|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
Herkes ‘kim bu?!’ denilecek bir ‘değer’dir |
|
“Bu kim?”, “Kim bu?”
Konferansa gittik. Salon doldu. Saat geldi geçiyor. Konuşmacı kürsüye dâvet edilmeyi bekliyor. Salon görevlileri ‘biri’lerini bekliyor gibi. Görevlilerin, “buyurun efendim, buyurun” deyip durmalarından, gelenin bekledikleri kişi olduğu anlaşılıyor.
Dinleyicilerin ‘kim bu?’ merakı, anlamsız değil. Çünkü ancak o gelince başladı konuşma. Ama, ‘kim bu?’ fısıldaşmaları sürüp gitti.
Aynı soru, yanımda oturan tarafından bana da soruldu; ‘kim bu?’ diye. Ben de,—o kişiyi önemsemez bir tavırla—‘Siz de, ‘kim bu denilecek bir değersiniz’ deyince, adamın rengi attı.
Sonra sonra öğrendik ki gelen bayan, şehrin belediye başkan yardımcısı imiş…
Hay Allah, ne var bunda yahu. Gelsin, o da izlesin konferansı. Bini aşkın dâvetli ve konuşmacı beyefendi, yarım saat onu beklemek zorunda mı? Bunları aşalım artık.
İnsan olmak en muhteşem makam. Her insan kim bu denilecek bir değer. Yoksa insanlıktan nasibi olmayanı, dünyevî makam insan ediyor değil.
Tevazu, insana yakışan en güzel hasletlerden biri.
Hangi makamı esas almalı?
Nedense, herkes ‘kim bu?’ diyecek birini arıyor. Toplum olarak, ‘kim bu?’ merakımız çok belirgin. Önem atfedecek insan arama konusunda mahiriz.
Tamam, adam arayalım, ama adamlığın kriterleri nelerdir?
Adam, ‘adam’ mı, değil mi sormak icap etmez mi? Birisine ‘adam’ demek için, ‘adam’lık makamını mı, yoksa oturduğu veya oturtulduğu deri koltuklu makamı mı esas alacağız? Ya da kazandığı parayı mı?
Nice büyük makamlarda oturan, o kadar ‘adam’lıktan nasipsiz insan suratlı var ki… Bahar şenliklerinde öğrencilerle konuşurken seviyeyi tutturamayıp dayak yiyenleri mi, konuşurken ağzı yüzü sağa sola kayan diksiyon fukaralarını mı ya da kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan, ne idüğü belirsizleri mi konu edinelim. Hele TV’lere bir bakın. Nerede uçuk kaçık var, sürüyorlar piyasaya. Peki ya onları alkışlayanlar!...
Adamlığı hak etmeyenlere ‘adam’ demek, sahneleri ayıların basmasını netice verecektir.
Yahu bu toplumun gençlerine, öğrencilerine; davranışlarıyla, kişiliğiyle, konuşmalarıyla örnek olacak şahsiyetler yok mu? Neden onlar dâvet edilmiyor?
Adamın ‘adam’lık kalitesi
‘Kaliteli insan’ arayışımızın sürmesi gerekir. Toplum bireyleri neyi değerli olarak algılarsa, o değer, ‘değer’ olarak kabul görür.
‘Adam’lık, yürekte taşınan ‘değer yargıları’ndadır. Adamlığı hak etmeyenlere adam demezsek ve alkışlamazsak, iş biter.
Kepazeliği alkışlamak
Televizyonlara bakılırsa adamlıktan çıkmış hilkat garibeleri, ‘adam’ diye ekranlara sürülüyor. İnsanlıkta dibe vuranlar, topluma model olarak takdim ediliyor.
‘Adam’lık sıfatı kazanamamış, ‘değer’ yargısı edinememiş, nefsinin esiri insanlık fukaralarını alkışlamak, ‘adam’ yerine koymak ve ‘değer’ atfetmek, toplumsal cinayettir.
Seviyesizi alkışlamak, onlara cesaret veriyor
Nedense, ‘seviyeyi kaçıranlar sahneye sürülüyor’. İpini koparan sahnede. Özel yönetmenlerin destek ve teşvikleriyle… Belki de onlara biçilen rol bu.
Peki onları alkışlayıp, izleyen güzelim ülkem insanlarına neler oluyor?
Hem vahlayan; hem alkışlayanlar
Can Dündar, 15 Haziran 2006 tarihli, Milliyet gazetesindeki yazısında, sahne seviyesine işaret ederek, ‘Çukurun dibinde’ başlığını kullanmıştı. “Artık miadını doldurmuş ve bu topluma pahalıya mal olmuş bir yayıncılık zihniyetidir; ki Erbil’in seviyesinden başlar, onu istihdam edip şişirenlere dek tırmanır. Her gece hem vah vahlayan hem alkışlayan seyirci kitlesinin hayranlığından beslenip tekrarlanır” yorumunu yapmaktadır.
Dündar’ın,“İnce hicivle yola çıkıp kaba saba soytarılığa dönüşmüş bir eğlence düşkünlüğünün bataklığındayız artık…” diye belirlediği ‘bataklık’ tabiri oldukça yerinde. Sonuç, batak. Uygulayıcıları da, uygulatıcıları da, seyircileri de içine çeken bir batak.
Sayın Dündar yazısını, dibe vuruşa ışık tutarak, şöyle bitiriyor: “Pespayelik çukurunun dibindeyiz. Ama unutmayın: “Yoksulların gözleri” bu hunharlığı izliyor. Elbet bir gün yol, kazaya doyacak. Ve muhtemelen o gün indirilen, sizin pantolonunuz olacak.”
Kimi izliyorsanız; biraz da ondansınız
Sahneye itelenen bir takım insanlar (!), orada oldukları için, ‘adam’ oluyor değildir. Her izleyicinin, karşısına çıkan insana, ‘kim bu?’ deme hakkı vardır? Ama bu sadece, merak gidermek anlamında değil, ‘bana kim hitap ediyor’, bilmek anlamındadır.
Kimi izliyor olduğunuzun, kim olduğunuzla alâkasız olduğunu düşünmüyorsunuz değil mi?
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Osmanlı’yı anlamak |
|
“History Channel” bir belgesele daha imza atmak için kolları sıvamış:
“Osmanlı İmparatorluğu belgeseli!”
İki nokta üstüste koyduktan sonra eklemişler:
“Savaş Makinası’’
Yani Türkler için söylenen “barbar” kavramını, bu ifadelerle yumuşatmışlar.
Müslüman-Türk boylarının kendilerini korumak amacıyla bir araya gelerek 600 yıl yaşayan bir imparatorluğu nasıl oluşturduğunu anlatan bir belgesel olacakmış bu.
Açıklamada deniliyor ki:
‘’Belgeselde, 14. yüzyıldan günümüze bu geniş imparatorluğun tarihinin derinliklerine dalıyoruz. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlılar Almanya ile müttefikti ve Gelibolu Zaferi bu savaşın tarihinde çok önemli bir yere sahip...”
Belgeselde Osmanlı Devletinin ardından kurulan ve Mustafa Kemal’le devam eden devlet süreci de işlenecekmiş.
Amerikalıların durup dururken “Osmanlı” sevdası niye depreşti bilemeyiz. Görülüyor ki, “Cumhuriyet” dönemini de işleyecekler. Hem de “övgüyle.”
Açıklamada şu satırlar ilginç:
“Arap alfabesinin yerini Latin alfabesi aldı. Osmanlı İmparatorluğu artık sadece bir hatıra, Türkiye ise gelecektir.’’
Osmanlıyı anlamak... İyi güzel... Ama tarafsız tarihçilerin gözüyle...
ALAY KONUSU OLMAK
Popçu Keremcem’in konserine giden başörtülü hanım kızlarımızın çılgınca eğlenmesini konu alan yazıma bir-iki kişiden “reaksiyon” geldi.
Aslında bu sosyolojik vak’a bir sütuna sığdırılacak kadar kısa bir mesele değil. Günlerce kalem oynatılacak kadar ciddi “problem.”
Bir kere “onlardan” değilsiniz. Olmanız da mümkün değil.
İkincisi;
“Onlar” sizi aranızda gördüğü müddetçe “alay” konusu olacaksınız.
Gazete sütunlarında, ana haber bültenlerinde “istihza” haberlerini okumuyor, izlemiyor musunuz?
Alay konusu olmak için gitmek ve onlarla aynı karede görünmek isteniyorsa, sözümüz yok.
REKLAM DÜNYASI
Dünyaca ünlü reklamcı Maurice Saatchi diyor ki:
“Televizyon reklamlarının modası geçmeye başladı.”
Saatchi, reklamverenlere, internet gibi diğer medya araçlarına ağırlık vermeleri tavsiyesinde bulunuyor.
Dahası diyor ki:
“Geleneksel 30 saniyelik televizyon reklamları öldü.”
“Bu süre içinde bir genç, telefon konuşması yapabilir, cep telefonundan mesaj gönderebilir, internette bir reklamla karşılaşabilir, elektronik postayla fotoğraf alabilir ve bilgisayarından oyun ya da şarkı indirebilir.”
“Artık aile hayatı değişti. Hep birlikte televizyon karşısına oturan bir aile yapısı yok artık. Bu yüzden onlara televizyon reklamıyla ulaşmak kolay değil.”
“Ailenin tüm fertleri aynı anda evde olsalar bile farklı şeyler yapıyor olacaklar. Hepsi aynı ekrana bakıyor olmayacaklar. Çünkü artık başka ekranlar var; Dizüstü bilgisayarı ekranları, cep telefonu ekranları, oyun konsolları ve Ipod ekranları gibi.”
Saatchi, 25 yaşında altındaki kişilerin artık bilgiye çok hızlı ve farklı kanallardan ulaştığını ve çabuk “unuttuğunu” belirterek şirketlere ürün ve hizmetleri için hafızalara yerleşecek tek kelimelik sloganlar bulmalarını tavsiye ediyor.
Maurice Saatchi şöyle devam ediyor:
“Bu, bir şirketin sahip olacağı en büyük değerdir. Bana göre bu, çarşının en iyi yerinde dükkân sahibi olmak gibi birşey. Adını aramayla özdeştiren Google, günümüzden buna iyi bir örnek.” (BBC)
Saatchi’nin bu sözlerinden anlaşılıyor ki:
Televizyon yayınlarında ahlâksızlığa prim veren programları yönlendiren “reklamverenler”i ileride zor günler bekliyor.
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Rakı reklamları |
|
AKP hükümetinin dört yıla yaklaşan iktidarı boyunca mâlûm çevrelerce en çok hırpalandığı konulardan birinin “içki yasağı” meselesi olduğu bilinen bir husus.
İşin enteresan tarafı, bu iddiaların çoğunun hiçbir aslı esası yoktu. “Kırmızı bölge” adı altında, içkili yerlerin şehir dışına taşınmak istendiğine dair söylentiler de fos çıktı.
“İçki yasağı” haberlerini yemin billâh ederek “Zinhar öyle birşey yok” açıklamalarıyla tekzip eden İçişleri Bakanı, tam tersine içkili yer açmayı kolaylaştırdıklarını söylüyor, böylece içki iptilâsının yaygınlaşmasını sağlayan bir icraat yaptıklarını anlatmış oluyordu.
Bir Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı ise işi rakı şarap muhabbetlerine vurmuştu.
Derken “Yetişin, şeriatçı AKP gizli gündemi çerçevesinde içki yasağını adım adım yerleştiriyor” iddiaları artık seslendirilmez hale geldi.
Ancak bunlara karşılık, hayli zamandır tam tersi bir gelişmenin yaşandığını görmekteyiz.
Şayet “laikçi” cenahtaki gazetelerden birine veya birkaçına bakma imkânı bulduysanız, neredeyse tam sayfa halinde çarşaf çarşaf rakı reklamları dikkatinizi çekmiştir.
Bu reklamlarda gazete okurları herkesin gözleri önünde alenen rakıya özendiriliyor.
Babalar günü için hazırlanan bir reklamda ise rakı, “babayı arkadaşa çeviren Türk mucizesi” olarak niteleniyor ve böylece akşamcıların çilingir sofrasına babayla oğulu birlikte oturtacak bir anlayış teşvik ediliyor.
Anlaşılan o ki, Tekel’in özelleştirilmesinden ve rakı üretiminin özel şirketlere açılmasından sonra başlayan rekabet kızışıyor.
Söz konusu olan şey başka bir ürün veya meta olsa, bu kadar hassasiyet göstermeye gerek olmayabilir. Ama rakı gibi alkol içeren ve sarhoş eden bir müskiratın böylesine teşvikkâr reklamlara konu edilmesi, asla geçiştirilmemesi gereken önemli bir mesele.
Aslında rakının reklam edilebilmesi dahi başlı başına üzerinde durulması ve daha ilk örneğinin çıktığı anda önüne geçilmesi gereken bir hadise iken, gelinen noktada iş iyiden iyiye çığırından çıkarılmış durumda.
Bu gidişe bir an önce “dur” denilmeli.
Çünkü herşey bir yana, yürürlükteki anayasanın “Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden (...) korumak için gerekli tedbirleri alır” diyen 58. maddesi bunu gerektiriyor.
Ama bakıyoruz, rakı pazarında iyice kızışan kıyasıya bir rekabeti açığa vuran bu reklamlar her yönden sakıncalı mesaj ve içerikleriyle dolu dizgin yayınlanmaya devam ederken, hiç kimseden ses sedâ çıkmıyor.
Diyelim ki, hükümet mâlûm sebeplerle “grogi” vaziyette. Peki, bu konuda duyarlı olması gereken kamuoyu neden suskun?
Peki, Reklam Denetleme Kurulu nerede?
Gençleri alkol iptilâsından korumaya yönelik tedbirleri almak bir anayasa emri iken, rakı reklamlarına niye seyirci kalınıyor?
Yoksa bunun sebebi, anayasanın aynı maddesinde Atatürk ilke ve inkılâplarına atıf yapılması ve rakının da Atatürk’ün sofrasından hiç eksik olmayan bir “millî içki” olarak görülmesi mi? Böyle birşey olabilir mi?
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsanı iyilikleri kurtarır |
|
İyiliklerin gönlü rahatlatan, kötülüklerin de huzursuz eden hakikatler olduğunu biliyoruz.
Bu iyilik ve kötülüklerin peşin mükâfatıdır. Ölüm anında da, kabir ve daha öte âlemlerde de bunların karşılıklarını görür insan. Semüre’nin (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte1 Allah Resûlü (a.s.m.) birgün Mescid-i Nebevîye gelmiş, Sahabîlerine gördüğü bir rüyasını anlatmış.
Rüyaya göre Azrail (a.s.) ümmetinden bir adamın ruhunu almak üzere gelir, anne babasına yaptığı iyilikler gelip onu korku ve şiddetten kurtarır.
Birisi vardır ki kabir azabı hazırlanmıştır kendine. O anda aldığı abdestler gelip onu azaptan azat eder.
Birisi vardır ki kabrinde şeytanlar gelip onu rahatsız etmekte, korkutmaktadırlar. Dünyada yaptığı zikirler gelip onu şeytanların elinden alır.
Birisini görür ki, adam susuzluktan yanıp kavrulmaktadır. Ağızı kavrulmuş, dili dışarıya sarkmıştır. Hangi havuzun başına varsa kovulmaktadır. O anda tuttuğu oruçlar hemen imdadına koşup susuzluğunu gidermekte, suya kandırmaktadır.
Birisini görür ki azap melekleri adamın üzerine üşüşürler. O anda kıldığı namazlar gelip adamı meleklerin ellerinden alır.
Bir adamı görür ki halka halka peygamberlerin oturmakta olduğu gruplardan birine yaklaştığında onu kovuyorlardı. Cünûplükten yıkanması gelir, elinden tutup hem de Peygamberimizin yanına oturtur.
Birini görür ki dört bir yanını karanlıklar sarmıştır adamın. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilememekte, şaşırıp kalmaktadır. O anda yaptığı hac ve umreler gelip onu o karanlıklardan kurtarıverir.
Bir adam görür ki insanlarla konuşmak ister, ama kimse onunla konuşmaz. O anda akrabalarıyla yaptığı iyilikler gelir, ‘Ey mü’minler topluluğu bununla konuşunuz’ der, onlar da konuşmaya başlarlar.
Birini görür ki, Cehennem bütün hiddet ve şiddetiyle ona hücum etmekte, harareti ve sıçrattığı kıvılcımlarla onu mahvetmeye çalışmaktadır. Tam o anda Allah için verdiği sadakalar, yaptığı hayırlar gelip o ateşe karşı bir perde ve siper olur.
Birini görür ki zebaniler gelip adamı yaka paça yakalarlar. O anda yaptığı emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerler gelir, onu zebanilerden alıp rahmet meleklerine teslim ederler.
Bir adam görür ki dizi üzerine düşmüş, Rabbi ile aralarında bir perde bulunmaktadır. Güzel ahlâkı gelip elinden tutar, onu Rabbinin huzuruna götürür.
Amel terazisinin sevap kefesi hafif gelen bir adam görür. O anda hiçbir menfaat gözetmeden vermiş olduğu borçlar gelip terazinin sevap kefesini ağırlaştırır.
Cehennem kıyısında dikilip bekleyen bir adama ise sahip olduğu Allah korkusunun gelip onu oradan kurtardığını, Cehennemi atlattığını görür.
Cehenneme atılan bir adamı da Allah korkusundan dolayı akıttığı göz yaşlarının gelip onu çıkardığını görür.
Yine birisini görür ki, Sırat köprüsü üzerinde durmuş, kâh koşmakta, kâh yüzüstü düşmekte, kâh Sıratın çengellerine takılmaktadır. O anda getirmiş olduğu Kelime-i Şehadetler gelip onu kurtarmakta, Cennet kapılarını açıp içine koymaktadır.
İşte iyiliklerin ahiretteki karşılıkları!
Dipnotlar:
1. Tezkire, s. 89-90.
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Temel duygularımız ve duâ |
|
Eğer keşfedici bir gözle bakarsak ruhumuz/duygularımız, bedenimizle kâinatın unsurları ve duâ arasında müthiş paralellikler gözlemleriz. Kâinat büyük bir insan, insan küçük bir kâinattır. Kâinatın küçük bir örneği, numunesi, minyatürüyüz. Kâinatta yer alan maddî manevî bütün unsurlar, elementler, kanunlar ve enerji boyutları bedenimize yerleştirilmiştir. Dolayısıyla kâinatta cereyan eden olaylar, ruhumuz, kalbimiz, duygularımız, his ve lâtifelerimiz sürekli bir irtibat ve alış veriş hâlinde.
Kur’ân, kâinatın yazılışı; kâinat Kur'ân’ın şekillenmiş, bedenleşmiş hâlidir. Kâinatı kim yaratmış ise, insanı da ondan özetleyerek Yaratan O’dur. Temel duygularımızı kim vermişse, onların paralelini de kâinata O koymuştur. Kâinatı ve insanı kim yaratmış ise, onları okuyan ve tercüme eden Kur’ân’ı da O göndermiştir. Şu halde, insan eğer kendisini okursa, kâinatı anlar. Kâinatı okursa, kendisini anlar. Kur’ân’ı okuyarak anlarsa, hem kendisini, hem kâinatı anlar ve duygularını terbiye ederek, Yaratıcısının istediği tarzda bir kul olmaya çalışır.
Kâinattaki olumlu veya olumsuz oluşumlar kalbimizde yankılanır. Keza, iman, ibadet ve duâ genlerimize işlenmiş, kodlanmış, şifrelenmiştir. Bu İlâhî tasarımdan ötürü ruhumuz, bedenimizle ve diğer maddî varlıklarla uyum içerisinde olursa, o şifreleri açar, kodlarla örtüşürüz. Ruhumuzun istikametini bulacağı yol ise, “sırat-ı müstakîm” denen dosdoğru yoldur. Dosdoğru yol, iman, ibadet ve duâ caddesidir. Ruhumuz, şiddetli merak, ateşli sevgi, dehşetli hırs, müthiş öfke gibi onlarca pozitif negatif duygu ve hislerle örülmüştür.
Vücudumuzda psiko-fizyolojik bağlarla da ruh-beden birlikteliği sağlanmıştır. Dolayısıyla ruhumuza aynı zamanda duygularımızın ve kabiliyetlerimizin derecelerini yönlendirme iradesi de verilmiştir. Ruhumuz, düşünce, iman, niyet, arzu, istek, talep ve duâ şifrelerine göre programlanıp çalıştırılacak şekilde dizayn edilmiştir. İmanımızın gücü, düşünce düzeyimizin yüksekliği, niyetlerimizin kararlılığı, şuurumuzun genişliği, duâlarımızın derinliği ve halisliği oranında ruhumuzu geliştirir, duygularımızı kontrol edip programlayabiliriz.
Duyu ve duygularımızı ve hayatın akışı içinde otomatik olarak yaptığımız normal işleri imanımız ve duamızla şuurlu bir biçimde yönlendirebiliriz. Çünkü inancımız/imanımız, duâlarımız düşüncelerimizi; düşüncelerimiz de şartlı refleksi, onlar da alışkanlıkları, onlar da fizyolojik yapımızı etkiler ve harekete geçirir.
Kâinattaki tüm varlıklar, hal/beden dili, kal/söz, istidat ve kabiliyetleriyle dua ederler. Kur’ân’da her zaman ve zeminde sık sık dua etmemiz ferman edilir. Şu halde, insan, kâinat, Kur’ân ve temel duygularımız duâ ile örtüşür.
Dipnotlar:
1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 29.; 2- Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme, s. 66.; 3- A.g.e., s. 6465, 68.; 4- Kur’ân, Bakara, 73.; 5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 29.
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ecevitler'den geriye kalan |
|
Eski başbakan Bülent Ecevit, bir aydan fazla zamandır hastanede, koma halinde yatıyor.
Eşi Rahşan Ecevit ise, siyaset sahnesinde adeta cirit atıyor. Hatta, siyasetle geçmişte hiç olmadığı kadar ilgileniyor bile denilebilir.
Siyasette izleyeceği yolu bugün yarın açıklayacağı söylenen Rahşan Hanımın, Deniz Baykal'dan Süleyman Demirel'e kadar hemen bütün politikacılardan randevu talebinde bulunması bekleniyor.
Gidecek ve önlerine yeni siyasî projeler serecekmiş...
Kocası ölümle hayat arasındaki o "incecik çizgi" üzerinde dururken, bir hatun kişinin siyasetle bu derece alâkadar olmasını neyle izah edeceksiniz?
Hani, eski başbakanlığı zamanlarında söylenirdi ya: "Bülent Ecevit ülkeyi yönetmeye, Rahşan Hanım da Ecevit'i yönetmeye çalışıyor."
Demek bu söylentinin doğruluk payı varmış ki, Bülent Beyin sukûtuyla birlikte, Rahşan Hanım depara kalkmış bulunuyor.
Haksızlık etmeyelim
Geçen haftalarda bu konuda yine birşeyler yazmış ve gidici gözüyle bakılan Bülent Ecevit'in, bu ülke insanı için geride bir tek eser bırakmadan dünyaya veda edeceğinden söz etmiştik.
Aynı gün Mersin'den bir faks mesajı çeken arkadaşımız Hüseyin Küçükoğlu, Ecevitler'e haksızlık ettiğimizi belirterek şu eserlerini sıralıyordu:
* 1974'te "anarşistlerin affı"nı netice veren af kànunu.
* 2001'den itibaren kapkaç ve hırsızlık faaliyetlerine tavan yaptıran "Rahşan affı."
* 1978–79 yıllarında milletin anasını ağlatan ekonomik kriz: Yokluk, kuyruk, karaborsa...
* 2001'de Anayasa kitapçığının fırlatılmasıyla patlak veren derin ekonomik kriz: Yatırım, finans ve döviz borsasının tepetaklak olması.
* 32 yıldır halledilemeyen ve hemen her platformda diplomatik krize yol açan Kıbrıs meselesi.
Evet, arkadaşımızın da hatırlattığı gibi, Ecevitler'e haksızlık etmemek için, onlardan geriye kalan ve yakın tarihte iz bırakan bazı eserlerini de burada zikretmiş olduk.
Köykent, Kentköy'e dönüştü
Bizlerin unuttuğu Ecevitler'e ait harikulâde bir eseri de, Akşam gazetesi yazarı Engin Ardıç hatırlattı.
Evet, bu eserin dünyada eşi menendi yok. Zaten olmadığı için de, Engin Ardıç, bu ucûbe proje ile iğneleyici üslupla dalgasını geçiyor.
Ardıç, 21 Haziran günkü "Bülent, iyileş de köykent kuralım" başlıklı yazısında, çalıştığı gazetenin haberine dayanarak şöyle ironik bir değerlendirmede bulundu:
"Ecevit'in şu ünlü 'köykent projesinin' nereye vardığını görelim.
"Örnek köykent, yani Ordu'nun Mesudiye ilçesinin Çavdarlı köyü ve onunla birleştirilen dokuz köy berbat durumda.
"Seçimde de Ecevit'e oradan tek oy çıkmamıştı... Çünkü oy verecek olanlar çoktan yorganı, bakracı toplayıp gerçek kentlere göçmüşlerdi.
"Sağlık ocağı boş, üç bin kitaplık kütüphanede inekler otluyor, helikopter pistinde meşe ağacı çıkmış, orman ürünlerini işleyip Arjantin'e kalas satmayı düşleyen kooperatif iflâs etmiş, köy ebesi işsiz kalmış, doğum yokluğunda ara sıra tansiyon ölçüyor, ama büsbütün çıldırmamak için Internet'e giriyor!
"Acaba birtakım vatan ve millet düşmanları mı baltalamışlar Köykent'i, yoksa sosyoloji bilimi mi Ecevit'e sillesini vurmuş? ...Değerli devlet büyüğümüz lise mezunu olduğu için sosyoloji biliminden habersizdi...
"Köy, kentin zıddıdır. Bir yer köy olursa kent olmaz, kent olursa köy olmaz. Bunu bilmeyen, üniversite birinci sınıfta çakar. Sınıfta çakmazsa, seçim sandığında çakar. 'Köykent' kelimesi... 'sıcak kar' kadar, 'kuru yağmur' kadar 'absürd' bir kavramdır.
Köylüyü, ancak şehire gelip 'sanayi işçisine' dönüştüğü zaman kurtarırsınız. Ya da köye makineleşmeyi ve kapitalist tarımı götürdüğünüz, sağlık hizmeti falan filan da bunun yan ürünü, kaçınılmaz sonucu olarak gittiği zaman.
(Aksi halde) ....ortaya Ecevit'in eğitimsiz düşlerindeki Köykent değil, bugünkü acı gerçek, yani Kentköy çıkar!
"Bugün 'Köy Enstitüleri yeniden açılsın' diyen budala var, ama Ecevit'in Köykent abukluğuna, Ahmet Necdet Sezer'i 'Üçüncü Adam' ilân etmeye çalışan faşistler bile inanmıyor."
Günün Tarihi
İnkılâpçı padişah, ıslâhatçı valiye yenildi
24 Haziran 1839: Nizip Bozgunu. Osmanlı ordusu, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşaya bağlı kuvvetlerce bozguna uğratıldı.
Yedi sene önce Osmanlı hükümeti ile Mısır Valisi Kavalalı arasında yapılan “Kütahya Antlaşması” maddeleri her iki tarafı da memnun etmiş değildi.
Memnuniyetsizlik, itimatsızlığı netice verdi. Taraflar birbirini kollamaya, cephelere yığınak yapmaya girişti.
Gerginlik, sonunda patlak verdi. Kavalalı, 80 bin kara ve 50 bin kadar da deniz kuvvetiyle Anadolu içlerine doğru harekete geçti.
Osmanlı kuvvetleri de hemen aynı seviyede idi. Ancak, emir komuta kademesine yeni giren ecnebi subaylar sebebiyle, Osmanlı ordusundaki Müslüman askerlerin itaat etmekte tereddüt geçirmesine sebep oldu. İşte bu tereddüt eseri, tâlim zaafı ve Sultan II. Mahmud'un kanlı inkılâpçılığı gibi daha başka sebeplerle de birleşince, Osmanlı ordusu üstün bir varlık gösteremeyerek Nizip’te bozguna uğradı ve Kavalalı’nın kuvvetleri karşısında perişan bir vaziyete düştü.
Mağlûbiyet haberini alan Sultan Mahmut ise, bir kaç gün sonra (1 Temmuz) kederinden öldü.
* * *
Evet, 1808'de tahta oturan Sultan II. Mahmut, Osmanlı padişahları arasında en katı bir inkılâpçıydı.
Sarık yerine fes, şalvar yerine pantolon ve daha bir dizi kılık–kıyafet değişikliği yapmanın yanı sıra, başka alanlarda da inkılâp hareketlerine imza atan Sultan Mahmut, ayrıca çok kan döktüğü için, dindar halk ve hatta subaylar tarafından da pek sevilmezdi.
Mısır Valisi Kavalalı M. Ali Paşa ise, inkılâpçılık yerine ıslahatçılık metoduyla hareket ediyordu. Orduda bir takım yenilikler yaptı, günün şartlarına göre ordusunu ileri derecede modernize etti. Tabiî, yine Sultan Mahmut gibi kırmadan, dökmeden, ortalığı kan revan içinde bırakmadan.
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Dedelerimiz vardı |
|
Ak sakallı, nur yüzlü dedelerimiz vardı. Başlarında sarıkları, ellerinde tesbihleri, dudaklarında mırıl mırıl tesbihatları ile menkıbelerden çıkıp gelmiş evliyalara benzerlerdi. Cami avlusunda, köy odasında, dost meclisinde onlar konuşunca herkes susar, can kulağı ile onları dinlerdi. Gözlerinin feri az olsa da, sözlerinin tesiri fazla olurdu. Bir çoğu yeni yazı bilmez, Kur’ân harfleri ile okur yazardı.
“Aritmetik” dedikleri hesap işlerini de eskimez yazının rakamları ile yaparlardı. Bizim anlamadığımız işaretlerle sayıları “cem” ve “darp” ederler, kısa sürede doğru sonuca ulaşırlardı.
Dedelerimiz vardı, yılların çilesini sırtlarında taşıdıkları için olsa gerek, belleri bükük, kamburları çıkık olurdu. Ayakta iken ve yürürken, sanki rükûda imiş gibi görünürlerdi. Genellikle yürümekte zorluk çektikleri için yardımcı olarak hep bir baston taşırlardı. Kendileri baston yardımı ile ve güçlükle yürürlerdi ama, gençlerin doğru yollarda selâmetle yürümeleri için yol gösterirlerdi. Kendileri belki gözlükle bile okuyamazlardı ama, torunlarına Kur’ân okumasını öğretirlerdi. Çocuklar konuşmaya başlarken “baba”dan önce “dede” demesini öğrendikleri gibi, ilk defa namaz sûrelerini ve duâları dedelerinden öğrenirlerdi. Onlar titrek sesleri ile Kur’ân okurken ev halkı huşû içinde dinler, duâlarına hep birlikte “âmin” derlerdi.
Dedelerimiz vardı, tarlada, bağda bahçede gece gündüz çalışırlar, ömür boyu emek verirler fakat hiçbir zaman emekli olamazlardı. Sosyal güvenceleri, kanaat ve tevekkülden ibaretti. Hasbe’l-kader bir devlet dairesinde çalışma fırsatı bulanlar olursa, ancak onlar “tekaüd” olurlar, üç aylıklarının büyük kısmını da çocuklarına ve torunlarına verirlerdi.
Camide ön saflar dedelerimize aitti. Arkasında babalarımız, onların arkasında da biz torunlar saf tutardık. Yıllar geçtikçe dedelerimiz ön safları teker teker terk ettiler, onların yerini babalarımız alırken, bizler de babalarımızın yerine geçtik. Bizler ön saflara yaklaştıkça, ak sakallı ve nur yüzlü dedelerimizin sayısı azaldı, babalarımız ise onların yerlerine geçtiler fakat yerlerini dolduramadılar. Kılık ve kıyafetleriyle olduğu gibi, söz ve sohbetleriyle de dedelerimize pek benzemiyorlardı.
Dedelerimiz Çanakkale’den, Sakarya’dan, Kocatepe’den bahsederlerdi. Bazıları yakasında İstiklâl Madalyası taşırken, bazıları da bir kurşun izini veya bir şarapnel parçasından kalan yara izini vücutlarında şerefle taşırlardı. Babalarımız ise, 27 Mayıs ve 17 Eylül’den kalma hüzünleri yüreklerinde taşıdılar. Bizim kuşaktan bazıları da 12 Eylül’den kalma işkence izleri ile, 28 Şubat’tan kalma fişlenme izleri taşıyorlar.
Dedelerimizi çoktan kaybettik. Çocuklarımızın dedelerini de birer birer yolcu ediyoruz. Camilerde kendimizi ön saflarda bulmaya başladık. Etrafımızda “dede” diyen çocuklar görmekteyiz.
Bizim dedelerimiz, kılık kıyafetleriyle, inanç ve ibadetleriyle, hal ve hareketleriyle “menkıbelerden çıkmış evliyalar gibiydi” demiştik. Bizim yaşantımıza şahid olan torunlarımız acaba bizi kimlere benzetecekler?
“Dedelerimiz vardı” derken, hangi vasıflarımızla bizleri yâd edecekler?
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Teheccüt namazı |
|
Ömer Naci Zeybek: “Teheccüt namazı tam olarak ne zaman kılınır ve nasıl niyet edilir? Ayrıca yatsı namazını kıldıktan sonra vitr-i vacibini teheccüd namazından önce mi yoksa sonra mı kılmak gerekli ve eğer vitr-i vacibi kılmadığım an (geceye bıraktığım an) tesbihatı yapmalı mıyım? Yoksa onu da mı teheccütün ardına bırakmalıyım?
Teheccüt namazı, yatsı namazından sonra geceleyin kılınır. Bir süre uyuduktan sonra kalkılarak kılındığı için teheccüd denmiştir. Yorgunluk sebebiyle gece kalkamayacağından korkan kimsenin uykudan önce kılması da mümkündür. İki, dört veya sekiz rekât olarak kılınabilir. Çok faziletlidir ve ümmete sünnettir. Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’e (asm) bu namazı şu âyetle emretmiştir: “Ey Resûlüm. Gece vakti de uyanıp, sadece sana mahsus fazladan bir ibadet olarak teheccüd namazını kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makam olan en büyük şefaat makamına çıkarır.”1
Teheccüt namazına, “Niyet ettim Allah rızası için teheccüt namazını kılmaya” diye niyet edilir.
Eğer gece teheccüt namazına kalkacak isek vitir namazını geciktirip teheccüdün ardından gecenin son namazı olarak kılmamız daha faziletlidir. Vitir namazı gecenin son namazı olarak teşrî kılınmıştır. Gece kalkmak konusunda problem yaşayanlar için bu namaz gene yatmadan önceki son namaz olmalıdır. Yani teheccüdü bu namazdan önce kılmalıdır. Teheccüt ve vitir namazları geceye bırakıldığı zaman, namaz tesbihatını yatsı namazından sonra yapmak gerekir. Vitir namazından sonra ayrıca muhtelif duâlar ve virdler yapılabilir.
Teheccüt namazı, gece boyunca fecrin doğuşuna kadar kılınabilir. Peki, fecir doğduğunda hâlâ kılınmamışsa?
Hazret-i Âişe (ra) diyor ki: “Resûlullah Efendimiz (asm) ağrı, sızı veya başka bir sebeple gece namazını kılamadığında, gündüzün on iki rekât kılardı.”2
Bir diğer rivayet de Hazret-i Ömer’den (ra): Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Kim devam ettiği gece ibadetini veya virdini yapmadan uyuya kalırsa, onu sabah namazı ile öğle namazı arasında ifa ettiğinde, geceleyin ifa etmişçesine sevap yazılır.”3
Hazır söz geceden açılmışken, geceleyin dileklerin kabul edildiği bir saatle ilgili bir hadîsi de buraya almadan geçmeyelim. Cabir (ra) rivayet etmiştir ki: Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Gecede bir saat vardır ki, bir Müslüman o saate rastlar da Cenâb-ı Allah’tan dünya ve âhiret işinden bir hayır isterse, Allah o kimsenin dileğini muhakkak verir. Bu her gece böyledir.”4
Hem kışı, hem kabri, hem berzah âlemini hatırlatan gece vaktinin, ruhumuzun Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine ne derece muhtaç olduğuna bir ihtar ve uyarı hükmünde bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, geceleyin kılınan teheccüt namazının da, kabir gecesi ve berzah karanlığı gibi en muhtaç olduğumuz bir zamanda, en lüzumlu ve en vazgeçilmez bir ışık olduğunu kaydeder.5
Hiç şüphesiz her sabah da, haşir sabahını hatırlatır. Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar mâkul, lâzım ve kat’î ise; haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kat’iyettedir!
Cenâb-ı Hak, gecesini ebedî olarak aydınlattığı kulları zümresine cümlemizi ilhak eylesin! Âmin!
Dipnotlar:
1- İsra Sûresi: 79.
2- R. Sâlihîn, 1178.
3- R. Sâlihîn, 1179.
4- R. Sâlihîn, 1175.
5- Sözler, s. 46.
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Almanya I. Dünya Savaşında niçin yenildi? |
|
Aslında 1918 yılına kadar her şey iyi gidiyordu. İttifak Devletleri (Almanya-Avusturya Macaristan ve Osmanlı Devleti) başta Çanakkale olmak üzere birçok savaştan zafer kazanmışlardı. Türkler çok iyi savaşıyorlardı. Sadece Çanakkale’de değil Irak Cephesinde İngilizlere ağır bir yenilgi tattırılmıştı. Kut-ül Amare’de İngiliz Generali Charles Townshend 15 bin askeri ile birlikte esir alınmıştı. İngiliz tarihinde bu kadar esir verildiği hiç görülmemişti.
Ayrıca Almanya’nın kontrolünde Rusya’ya gönderilen Lenin 1917’de büyük bir devrim başlatmış. Rus Çarlığı yıkılmıştı. İttifak güçleri büyük bir düşmandan kurtulduğunu zannediyordu. Bir cephe çökmüş zafer yolu görünmeye bile başlamıştı. Fakat kim bilebilirdi ki bütün felâketler Bolşevik Devrimi ile başlayacaktı.
Rus Bolşevik Devrimi önce Almanya’yı vurdu. 1918 Ocak ayında Berlin, Hamburg ve Münih gibi büyük şehirlerde bir milyon işçi greve gitti. O tarihlerde dünyanın en büyük sayısal ve örgütlü işçi hareketi Almanya’da bulunuyordu ve isyan etmişlerdi.
İsyana Alman Donanmasındaki subaylar ve askerler de katılmışlardı. Almanlar ummadıkları yerden büyük bir darbe yemişlerdi.
Avusturya Macaristan İmparatorluğu da benzer durumdaydı. Donanmanın başını çektiği askerler savaş istemediklerini açıkladılar. 6. Topçu Alayı ayaklandı. Grevler hızla yayılmaya başladı. Sadece Budapeşte’de 300 bin işçi greve gitti. 15 Haziran 1918’de ülke çapında genel grev ilân edildi.
Bu arada ABD, Bolşevik Devriminden rahatsız olmuştu. O güne kadar İngilizlerin baskısına direnen ülke bu sefer İtilâf güçlerine katılmıştı. Bunu Yunanistan takip etti. O da İtilâf güçlerinin safında savaşa iştirak etmişti. İtalya ise saf değiştirmiş İttifak güçlerinden ayrılmıştı. Diğer bir müttefik ülke Bulgaristan da savaştan çekildiğini açıklamıştı.
Almanya bütün bu olaylardan habersizmiş gibi Osmanlı Devleti ile Azerbaycan konusunda antlaşmazlığa düşmüştü. Buradaki petrol için en güvenilir müttefiki Osmanlıya ihanet etmişti.
Sonuçta İttifak ülkeleri parçalandı ve sırasıyla ateşkes anlaşmaları yapılmaya başladı. İttifak ülkeleri yenilmişti.
Osmanlı Devleti savaş sonuna kadar birçok cephede başarı kazandı. Osmanlı kuvvetleri Kafkasya’da Bakü’ye girmiş daha kuzeydeki Derbent Boğazını ele geçirmişti. Fakat yenildikleri bir tek cephe vardı, Filistin Cephesi.
Filistin yenilgisinin en büyük sebebi bugünkü Ürdün Kralının dedesi olan Şerif Hüseyin’in İngilizlerin oyununa gelerek Arapları isyan ettirmesiydi.
Kudüs yüzyıllarca sonra Hıristiyanlar tarafından işgal edildi. Papazlar Kudüs’te gösterişli törenler yaptılar. Fakat Osmanlıya ihanetin bedeli çok ağır oldu. Bu gün Filistin’de yaşanan sorunların kaynağında bunun rolünü de aramak gereklidir.
Galibiyetler millete yenilgiler ise komutanlara havale edilir. Bediüzzaman; “Müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate orduya tevzi edilir ve menfiler ve tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünkü bir şeyin vücudu bütün şerâitin ve erkânının vücudu ile olur ki; kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise bir şartın ademi ile ve bir rüknün bozulması ile olur, mahvolur bozulur. O fenalık başa ve reislere verilebilir” demektedir. Gerçekten de Filistin yenilgisinin sebepleri arasında ordu komutanlarının büyük hataları vardır. Bu hatalardan sadece bir tanesi İttihatçıların ulus devlet hayali ile beyan ettikleri “Burası Arap toprağı, bize halkının Türk olduğu bir devlet lâzım” düşüncesi söylenebilir.
Filistin Cephesi komutanlarından bir tanesi İttihatçı liderlerden Cemal Paşa’dır. Peki, diğeri kimdir? İşte bunu söyleyemeyeceğim. Zira söylersem bazıları çok rahatsız olur. O halde lütfen bunu da siz araştırın. Bakî selâm.
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Torunlarımız, sevgileri, gelecekleri ve biz |
|
Hayat, kâinat ağacının en tatlı meyvesi.
Hayatın meşrû dairedeki olaylarında var olan tat içinde tat! Zevk içinde zevk! Lezzet içinde lezzet!
“İnsan olma”, Allah’ın muhatabı olma... Ve zeminin halifesi makamında bulunma gerçeğini kavrama ise; şereflerin en şereflisi bir makam.
İnsanoğlunun da en tatlı nimeti ve hayatının meyvesi evlâtlarıdır.
“Evlâtlar!” ve onların bunca sıkıntı ve dertlerine katlanabilmek için kalplere verilen sevgi ve şefkat!
Evlâdın evlâdı, hayatın en tatlı hayattar meyvelerinin en başında gelen “torun” sahibi olma! Torunların en şereflileri, Kâinatın Efendisinin mübarek sırtında taşıdığı ve üzerinde titrediği en büyük dünya nimetlerinden olan Hz. Hasan ve Hüseyin’e karşı olan ilgi, alâka ve sevgisi... Onların bir Müslümanın hayatındaki yeri... Bizlere düşen sorumluluk...
Bu gün dünyadaki nurânî silsilenin kaynakları olan bu “iki cana”, Nebîler Nebîsinin (asm) gösterdiği ihtimam, şefkat, sevgi ve yakınlığın önemi, sırrı ve muamması!
Şanlı ecdadın torunları olan bizlerin, dedelerimizin emanet ettiği mukaddes değerlere tam mânâsıyla sahip çıkma anlayış ve idrakimiz...
Kalplere, Allah tarafından konulan, sevgi ve muhabbet duygularının aile bağlarındaki yeri...
Karşılıklı sevgi, saygı ve aşkların nasıl olacağı konusunda Kur’ân’ın hükümleri...
İşârâtü’l-İ’câz tefsirinin, 194-197. sahifelerindeki nikâh ve evlilik konularındaki harika yorum ve tesbitler, İslâmiyetin ulvî prensiplerinin her insanın ruhuna ne kadar uygun olduğunun açık delilleridir.
“Torun” sahibi olmak ve onların gelecekleriyle yakından ilgilenmek, maneviyatlarına sahip çıkma konusunda dedeler ve nineler olarak, ecdad yadigârı ve Osmanlı mirası emanete olan vefa borcumuz...
“Torun” kelimesinin anlamının lügat ve örfî mânâlarından çok daha ötelerde bir duygu olduğunu Cenâb-ı Hak üç yıl önce bu fakire de nasip etti. Bir çok dedenin “torun sevgisi” ve muhabbetinin, dünyadaki en son zirve noktası olduğunu ancak bu zevki tadanlar bilir.
Geçen günlerde dünya tatlısı torunum Muhammed Furkan’la, bire bir ve baş başa yaptığım on iki saatlik yolculukta tattığım zevk, hayatımın en müstesna bir ânı olarak hatıralarımda kalacak. Sevgi, aşk ve şefkatin, aslında fedakârlık, tahammül, sabır ve katlanma olduğunu anlatan müstesna bir hayat kesiti ve dersi olduğunu böylece bire bir anlamış oldum. Yol boyunca birbirimizi anlamada kullanma fırsatını bulduğumuz derin sevgi ve kalbî bağın, bir beden ve duygu dili olarak tezahür etmesidir.
Eşimin, kızımın ve damadımın bu kadar uzun yolculuğuna, üç yaşını bile doldurmayan bir çocukla çeşitli sebeplerden dolayı katlanamayacağım endişelerine aldırmadan çıktığımız bu küçük macerada, “dede-torun” arasındaki o tarifi güç sevgi bağının, müthiş ve unutulmaz bir yol arkadaşlığına dönüşmesi, elli yedi yıllık ömür ağacımın en tatlı ve müstesna meyvesi olmasıdır. Bu münasebetle buradan çıkaracağım ders: Allah’a olan sevgi ve bağlılığımın da bir derece kıyaslamasına ulaşmamdır. Cenâb-ı Hakka sonsuz şükrederken, O’na karşı acz ve kusurumu bir defa daha en derin boyutta anlamamdır.
Bana bu sonsuz zevki yaşatmaya vesile olan sevgili kızıma, damadıma ve de bunun asıl kahramanı olan torunum Muhammed Furkan’ıma sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Sizlerle paylaşmak istediğim ana konu ise; muhabbet, şefkat ve sevginin en güzel tarifini yapan ve manevî boyutu olan hayatın içindeki hiçbir konuyu atlamayan Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin varlıklar arasındaki müthiş alâka ve ilişkilerdeki İlâhî boyutlara yaptığı atıf ve referanslara biraz daha hakkalyakîn yaklaşmış olmamdır. Risâle-i Nur Külliyatının çeşitli bölümlerinde, en küçük varlık olan serçe kuşlarından arılara; karıncadan sarı bir çiçeğe; çam kozalarından nebatî çekirdeklere kadar hayatın her karesi ve olayı hakkındaki ihtimam, dikkat ve dakikliğine olan yakınlığı ve alâkasının ne kadar yerinde olduğunu bu olay vasıtasıyla bire bir yaşamamdır.
Yoksa, küçük bir çocuk, basit bir yolculuk ve de şahsî aile yakınlığı, bir ferdî zaaf ve günlük mutat olay olan bir konuyu değerlendirme arzusunda olmam değildir.
Hayatın gerçek yüzünün, küçük-büyük, basit-önemli yanlış algılamasından uzak bir şekilde olduğunu ve tatlı cilvelerini dostlarla paylaşmaktır.
Manevî ve maddî meşrû zevklerin zirvelerinde bir hayat geçirme dilek ve temennisiyle.
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Tartışmaların odağı |
|
Cumhurbaşkanlığı tartışmaları Ankara’da gündeme damgasını vuruyor. Mayıs 2007’de yapılacak seçimlere yaklaşık 11 ay olmasına rağmen tartışmalar hararetle devam ediyor. Meclis ise bu tartışmaların ortasında önümüzdeki hafta tatile giriyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimiyle bağlantılı olarak erken seçim tartışmaları da giderek yoğunluk kazanıyor. Kasım 2007’de yapılması gereken genel seçimler öncesi yapılan tartışmalar bir erken seçimi getirmezse, Meclis tatil sonrası, Türkiye’nin 11. cumhurbaşkanını seçecek.
Hükümet kanadının her ne kadar “cumhurbaşkanlığı seçimlerine daha çok var, şu anda bizim gündemimizde yok” demesine rağmen konu siyaset ve ekonomi çevrelerinin gündeminden düşmüyor. Ekonomideki ve AB ile ilişkilerdeki dalgalanma, Meclis’in tam kapanışı öncesi AKP’nin Antalya’da yapmakta olduğu “istişare” toplantısı, bu tartışmalara daha da hareketlilik kazandırıyor.
“Cumhurbaşkanını halk seçsin” taleplerine karşılık Başbakan Erdoğan buna sıcak bakmadığını her fırsatta açıklıyor. Erdoğan bu taştırmalar için “hedef saptırma” diyor ve kendisinin Cumhurbaşkanı adayının profilini şöyle açıklıyor. “Cumhurbaşkanı, özellikle temsilde ve ülkemizi barışa, sevgiye, birliğe beraberliğe, dostluğa zemin hazırlayacak, bu zemini iyi koordine edecek. Bu ülkede toplum katmanları arasında herhangi bir duygusallığa fırsat vermeyecek derecede onlara eşit mesafede olacak bir yapının sahibi olması lâzım…”
Muhalefet kanadı bu kriterlere tepki gösterirken Erdoğan’ın bu sözlerle kendisini tarif ettiğini düşünenler de var.
“Cumhurbaşkanı seçimi için toplumsal uzlaşma olmalıdır” söylemlerine tepki gösteren bazı AKP’liler ise, “uzlaşmaya gerek olmadığı” düşüncesinde. “Geçmişte ANAP çoğunluktaydı, Turgut Özal Cumhurbaşkanı oldu. DYP çoğunluktaydı, Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı oldu. Şu an da AKP çoğunlukta, Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olacaktır…”
Ancak, Erdoğan’da “uzlaşma”dan yana… Son günlerde bu tartışmaların içinde yer alan TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı da Cumhurbaşkanlığı seçiminin uzlaşmayla çözülmesini istiyor.
Anayasa’da, Cumhurbaşkanlığı seçiminin nasıl yapılacağı açık. Eğer dördüncü turda, bu tura kalmış iki adaydan birisinin salt çoğunluğu sağlayamayacağı anlaşılırsa, bir uzlaşma kaçınılmaz olur. Ya da Meclis kendini fesh etmiş sayılır ve yeni seçimlere gidilir.
Bugün için böyle bir ihtimal söz konusu değil. AKP’li milletvekilleri istedikleri kişiyi Cumhurbaşkanı seçecek bir Meclis çoğunluğuna sahip… Tabi, erken seçim ve “olağanüstü bir durum” olmadığı takdirde…
Cumhurbaşkanlığı seçimini millet iradesinin başarması gerekli. Bütün bu tartışmalar gösteriyor ki, cumhurbaşkanlığı tartışması önümüzdeki günlerde de hareketli bir şekilde devam edecek. Aslında bu tartışmaların önünün alınmasının yolu, cumhurbaşkanını halkın seçmesidir. Ancak bu aşamada mümkün görünmüyor.
Meclis tatile giriyor ancak bu tartışmalar devam eder ve “bir yer”lerden düğmeye basılırsa, bir erken seçim için Meclis olağanüstü de toplanabilir…
Bekleyelim görelim…
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Neticesi hayrolsun |
|
Günde bir kaç defa gündemin değişti(rildi)ği Türkiye’de yeni bir sun’î gündem daha oluşturulmaya çalışıldı. Yeni yayınlanan bir kitabı gündeme taşımak adına, büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin mezarıyla ilgili yayınlar manşetlere taşındı. İddiaya göre, Üstadın cesedi, Urfa Halilürrahman Dergâhındaki mezarından çıkarıldıktan sonra Kıbrıs açıklarında denize atılmış...
Aynı gazete bir gün sonraki yayınında ise, mezarından çıkarılan Said Nursî’nin Isparta’da toprağa defnedildiğiyle ilgili ‘defin belgesi’ne ulaştığını açıkladı. (Hürriyet, 22 Haziran 2006) Bu yayınların birden çok maksadı olabilir, ama en görünen hedefi; yayınlanan yeni kitabın reklâmını yapmak olduğu söylenebilir...
Tartışmayı başlatanların hedefi, yayınladıkları kitabın satışını arttırmak olsa da, bu tartışma neticesi itibarıyla hayırlara da vesile olabilir ve inşallah da olacaktır. “Büyük gazete”nin manşetine taşınan konu, kitleler nezdinde merak uyandırabilir ve bu da daha çok kişinin Risâle-i Nur eserleriyle tanışmasına sebep olabilir. Yayınlar “aleyhte” olsa bile, bu haberleri okuyanların “Kim bu Said Nursî?” diye merak edecekleri düşünülmelidir. Günümüz şartlarında internet üzerinde kısa bir arama yapanların karşısına Said Nursî ile ilgili binlerce bilgi ve belge çıkacaktır. Bu da pek çok kişinin yeni bir dünyaya adım atmasına sebep olabilir.
Ömrü boyunca gençliğin iman selâmeti için çalışan bir müfessirin, mezarında dahi rahat bırakılmadığı, bu şekilde bir defa daha duyulmuş ve görülmüş oldu. Bu çirkinliği tasvip edebilecek bir ‘insaf ehli’ var mıdır? ‘Mezar soygunu’nu ilk defa duyanlar da şok olmuş ve mutlaka “Kim bu Said Nursî ki mezarında bile rahat bırakılmamış ve ondan korkmuşlar?” diye düşünmüştür. Bütün bunlar, aleyhte yayınların aksine, Risâle-i Nur’a duyulan ilgiyi ve iştiyakı arttıracaktır.
Bu yayınların bir maksadı da Risâle-i Nur okuyanları tahrik etmek ve “Bakın, sizin üstadınızın cesedini denize attık, biz güçlüyüz” gibi bir kötü niyet ise; bilsinler ki bu tahrike kimse kanmaz. Çünkü, nihayetinde ceset ‘zeval’e mahkûmdur. Mühim olan fikirler ve ideallerdir. Said Nursî’nin başlattığı ‘yürüyüş’ bütün hızıyla devam ediyor ve inşallah kıyamete kadar da devam edecektir. Said Nursî,—eğer “Bakın, sizin üstadınızın cesedini denize attık, biz güçlüyüz” diye düşünenler var ise— böyle düşünenlerin ‘ağa babaları’nın fikirlerini, düşüncelerini ve iddialarını cehennemin dibine boylatmıştır!
Çünkü Said Nursî ‘İmanın cereyanındayım’ demiş, gençliği ve milleti ‘imansız bırakma’ planlarına karşı mücadele vermiştir. Telif ettiği eserler ortadadır ve bu eserlerin gençliğin ve milletin imanının kurtulmasında üstlendiği rol de erbabınca biliniyor.
Bediüzzaman şöyle diyor: “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risâle-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir.” (Mesnevî-i Nuriye, sh: 153)
Mesele, ‘cesed’in nereye atıldığı ya da gömüldüğü değil, ‘inkârcılığın’ Risâle-i Nur sayesinde ‘çöpe’ atılmış olmasıdır. Bu tartışma inşallah güzel neticeler doğurur ve doğuracak...
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|