam edecek bir yolculuğa çıkmıştır artık.

Ormandaki patika yollar, dikkatli ve yavaşça yürümenin farkıyla, kara harekâtı gibi bütün araziye yayılmış karıncalarla sizi karşılıyor. Okumaya çalışıyorum. İlginçtir, hiç duran karınca görmedim. Hepsi hareket halinde. İri olanların yanında çok küçük ve zayıfları da var. Yükünü taşıyanlar ise hedefine gidiyor. Yolları, asla birbiriyle kaza yapacak bir çatışmaya fırsat vermiyor.

Hidrolik esneklik içinde bir manevra ile güzergâhlarını açık tutarak yollarına devam ediyorlar. Yol üzerinde bir karınca yuvasını da ziyaret ettim. Gözlem yaparken, inenler ve çıkanlar, yükünü bırakanlar ve alanlar, her biri kendi başına ve gayr-i nizamî bir yol çizerek hareket halindeler. Yürüyorlar.

Zooloji bilgimin yetersizliği, bazı küçük canlıları isimlendirmeme imkân vermese de, bildiklerim bile bana çok şey öğretti. Karıncalar; kendisiyle, gideceği yerle ve yüküyle ilgili hummalı ve süreklilik içinde bir faaliyetin içinde.

Gördüğüm kaplumbağa ise, durgun ve sabitlenmişçesine gözleri açık bakıyordu. Karşısına geçip, belli bir mesafede rahatsız etmeden ona dikkat ettiğimde, hiç istifini bozmadan ve nefes alış ritmi ile boğazındaki titrekliğin şişen kısmı dışında hep aynı kaldı. Asker miğferi gibi koruyucu kabuğu ve zemine sıkı tutunan ayaklarının, ekskavatör gibi zemine tutunma ve ona istinatla hareket kabiliyeti canlandı kafamda.

Patika yolda yürürken, önümde uçuşan kelebekler “Hoş geldin” deme ihtiyacı duymuş olacaklar ki, dikkat çekmek isteyen nazlı çocuklar gibiydiler. Uçuş koridorlarına bağlı kalmadan bir akrobasi gösterisi yaparak nazendar vücutlarıyla yelken açar gibi kanatlarının özgürlük türküsünü fısıldadılar kulağıma.

Renkleri, farklı desenlerin göz kamaştıran birer modeli adeta. Beşiktaş formasını giymiş ve güvenlik sınırları kadar yakın mesafe dışında uzaklaşan, bir konup bir uçan kelebek çok sevimliydi. Yakınlaştığımızda avaks sistemini devreye sokup havalanıyorlardı. Bir diğeri, kahverengi tonlarının hafif çizgileri ile başka bir güzelliği temsil ediyordu.

Çam ağaçlarının arasında, yere düşmüş kozalara uzanıyoruz. Çoğunluğu ağacından kopmuş. Daha taze ve ağaçtan zamanından önce düşmüş olanlar haliyle olgunlaşan, kozasının kanatlarını açan, kurumuş ve çatlakları ile ayrı bir figür oluşturanlar gibi olamıyorlar. Gelişmemiş, erken düşmüş kozalar kapalı, kanatları açılmamış ve küçük bir top gibi topraktalar.

“Hayvancık” diyebileceğimiz daha küçük böcek türünün çiçeklerin üstünde en imtiyazlı yerine misafir olduklarını ve konduklarını veya yapıştıklarını fark ettik. İster yapışkanlık, ister misafir, isterse ortaklık deyin, birbirini ağırlayan ve kabullenen bir ortamın parçalarını fark ediyorsunuz.

Bu arada yağmurun ıslak zeminde kökünden koparmasa da toprakla bütünleştirdiği ve özelliğini kaybetmeye başlayan mantarlara rastladık. Şapka kısımları dış bükeyliğini korusa da, yere yapışmış vaziyette.

Bir ara, bulutun gölgesinden izin istercesine nazikçe aydınlığını öne çıkaran güneşin hafif ısısını hissettik. Tepemdeki güneşin, serin havada kendi resepsiyonunu güneş tadında ve sıcaklık ayırımında ortaya koyması, doğrusu kâinatın gök kubbedeki haşmetine nazarımızı çeviriyor.

Bulut, nispet yaparcasına tekrar devralıyor atmosferi. Biz etrafımızı incelemeye ve müşahede etmeye devam ediyoruz. Orman sakinliğinde diğer varlıkların dilini çözme merakında, çok da anlamadan bakmaya, bu kadar san'at eserinin karışmadan, karıştırılmadan, nizamlı bir şekilde yaratılışlarının, görevlerinin uyum ve ahengi içinde beraberliklerinin huzuruyla yaşamalarını düşünüyoruz.

İyi ki şu anda haberleri dinlemiyorum. Şu an yeni boğuşmaları, cinayetleri ve zulümleri duymamanın geçici huzuru ile baş başa kaldım. Anladım ki, insanlar huzur için, kâinat sisteminde yardımlaşmaya dayalı bir tanışma ve yakınlaşma örneğinden yararlansalar, uçak kopyasından daha etkin sonuçlara gideceklerdir.

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇİFTKAYA

Avrupa’nın varoluşsal sıkıntıları



Resmî ağızlarda çokça gezse de, bugün Avrupa’yı ne sonuçlarıyla birlikte iflâs etmiş ve postmodern “durum”da vazgeçilmiş Rönesans ve Aydınlanma tanımlayabilir, ne de hümanizm. Ulusal kimliklerin aşılıp ulusötesi bir “Avrupalılık” kimliği de, son yılların kültürel gayretlerine rağmen, henüz oluşturulabilmiş değil. Avrupalıların ancak yüzde 4-5 gibi bir kısmı kendisini öncelikle Avrupalı olarak görüyor; büyük çoğunluk kendisini ulusal kimliğiyle tanımlıyor. Avrupalı olmak ise ancak bir sıfat şeklinde zikrediliyor.

Ve Avrupa, asgarî müştereği olan Hıristiyanlık unsurunu Müslüman bir ülkenin katılımıyla kaybetmek üzere gibi görünüyor. Ancak, Hıristiyanlığın halihazır Avrupa kültürü içindeki rolü ve üzerindeki etkisi fazlasıyla sınırlı.

Siyasî-dinî bir kurum olarak Kilise’nin zayıflaması, (kurumsal) Hıristiyanlığın hem bir hayat tarzı, hem de ahlâk kaynağı olarak bireyler üzerindeki etkisini yok denecek bir düzeye indirmiş durumda. Buna karşılık, ailenin yokoluşu, cinsel yozlaşma, uyuşturucu kullanımının istilası gibi toplumsal sorunlar Avrupa’nın içten çöküşünü işaretliyor ve çözüm bekliyor. Önce varoluşçuluk ve sonra nihilizm bireysel bir hayat tarzı olarak eski Avrupa’nın hakim paradigmalarına bir tepki olarak yükselmiş olsa da, ne toplumsal ne de varoluşsal sorunlara çözüm sunmuyor.

Cenneti dünyaya indirme projesi olarak Avrupa’nın ürettiği “ilerleme” ideolojisi çoktan iflâs etti. Ölüm başta ilerleme olmak üzere bütün bütün dünyevî ve dinkarşıtı ideolojilerin çare bulmaktan aciz kaldığı noktalardan birisini teşkil etmeye devam ediyor. Max Weber’in ifadesiyle “medenî insan”—yani Avrupa insanı—için “ölüm hiçbir anlam taşımıyor, çünkü medenî insan kendisini sonsuz bir ‘ilerleme’ döngüsüne soktu ve bu döngünün tanım gereği sonu yok. Her aşamanın bir adım sonrası var. Son nefesini veren kimse zirveye ulaşmış olarak ölmüyor. Medenî insan daha çok fikir, daha çok bilgi ve daha çok problemle kültürünü sürekli zenginleştirmeye çalışırken, hayata doyamıyor; olsa olsa hayattan yoruluyor. Hayatında eline geçen her şey geçici ve tanımlı olduğu için, ölüm anlamsızlaşıyor. Ölüm anlamsızlaştığı için medenî hayat da anlamsızlaşıyor.”

Ya da Said Nursî’nin “yeryüzünde cennet” projesinin mimarı Avrupa’ya seslendiği Nota’da belirttiği gibi:

Bir adamın küçücük bir konudan dolayı ye’se düşmesi, vehmî bir işten dolayı ümitsizliğe kapılması ve önemsiz bir işten dolayı hayal kırıklığına uğraması sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler ona azap veriyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki, senin uğursuzluğunla kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri tükenen ve bütün elemleri ondan kaynaklanan bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba, geçici, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mes’ut denilebilir mi? İşte, sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun...

Kısacası, tarihin bu kritik dönemecinde, siyasal ve ekonomik sorunlarını bir derece çözmüş, ama bireysel ve varoluşsal düzlemde çözümsüz bir Avrupa var sahnede. İnsaniyeti uyanmış, sorular soran; ama dogmatik Kilise öğretilerinin cevaplarına kanmayan bir Avrupa.

Aydınlanmanın iddiasının aksine, bilimler Avrupa insanının temel sorularına cevaplar getirmedi, sadece sorulara yeni sorular ekledi. Kâinat her bileşeniyle bir soru yumağı olarak hâlâ anlaşılmayı ve çözülmeyi bekliyor. İnsan hayatı hâlâ hayattan daha büyük bir anlamla donandığında yaşamaya değer kazanıyor.

Her insan gibi Avrupa insanı da hâlâ aynı mahiyette. Mutlak acziyetiyle birlikte hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı dayanak noktasına muhtaç; ve mutlak fakirliğiyle beraber hadsiz ihtiyâçlara müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek yardım noktasını arıyor. Bu dayanak ve yardım noktasını ise semavî dinlerin öğrettiği mutlak rahmet ve mutlak kudret sahibi bir Yaratıcı’ya inanmaktan başka bir ideoloji, görüş ya da hayat tarzı sağlayamıyor.

Siyasetin miyop gözlükleriyle bakıldığında görülmeyen bu temel sorunlar, Avrupa’nın din ile ilişkisini yeniden gündeme getiriyor.

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Gel ey şifa!



Hastalıklar sağlığı hissettiriyor, sıkıntılar hisleri harekete geçiriyor… Sağ ve sağlıklı olmanın değeri yitirilmeye yakın idrak ediliyor. Sabreden için sıkıntıyı sekine izliyor, sabredemeyene ıztırap darbeleri vurmaya devam ediyor…

Hastalıklar sarmış, sıkıntılar sıkıyorken. tevekkül ipine sarılıp istiğfarla çekmekten başka çare var mı? Kulluğun kalbi duâ ve ubudiyetle attığını hatırlatır hastalık… Kalbi temizler, duyguları durultur, dimağları diriltir… Nefis sersemleşse de nazarlar keskinleşir, hayatın anlam perdeleri aralanır…

Hastalık mihnettir, sıkıntı mihnettir, mihnetsiz nimete ulaşacağını ummak sağlıksız bir bekleyiştir. Hastalık gafleti dağıtıyorsa devâ geliyordur… Dert ve devâ diye döner dünya… Duâ denizi, hikmet dağları, ubudiyet ovaları şifâ dileyenleri beklemektedir… Oturmak ve durmakla gelmez devâ… Çöl durgunluğunda şifâ yoktur, vahşî dertler vardır.

Çöl kavuruculuğundan kurtulmak, duyguları diriltmek, kalbi yeşertmek, çoraklığı çiçek bahçesine dönüştürmek iman suyu olmadan olur mu? Su ne kadarsa. hayat da o kadar… İman ne kadar kavî ise, hastalık da o kadar zaif… Zamanın zayıflattığı ömürde iman kuvvetlenerek büyüyorsa hastalık sıkıntısı, sıkıntı hastalığı küçülüyordur.

Yakînin yükselmesi dert ve devânın yakınlaşması demek… Ayrılıklar yakînin zayıflamasından… Dert ve devâ yakalarının birleşmesi iman düğmesini düğmelemeden olur mu? Korku ve ümidi buluşturan iman, hastalık ve şifâyı da barıştırır…

Vesvese ve şüphe bulaşmış iman tedaviye muhtaçtır. Duâ denizlerinde yüzmeye, hikmet dağlarına tırmanmaya, ubudiyet ovalarında yürümeye ihtiyaç vardır. Ertelenen ihtiyaç imanı örseler…

Denizler öfkelenir, dağlar lav kusar, ovalar depreşir… Her yer hastalık kaynar… Dünyaya darılan hayat terk eder gider… Kâinat yapraklarını toplayarak kapanır. Hayat susmuş, ölüm kâinatı kabzasına almıştır. Bu sonu unutmak asıl hastalık, esas dert…

Güneş her gün doğudan doğuyor batıdan batıyor, ay gecede tebessüm ediyor, yağmur damlaları toprağı okşuyor, çiçekler gülerek bize bakıyor, balıklar Yunus diye yüzüyor, rüzgârlar dağların zirvesine ninniler söylüyor, ovalarda ağaçlar meyve ellerini uzatıyor, arılar vız vızlarından vazgeçmiyor, turnalar uçuyor, sular akıyor, nehirler çağlıyor, bahar bitiyor yaz başlıyor, mevsimler dönüyor, yıldızlar bizi yalnız bırakmıyorsa hastalıklara şifa, dertlere deva vardır… Sıkıntılar sıksa da çözülecektir… Üzüntüler üzerimizden akıp gidecek, çaresizlikler çareye dönüşecektir…

Hikmet dağları dertleri dinliyor, iman suyu yüreği dolduruyor, ovalarda ubudiyet serinliği esiyor…Umut diye dönüyor dünya, yarınlar devâya akıyor… Sinelere muştu yağmurları yağıyor…

İman, sen ne büyük şifâsın… Kâinat ne büyük eczahane… Kur’ân devâ kaynağı… Aklımız bir anahtar, kalbimiz bir anahtar, duygularımız bir anahtar… Kapıları açmak ve içeri girmek varken nazlanmak niye? Vahşî çöl, çok mu güvenli ey nefis? Kime dayanacak, nasıl savuracaksın canavarları?

Hasta olan var mı, hasta olmayan var mı? Sadrını sıkıntı saran var mı, sarmayan var mı? Dertle dönen var mı, dönmeyen var mı? Denizler, dağlar, ovalar, bizi hepimizi bekliyor… Yıldızlar tebessüm ediyor, Ay gülüyor… Güneş doğuyor…Kur’ân kâinatı okuyor, kâinat Kur’ân’ın zikriyle coşmuş… Ne gam, ne keder, ne hastalık… Gel ey şifâ… Gel!

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

İkinci dalga da geçiyor...



“Şemdinli iddianamesiyle TSK’ya karşı bir müdahale girişimi olduğu uyarısıyla, AKP’nin 30 Ağustos’taki Genelkurmay Başkanlığı konusunda yapmayı plânladıklarını önlemiş olduk.”

Söz burada kalmıyor…

“Şimdi de uzlaşmaya dayanmadan bir AKP’linin Çankaya’ya oturtulmasının önüne geçmeye çalışıyoruz. Cumhuriyet’in kurumlarını teslim almalarına izin vermeyeceğiz” diye devam ediyor.

Bunu kimin söylediğini tahmin etmişsinizdir herhalde.

Yine de açayım. CHP lideri Deniz Baykal söylüyor bunları. Koruculuk düzenine, faili meçhul cinayetlere, provokasyonlara, hukuksuzluğa herkesten önce solun karşı çıkması beklenir. Bizde ise sol, “derin devletin zırhı ve koruyucusu” gibi bir görev görüyor.

Susurluk’ta kuyruğu yakalanan derin devlet, Şemdinli’de bir başka yüzüyle kendini ele verdi.

Aynı yapılanma Sauna çetesi, Danıştay baskını ve Atabeyler olarak devam ediyor.

Peki bu oluşumlar karşısında CHP’nin tutumu ne oldu? MHP’den dahi daha ileri derecede bir çete korumacılığına şahit olduk. Baronun tayin ettiği avukatların yanı sıra CHP’de siyasî avukatlıklarını üstlendi.

* * *

Bunları, “Soldan adam olmaz” kolaycılığına kaçmak için sıralamadım. Bu ülkede demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için, gerçekten sol bir siyasete ihtiyaç var.

Bu yüzden “solun derdi, demokrasiyi gerdi” durumları oluyor.

CHP lideri, 2 Kasım 2002 seçimlerinden bu yana Allah’ın her günü AKP’nin sicil amiri gibi, şunları yap bunları yapma diye direktifler vermek yerine, daha zor olana talip olsa, solda yeni bir yapılanmayı ortaya çıkarmak mümkün olurdu. CHP dışındakilerin bu yöndeki çalışmaları var. Sol siyasî iradeyi CHP temsil ettiği için CHP’siz bir sol dönüşüm mümkün olmuyor. Bu açıdan sol’u CHP ve diğerleri diye ayırmak gerekiyor.

CHP ile ve CHP’nin öncülüğünde bir açılıma ihtiyaç var.

Avrupa’da sol rüzgârların estiği İspanya’da Gonzalez’in, İtalya’da D’Alleme’nin, İngiltere’de Tony Blair’in, Fransa’da Chirac’ın, Çekoslavakya’da Vaclac Havel’in iktidar oldukları dönemlerde Baykal, Blair’in, “yeni sol” hareketini inceletmişti. O dönemler sağ kolu olan Bülent Tanla İngiliz seçimlerini incelemiş ve Baykal’a, İngiltere’de üç dönem sonra İşçi Partisini tekrar iktidara getiren “Yeni sol”u bir rapor olarak sunmuştu.

Baykal bir süre inceledi, ancak hevesi kısa sürede geçti. Avrupa’daki sol dalga geldi geçti. Sadece İngiltere hariç.

Baykal bu arada önce Şeyh Edebali’ye merak salıp, ‘Anadolu solu” diye bir şey ortaya attı. CHP, bir yandan Anadolu solu derken öbür yandan Sincan’da miting düzenleyip, 28 Şubat’ın sözcülüğüne soyununca, samimî bulunmadı. Edebali’yi savunup, başörtüsü düşmanlığı yapmak birbiriyle örtüşmedi. CHP avucunu yaladı. Baykal bir ara da Mevlânâ’ya sarıldı. “İkinci Kurtuluş harekâtını başlatmak” gibi çağrılar yapıp, halkı Türkiye’ye sahip çıkmaya çağıran darbe dönemine özgü bir üslubu tercih etti. Mevlânâ hoşgörüsü de CHP’nin üstüne birkaç numara bol geldi.

Bir yandan “din düşmanlığı” yap, öbür taraftan Mevlânâ hoşgörüsü!..

Baykal’ın yeni umudu Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın, “Gerçekçi sol”u olmuş. Kısa sürede ondan da hevesinin geçeceğinden eminim.

Ama bu işlere siyasî bir heves diye bakmasa Türk demokrasisine katabileceği çok şey var.

Türkiye hızla muhafazakârlaşıyor. Belki mağdur olmanın verdiği psikolojiyle, milliyetçi ve devletçi reflekslere sahip olan muhafazakâr kesim, devletin karşısında sivil bir ses olarak duruyor. Özgürlüklere sahip çıkıyor. Kırık dökük de olsa derin devleti eleştirebiliyor.

Aslında Baykal zihin karışıklıklarını bir kenara bırakıp, “sağa açılma saçmalığı”yla uğraşmak ve 82 yaşındaki Demirel ya da TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, ATO Başkanı Sinan Aygün gibi isimlerden medet ummak yerine, özgürlükçü ve sivil bir duruş sergileyip, daha sola açılsa bir heyecan uyandıracağına inanıyorum.

“Ortanın solu, Moskova yolu” denilmesine karşın, İsmet İnönü’nün karşı çıkmasına rağmen sol en yüksek oyunu Ecevit’in “ortanın solu”nu başlattığı dönemde almıştı.

Türkiye’ye sivil ve özgürlükçü bir sol, sola ise yeni bir heyecan gerekli. Türk demokrasisine de sivil refleksleri olan bir sol parti.

Milyonlarca sol gence ise umutlarını ateşleyebilecek bir heyecan.

Baykal’ın AKP’ye sunduğu perhiz listesi gibi “Şunları yaparsan asker abiler ağzına biber sürer” gibi bir üslup içinde olmayacağım.

Hatta CHP’nin AKP’yi devlet adına denetlemesi değil, özgürlükler ve sivilleşme yönünde sıkıştırmasının siyasetin daha sonuç alıcı olacağına inanıyorum.

Sola ne Turgut Özökman’ın Çılgın Türkleri, ne yıllarını sağın liderliğinde geçiren Demirel umut olabilir.

“Solun aradığı kan, damarlarındaki özgürlüklerde mevcuttur” dersem çok mu popülist olur bilmiyorum!

Ancak bildiğim bir şey var. Avrupa’da yeni bir dalga sol rüzgâr esiyor. İtalya’da bile sol iktidar oldu. Bizim sol ise yine uyuyor.

Ha unutmadan ekleyeyim, Avrupa’daki sol daha çok özgürlükler vaat ettiği için iktidar oluyor…

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Paradoks ve ikilem



Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in başörtüsü konusunu “yüzde 1.5’lik bir kesimin meselesi” olarak nitelediği mâlûm.

Sorunun çözümü için AKP’ye ümit bağlayan ve üç buçuk yıldır sabırla bekleyen mağdurlar için yeni bir hüsran ve şok anlamına gelen bu değerlendirme, partiyle tabanı arasındaki uçurumun hangi boyutlara ulaştığını gösteren yeni ve çarpıcı bir ibret nişanesi.

Seçimden önce “Bu yasağı kaldırmak namus borcumuzdur” sözleri veren AKP, iktidar olduktan sonra çözüm için evvelâ “toplumsal mutabakat” şartını aradı, ardından “kurumsal mutabakat”a sarıldı, akabinde “Zaten söz vermemiştik” demeye ve dahası mağdurları “O kadar çile çektiğiniz söylenemez, sabra devam edin” veya “Siz kaşıdığınız için sorun çözülmüyor” gibi sözlerle uğurlamaya başladı; Şahin’in “yüzde 1.5” beyanı, böyle bir silsilenin en son halkası.

Aslında bu beyana verilecek en iyi cevap, herhalde, sandıktan çıkacak AKP oylarını Şahin’in telâffuz ettiği bu orana uydurmak olsa gerek.

Bakalım, seçmenin kararı ne olacak?

AKP başörtüsü konusunda tümüyle havlu attığının ikrarı anlamını taşıyan bu tavrını ne idüğü belirsiz kamuoyu yoklamalarına dayandırırken, CHP’nin yaptırdığı bir araştırma da çok ilginç bir netice ortaya koymuş.

“Ülkenin temel sorunları neler?” sualinin sorulduğu bu araştırmada, CHP’nin öteden beri bir numaralı sorun olarak görüp ısrarlı takipçisi olduğu irtica, yüzde 11’lik bir oranla ancak dördüncü sırada yer bulabilmiş.

Burada bir paradoksla karşı karşıyayız.

İrtica suçlamalarının öncelikli hedefi konumundaki AKP başörtüsü meselesindeki başarısızlığına kılıf bulmak için tartışmalı anket sonuçlarına tuhaf teviller getirmeye çabalarken, irtica eksenli ithamların siyaset alanındaki bir numaralı sahibi olan CHP bu yöndeki çabalarına kendi tabanından dahi destek bulamıyor. Ve sonuçta her iki parti de kendi kitlelerinden giderek uzaklaşıyorlar.

AKP, içinde pek çok İHL mezunu barındırdığı halde imam hatiplilerin kurultayına tek bir temsilci dahi göndermekten imtina ederken, CHP’nin “sağa açılma” manevralarına yönelmesi bunun çok açık tezahürleri.

Görünen o ki, 3 Kasım’da oluşan siyasî tablonun iki ana aktörü, bir cihetiyle çelişen, ama bir başka cihetiyle örtüşen sebeplerle derin bir kimlik krizine girmiş durumdalar.

Bu sebepler içinde başörtüsü yasağı belirleyici bir yere sahip. AKP Meclisteki çoğunluğuna rağmen konuya çözüm getirememenin sıkıntısıyla kıvranırken, topu attığı CHP de zorlu ve çetin bir ikilemle karşı karşıya.

Anamuhalefet partisi bir taraftan Canan Arıtman’ın Emine Erdoğan’a yazdığı mektupta olduğu gibi tesettür karşıtlığının en çiğ örneklerini sergilerken, diğer taraftan son dönemde her fırsatta başörtülülerle poz vermeye başlayan ve başörtüsü tartışmalarından uzak durmaya çalışan Baykal’ın farklı tavrındaki dikkat çekici çelişkiyi yaşamakta.

Akıl, mantık, vicdan ve hukuk dışı bir yasakta inat, siyasî kimlikleri işte böyle öğütüyor.

13.06.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Hizanî’yi dinlerken



Aşık Hizanî Bizim Radyo’da (104.4) konuğumdu. Aşıklık geleneğini konuştuk.

“Aşık”lığın kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar olarak ifade edildiğini anladık.

Hizanî’ye “Aşık”lığın ne olduğunu sorduğumda, “Hak aşıklığı” olduğunu söyledi. “Bu gün Hak aşıklığı mecazi aşklarla karıştırılıyor” dedi.

Sohbetimizde bu geleneğin öyle basit bir uğraş olmadığını anladık.

Aşıklık geleneğin en belirgin özelliklerini dinledik. Neler konuşmadık ki:

Meselâ “Mahlas alma.” Biliyorsunuz Aşık Hizanî bir mahlas... Asıl ismi İbrahim Akkuş...

Meğerse halk edebiyatında mahlas, geleneğe bağlı uygulanan bir kuralmış.. Bu yüzden aşıkların çoğunun asıl ismi unutulmuş, mahlasları isim olarak kullanılmış. Çok küçük yaşta sesinin güzelliği ve yanık türküleriyle dikkat çeken Akkuş’a bu “mahlas”ı, yakın dostları vermiş. Biliyor musunuz, mahlas almak o kadar kolay bir iş değil.... Her ne kadar bir kısmı, adını, soyadını veya yaşayışına ve sanatına uygun olarak kendisi bir mahlas seçebilir. Ama geçmişte... Yani usta çırak ilişkisinde, üç şekilde “mahlas” alır. Şöyle: Usta “aşık çırağı” sınava tabi tutar... Usta “aşık çırağının” durumuna göre, bir mahlas uygun görür... Veya şeyh ve pirin mânevî tesiriyle mahlas alır...

Usta-çırak dedik de... Öyle basit bir esnaf işi değil bu... Yüzyıllar boyu yaşatılan geleneklerin en önemlileri olduğu için, aşıklar genellikle bir usta aşığın yanında onun çırağı olarak ders almaları gerekmekte... Bu şu demek: genç aşık, ustasının yanında çok büyük bir sabır gösterecek. Sabır eğitiminden sonra, çırak ustasının hayır duâsını alarak tek başına halk önüne çıkma iznine kavuşur. Hizanî’ye “ustan kim?” diye sorduğumda, “Benim manevi ustam Murat Çobanoğlu’dur” dedi. (Vefatı: 26 Mart 2005, Ankara).

Bir de “rüya sonrası “Aşık” olmak... Yani “bade içme” anlamında kullanılan bir kavram var. Bu geleneksel bir unsur... İnanışa göre, “aşık olmak için” ya usta yanında yetişmek, ya da mutlaka “pir” elinden bade içmek gerek... Bade, şerbet, su gibi içilecek bir mai olabileceği gibi, elma, nar, ekmek, üzüm gibi herhangi bir yiyecek de olabilir...

Sohbetimizin en ilginç yanı aşıklık geleneklerinden biri olan “leb değmez.” Yani: “dudak değmez” kısmı... Aşıkların ustalıklarını sergilemek için bir nevi söz hüneri olarak başvurdukları bir biçim... Düşünebiliyor musunuz: aşıklar dudakları arasına bir iğne koyuyor... Yarışmada eğer “atışma” halinde olurlarsa, kesinlikle şu harfleri söylemeyecek: b, p, m, v, f... Çünkü bunlar dudakları birbirine değdiren harf biçimi... Yani, hüner odur ki, diş ve dudak sesleri bulunmadan şiir söyleyebilsinler... Sadece “ustalık” yetmiyor, “söz hüneri” olmak gibi bir kabiliyete de sahip olmalı...

“Askı”yı da pas geçmemeli. Yani diğer bir deyişle “muamma”yı... Muamma halk şiirinde bir kimsenin ya da varlığın adını gizleyen şiir demek... Aşık edebiyatında muammanın özel bir önemi var... Hatta, muammayı çözmek bilgi ve zeka ister...

Açalım: Aşıkların geleceği bir kahvede, sigara ve nargile içilmez. Sesli konuşulmaz. Herkes intizam içinde oturur. Halk şairi tarafından hazırlanmış muamma büyük ve uzaktan okunabilecek bir yazı ile kâğıda yazılır ve tahtaya yapıştırılır. Tahtaya bir milimetre kalınlığında bal mumu sürülür. Aşıklar nöbetle kahveye gelir. Derecesine göre ağırlama söylenir. Ağırlanan kişi ağırlığına göre muammanın etrafındaki bal mumu sürülmüş tahtaya para yapıştırır. Muammayı kim çözerse, paraları alır...

Aslında konuşulacak o kadar çok şey vardı ki, programımızın dakikaları sınırlıydı.

Bu kadar güçlü bir geleneğe bağlı olan Aşıklık geleneğini birkaç dakikaya sığdırmak zaten mümkün değildi.

Hizanî’yi dinlerken şunu gördüm ki:

Aşıklık öyle/böyle basit bir gelenek değil, aksine kökleri çok sağlam mânevî temellere dayanıyor. Günümüzde kitle iletişim araçların gücü artsa da, bu gelenek yeni ortamlara, yeni şartlara uyum göstererek sessiz sedasız varlığını sürdürmekte. Dejenerasyona rağmen...

13.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004