Peter L. Berger ünlü bir din sosyologu. 60’lı yıllarda çok popüler olan sekülerleşme ve dinin toplum hayatında etkisini yitirişi üzerine kitaplar yazmış, konusunun uzmanı bir bilim adamı. Ama isterseniz, önce şu meşhur sekülerleşme kavramını basitçe tanımlayalım: Sekülerleşme, birey ve toplum bilincinde dinin önemini kaybetmesi anlamına geliyor. İşte, şu sıralar oldukça yaşlanmış olan Berger, 1960’lı yıllarda, diğer meslektaşları gibi aynı görüşü, daha doğrusu aynı kehâneti savunuyordu: Toplumlar modernleştikçe sekülerleşir. Sekülerleşme önüne geçilmez, modernleşmenin ayrılmaz parçası olan bir süreçtir. Aynı yıllarda başka bir ünlü sosyolog Daniel Bell de benzer görüşleri ileri sürüyordu.
Gelgelelim, bu teori ya da varsayım, sadece Batı ve Orta Avrupa için—bir ölçüde—geçerli olabildi. Ama bugün Batı medeniyetinin ve geç modernliğin temsilciliğini üstlenen Amerika’da hem birey, hem de toplum hayatında din ne etkisini, ne de cazibesini kaybetti. Türkiye gibi Batılı olmayan ülkelerde de bürokrat ve aydın elitler eliyle yürütülmeye çalışılan modernleş(tir)me sürecinde, dinî tezahürler bastırılmaya çalışılsa da, din vicdanların ve toplum hayatının en canlı ve hakim damarı olarak var olmaya devam ediyor.
Sekülerleşmenin kalbi Avrupa’da da aslında daha çok kilisenin etkisini kaybetmesinden söz edilebilir. Meselâ, dünyanın en fazla sekülerleşen ülkesi olarak görülen İzlanda’da kiliseye gitme oranı sadece yüzde 2. Peki bu durum İzlandalıların inanç düzeyinde bir gerileme yaşadığı anlamına mı geliyor? Meselâ, sizce İzlanda’da ateistlerin oranı ne? Sadece yüzde 2.4! Ölümden sonraki hayata inananların yüzdesi ise, sıkı durun, yüzde 81!
İşte bu tablo, Berger gibi sahasının öne çıkan bir sosyologa 1996 yılında “Gerileyen Sekülerizm” başlıklı bir makale yazmak zorunda bıraktı. Ve aslında sekülerleşmenin gerileyişi konusunda din sosyologları arasında genel bir kabul oluşmaya başladı. Adını zikrettiğimiz Bell de bu defa “Kutsalın Dönüşü”nü konu alan yazılar yazmaya başladı.
Prof. Dr. Ali Köse’nin Peter L. Berger, Daniel Bell ve Harvey Cox gibi sosyologlardan derlediği makaleleri bir araya getiren ve Etkileşim Yayınlarından bu ayın başında yayınlanan Laik Ama Kutsal başlıklı kitap, konunun uzmanlarının sekülerizmin yerini tekrar kutsala ve dine nasıl bıraktığını çarpıcı şekilde ortaya koyuyor.
Laik Ama Kutsal, bizimki gibi kavram kargaşasının mebzul miktarda yaşandığı ülkeler için özellikle faydalı kabul edilebilir. Mâlûm, 80 seneden fazla zamandır resmî ideoloji olarak tabulaştırılan “laiklik” kavramı henüz tanımlanabilmiş değil. “Din ve devlet işlerinin ayrılması” şeklindeki naif ve basit tanım Türkiye’nin resmî laiklik uygulamasında karşılığını bulamıyor. Bir öğretmenin sokakta başını örtmesinin bile laikliğe aykırı bulunabildiği garip bir laiklik anlayışı oluşturulmak isteniyor.
Sözkonusu kavram kargaşası çoğu kez laiklik ve sekülarite kavramlarının karıştırılmasından kaynaklanıyor. Laiklik devletin bütün dinlere eşit mesafede oluşu, hiçbir dini halka dayatmaması ve dolayısıyla din ve vicdan hürriyeti anlamını taşısa da, sekülarite dinin birey ve toplum bilincinde önemini yitirmesini ifade ediyor. Avrupa’da modernleşme denilen toplumsal değişimlerin sonucunda ortaya çıkan sekülerleşme, diğer toplumlardaki aydın ve bürokrat elitler tarafından topluma zorla dayatılan keyfî bir süreç şeklinde ortaya çıktı.
Dahası, Türkiye gibi zorla sekülerleştirilmeye çalışılan ülkelerde laiklik/sekülerite merkeze, din ve dindarlık ise “laiklik karşıtlığı” konumuna oturtuldu. Diğer bir deyişle, modernleşmek istiyorsak sekülerleşmek, dinden uzaklaşmak zorundaydık. Laiklik/sekülerite asıl, din ve dindarlık ise bir sapmaydı! Sekülerist/laikçi aydın ve bürokrat elitlerin ısrarla hâlâ dile getirdiği bu mantık, haddizatında bir anakronizmi ele veriyor; yani, sözkonusu kesimin zihinlerinde eski ve geçerliliğini yitirmiş kavramları bugüne uyarlamaya çalışma gayretlerini açığa vuruyor.
Oysa, sekülerleşme tezini reddedip hatasından dönme cesareti ve namusluluğunu gösteren Berger gibi sosyologlara kulak verecek olursanız şu noktaları kabul etmek zorundasınız:
* Dinin modern dünyada varlığını kabul ettiğiniz takdirde, sekülerleşmeyi modern bir norm olarak değil, açıklanması gereken ilginç ve sapkın bir olgu olarak ele almanız gerekir.
* Dünya, istisnalar bir tarafa, olabildiğince dinî bir dönem yaşıyor. Sekülerleşme modernitenin doğrudan ve kaçınılmaz bir sonucu değil.
* Başta İslâm dünyası olmak üzere, Latin Amerika’da, Roma Katolikliğine mensup coğrafyalarda, Yahudiler arasında ve daha birçok bölgede dinî duygular giderek canlanıyor. Berger’in şu ifadeleri özellikle ilginç: “Seküler kimlikli politikacıların ve kültürel elitin iktidarı elinde bulundurduğu ülkelerde iktidar sahipleri bu dinî canlılığa karşı hep savunma pozisyonuna mahkûm olmuş vaziyetteler. Türkiye’de, İsrail’de, Hindistan’da ve hatta ABD’de durum böyledir.”
Peki sekülarite denen bu “ilginç ve sapkın olgu” nerede bulunur, diye soracak olursanız, Berger bir coğrafî adres, bir de her ülkede bulunabilecek toplumsal adres veriyor. Coğrafî adres, Batı ve Orta Avrupa. Berger’e göre sekülerleşme tezinin savunulabileceği dünyanın tek bölgesi de burası zaten.
Ama sekülaritenin bulunabileceği ikinci adres daha anlamlı: oranları fazla olmasa da, çok etkin makamlarda bulunan entel gruplar arasında! Bu gruplar sosyal ve beşerî bilimler alanında Batı tipi yüksek eğitimden geçenlerden oluşuyor. Bunlar her ülkede var olan seküler karakterli bir enternasyonal grup olma özelliğini taşıyor. Bu Batılı(laşmış) entellektüeller meselâ İstanbul’a, Kudüs’e, Yeni Delhi’ye gittiklerinde sadece kendileri gibi entellektüel tabakadan kişilerle görüşüp, o kişilerin o ülkelerin kültürel dokularını temsil ettiğini zannediyor.
Modern bir sapma olarak sekülerizme kutsal bir ideoloji olarak iman eden bu son grubun yapay ortamlarından çıkıp halkın arasına karışmasını, kutsalın ve dinin tekrar canlanışına şahit olmalarını, bunu yapamıyorlarsa, Berger veya Bell gibi sosyologların yeni kitaplarını okumalarını beklemek aşırı birşey mi olur sizce?
www.muratciftkaya.com
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|