Avrupa bir yol ayrımında. Yüzyıllardır kendisine “öteki,” dahası “Avrupalılık” ortak kimliğinin hem geçmişte, hem bugün teşkilinde kurucu bir karşıt unsur olarak kullandığı İslâmiyet ve Müslümanlar karşısında kelimenin tam anlamıyla bir kafa karışıklığı yaşıyor. Müslüman bir ülke olarak Türkiye, atalarının birer savaşçı olarak Viyana kapılarına dayanması gibi, bu defa Brüksel’in kapılarını zorluyor. Ama Avrupa için sorun öncelikle ne Türkiye’nin göreceli olarak hâlâ yüksek enflasyonu, ne büyük işsiz kitlesi, ne de diğer faktörler. Avrupa Türkiye üzerinden İslamla çetin bir sınav veriyor. Bu öyle zorlu bir sınav ki, hâlâ gevşek ve zayıf Avrupa “biz”ini oluşturan en temelli öğeyi, Hıristiyanlığı tehdit ediyormuş gibi görünüyor.
Bundan birkaç yüzyıl önce, Avrupa’nın herhangi bir şehrinde herhangi bir insana “Sen kimsin?” diye sorulacak olsa, cevap kesinlikle aynı olurdu: “Hıristiyanım!” Bu kimlik, ulus-devletin oluşumundan önce, “öteki” bir din olarak İslâmın fetihleriyle güçlenmişti. Avrupa yarımadasına kapanan Avrupalılar ortak düşman olarak gördükleri Müslümanlar karşısında sık sık ortak kimliklerini hatırlayacaklardı.
Daha öncesinde, Haçlı Seferleri sırasında saldırı halinde gerçekleştirdikleri birliktelik ve ortaklık, Osmanlı zamanında savunmaya dönüşecek; Viyana Kuşatması bir metafor olarak günümüze kadar unutulmadan gelecekti.
Diğer bir deyişle, geçmişte Avrupa’ya, farklı imparatorlukların ve prenslerin yönetiminde, farklı mezheplere mensup ülkeler topluluğunun ötesinde ortak bir kimlik kazandıran şey İslâm ve Müslümanlardı. Avrupalılar kendi aralarında bazen bir asır sürecek savaşlara girseler de, hep Müslümanlara karşı “biz” dediler. Morin’in deyişiyle, İslâm fetihlerinin başladığı yedinci yüzyıldan itibaren Avrupa’yı “Avrupalılaştıran İslâm” oldu. Bugün de bir derece böyle değil mi?
“Öteki”ni ne yapmalı?
Bugün, Avrupa kimliğinin—eğer öyle birşey varsa—görünürdeki en zayıf unsuru Hıristiyanlık. Ama ilginçtir, Türkiye sözkonusu olduğunda, hemen her bilinçaltından aynı tepki yükseliyor: “Ama onlar Müslüman!” Diğer bir deyişle, Avrupalılar Hıristiyanlığını, Müslümanlar karşısında hatırlıyor. Ve ilginçtir, önemli bir kısmı iki dini bir “karşıtlık” ilişkisi içinde algılıyor.
Avrupa anayasasını yazmakla görevlendirilen Giscard D’estaing gibi “Türkiye’nin AB üyeliğinin kabulü Avrupa’nın sonu demektir” diyebiliyor. Avrupalı olmanın kriterleri son kertede “Hıristiyanlık”a indirgeniyor.
Şöyle bir muhakeme yürütelim isterseniz: Bugün kusurlu demokrasisi, bozuk ekonomisi, farklı toplumsal yapısıyla Türkiye bir İslâm değil de Hıristiyan ülkesi olsaydı, Avrupa karar alıcılarının ve kamuoyunun tavrı nasıl olurdu? Kuşkusuz, bugünkünün tam tersi! Otuz küsur senelik faşist bir idareden sonra bütün problemleriyle İspanya’nın birliğe alınmasına benzer bir süreç sözkonusu olur, ve sorunların birlikte aşılmasına çalışılırdı.
Ama Avrupa’nın aklı karışık. Düne kadar geri püskürtmekle övündüğü Osmanlı gazilerinin torunlarına kapıyı bu defa içeriden açarlarsa, biliyorlar ki, bu kapı İslamiyete ve Müslümanlara açılacak. Ya da kapı kapalı bırakılacak. Avrupa, tarihî kimliğinde hep “öteki” olarak gördüğü bir unsuru özümseyecek ya da dışlamaya devam edecek.
Burada, bir azınlık olarak milyonlarca Müslümanın zaten Avrupa’da senelerdir yaşıyor olmasından öte birşey sözkonusu. Müslümanlar bir “azınlık” olarak değil, eşit bir kurucu unsur olarak yeralacak ve kabul görecek Avrupa’da.
O yüzden, Türkiye’yi düşünmek Avrupa için esasen İslâmı düşünmek ve İslâmı düşünmek ise kendini yeniden tanımlamak demek.
Gerçek şu ki, Giscard D’estaing tamamen haksız değil. Türkiye’nin ve onunla birlikte İslâmın varlığıyla, Avrupa kendisi olmaktan, daha doğrusu tarihî olarak düşünüldüğü şey olmaktan çıkacak. Bir anlamda—bu defa barışçıl bir şekilde—Avrupa yine sona erecek/ölecek ve yine farklı bir surette doğacak.
Ya da, “biz ve ötekiler” taassubuyla, kapısını İslâma ve dahi barışa kapayacak.
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|