|
|
Faruk ÇAKIR |
Siz daha fazlasını verin! |
|
Başörtüsü yasağının yaygınlaşması için gayret gösteren CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman, İzmir’de yayınlanan ‘Haber Ekspres’ gazetesine verdiği bir beyanda, “Başlarını örten üniversiteli genç kızlara 300 YTL ödeme yapılıyor” demiş. (Hürriyet, 7 Haziran 2006)
Daha önce de Emine Erdoğan’a, “Başörtülü olduğunuz için Türk kadınını temsil etmiyorsunuz” diye mektup yazan ve bu davranışıyla CHP liderinin bile tepkisi çeken Arıtman’ın bu iddiasına gülmek mi lâzım, yoksa ağlamak mı?
Milletvekili seçilen bir hanımın, Türkiye gerçeklerine bu kadar yabancı olabilmesi nasıl mümkün oluyor? Bir defa, devam eden kanunsuz, ama fiilî yasak sebebiyle üniversitelerde okuyabilen başörtüsü öğrenci kalmadı... Buna rağmen; sanki başörtülü öğrenciler üniversitelere devam edebiliyormuş gibi beyanat vermek neyin nesi?
Türkiye’de yaşayan ve milletin vekili ünvanını kazanan birisinin, genç kızların kendi hür iradeleriyle başlarını örtebileceği gerçeğini aklına sığırtıramaması normal midir? Niçin illa da işin içinde ‘para’ ya da ‘baskı’ aranır? Son 20 yılı meşgul eden bu ve benzeri tartışmalar esnasında —nümunelik olsun— bu iddiayı isbat eden bir hadise yaşandı mı? Hangi başörtülü öğrenci, böyle bir iddiayı doğrulayacak şekilde davrandı ve “Evet, ben şu kadar para aldığım için başını örttüm, şimdi ise açıyorum” dedi? Böyle bir hadise olmuş olsa, bunca yıl gizli kalması mümkün olabilir miydi?
Hemen ifade edelim ki, yasakçıların böyle bir ‘mizansen’ yapmaları da her an için mümkündür. Nasıl ki 28 Şubat süreci esnasında ‘irtica’ iddialarına delil olması noktasında Fadimeler/Kalkancılar bulunmuştu; başörtüsü konusunda da bir ‘tertip’ yapılmak istenmiş olabilir ve bundan sonra da istenebilir. Ama başörtüsü konusunda en azından şimdiye kadar ‘figüran’ bile bulamamış olmaları ayrıca dikkat çekicidir. Evet, şükür ki şu ana kadar bu iddialarını delillendirecek ‘figüran’ bile bulamadılar! (Tabiî ki, bundan sonra bulamayacakları anlamına gelmez!)
Türkiye ve dünya gerçeklerine bu kadar yabancı yasakçılara bir defa daha sesleniyoruz: Bu anlamsız inadı lütfen bırakın. Kişilerin hür iradesiyle başlarını örtebileceğini kabul edin. Her hadisenin arkasında ‘para/pul’ aramayınız. Başörtüsü konusuna biraz da insan ve inanç hakkı penceresinden bakınız!
“Yok, biz hadiseye ‘yasak’ penceresinden bakacağız” diyorsanız o zaman şunu söylemeye hakkımız var: “Madem, 300 YTL verilerek öğrencilerin başları örtülüyor, o halde siz daha fazla verin ve başlarını örten öğrencilerin açılıp saçılmalarını temin edin!”
Her türlü engele rağmen gençler başlarını örtmeye devam ediyorsa, lütfen insafa gelin ve bunun arkasında ‘para/pul’ aramaktan vazgeçin.
*
Doymadan kalk
Dünyanın en uzun ömürlü insanları olan Japonya’nın Okinawa adası sakinleri, sofradan tam doymadan kalkıyormuş. (Vatan, Vataniki eki, 7 Haziran 2006)
Yaş ortalamasının kadınlar için 86, erkekler için 77 olan Okinawa’daki bu uygulamanın, uzun yaşamanın sırlarından biri olduğu ifade ediliyor.
Sofradan tam doymadan kalkmak, Peygamberimizin sünnetlerinden ve Müslümanlara tavsiyelerinden biri değil midir? Demek ki, bilmeyerek de olsa Okinawa halkı bu ‘sünnet’e ittiba ediyor...
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
TRT’de neler oluyor? |
|
TRT’de kazan kaynamaya devam ediyor. Umut Akyürek, TRT’nin çok önemli bir kurum olduğunu söyleyerek, mahkeme yoluyla geri döndüğünü anlattı.
Birşey daha anlattı.
Kurum içinde kadınlarla el sıkışmayan müdür varmış. (Kanal D) Akyürek’in derdine bakar mısın? Kendisini ateşe attığını söyleyip, bu gerçekleri(!) anlatarak kamuoyunu aydınlatmayı bir borç bilmiş. Cesur yürek!
TRT’yi karıştırmaya yönelik operasyonlar bununla sınırlı değil.
Bekir Coşkun nam yazar “TRT’-nin Atatürkçüleri”ne sesleniyor sütununda. (Hürriyet)
Coşkun, yana yakıla TRT’de “kaybolan 8 bin Atatürkçü’yü arıyor.”
Ne o? Bulursa devrim filan mı gerçekleştirecek? Merak ediyoruz.
Ne hikmetse bir haber daha etrafta dolaşmaya başladı.
Haberin doğruluğu şüphe götürecek cinsten:
Güya; içki içen sanatçılara bir kısım TRT personelince sözlü taciz edilmiş ve şöyle haykırmışlar, “Cehennemde yanacaksınız.”
Bir kısmı başörtülü olan personel, içki içenlere “Burası meyhane değil” demişler. Tartışmalar büyümüş ve bardaklar havada uçuşmuş.
Bu tür haberleri gazetelere servis yapanlar bu satırlar yazıldığı saatlerde TRT İstanbul Radyoevi’nin önünde “önemli” açıklamalarda bulunuyordu. Umut Akyürek, katıldığı bir programda bunun işaretini vermiş ve, “Haber-Sen’le birlikte çok önemli duyuru yapacağız” demişti.
Suyu bulandıranlar kuzuyu yemeye çoktan niyetlenmiş besbelli.
ÇILDIRTAN HATA
Sabah ekranlarında sahte aşklar ve düzmece oyunlar revaçta.
Aptalca bahaneler yüzünden sahte kavgalar, rating uğruna yapılan ucuz tartışmalar bakalım daha ne kadar devam edecek?
İşte bir zaman bu tür “reklam aşkı” yaşayan dizi film oyuncusu şimdi bin pişman.
Bu tür oyunların kendisine yakışmadığını belirttikten sonra, “10 yıl boyunca işini en iyi yapan ben, rol aldığım televizyon dizileri ve sinema filmlerindeki başarılarımla övünürken bir anda kariyerimi ayaklar altına aldım” diyor.
İsim de veriyor Murat Parasayar.
Ahu Tuğba ile yaşadığı reklam aşkından bahsediyor ve şimdi çıldıracak seviyeye geldiğini söylüyor.
“Çok büyük paralar almadım. Gaflet uykusunda gelen teklifi yanlış değerlendirdiğim için üzgünüm. Yıllardan beri beni severek takip eden tüm hayranlarımdan şimdi çok büyük tepkiler alıyorum. Kendi kendime söz verdim. Bir daha böyle bir hata yapmadan sanatımı en iyi şekilde devam ettirmek istiyorum. Yıllarca beni bağrına basan büyük Türk halkından özür diliyorum.”
“Benim yaptığım Türk gelenek ve göreneklerine yakışmadı. Ancak her insan hata yapar. Ahu Tuğba için umarım hakkında hayırlısı olur. Sanat dünyası kendine çeki düzen versin. Yaşanan tezatlıklara bir anlam veremiyorum. Binlerce çirkin olaya şahit oldum. Hangisini anlatsam Türkiye’de olay olur. Ama hep sustum. Benim susmam bir şey değil. Bu tür çirkinlikleri gündeme taşıyan insanlar hâlâ bu ilişkilere çanak tutuyor. Bazı sanatçılar korsan diye Ankara’ya yürüyerek haklarını aradılar. Oysa bu sanatçılar yıllardan beri Türk halkına duygu sömürüsü yapıyor. Haketmedikleri halde halk onları televizyonlarda ve konserlerde yalnız bırakmıyor. Bence korsan hiçbir şey. Önce sanatçılar kendilerini toparlayıp, hayranlarına ve halka karşı yaptıkları yanlışlara dur deyip, özür dilemeli”diyor. (Türkiye Gazetesi)
Yoruma ihtiyaç var mı? Parasayar herşeyi anlatmış bile.
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tehlike |
|
Vaktiyle, Metin Karabaşoğlu ile beraber Demirel’e şöyle bir sual sormuştuk:
“Askerî okullar ile diğer eğitim kuruluşları arasındaki ‘eğitim zihniyeti’ farklılığının, bir kuşak sonrasında ciddî rahatsızlıklar doğuracağı söyleniyor; siz ne düşünüyorsunuz?”
Demirel’in cevabı ise şöyle olmuştu.
“Eğitim meselesinde en önemli tehlike, bu ülkenin okullarına giden, eğitim gören çocuklarını bir süre sonra aynı kavramları farklı farklı öğrenmiş olarak görmektir.
“Bu bir tehlikedir. Birinin ak dediğine öbürü kara derse, aynı lisanı konuşan insanlar anlaşamaz hale gelirler ki, bu büyük huzursuzluk kaynağı olur. Yalnız askerî okullar, sivil okullar meselesi değil; bütün eğitim kuruluşları için söz konusudur.
“Bu durumlar varsa, en kestirme şekilde en kısa zamanda tashih edilmesi gerekir. Tehlikeye katılıyorum.” (Bkz. İslâm Demokrasi Laiklik, s. 189)
Bu sual ve cevabın da yer aldığı geniş mülâkatı daha önce Köprü dergisinin Mayıs, Haziran, Temmuz-1987 sayılarında üç bölüm halinde yayınlamıştık. Demek ki, aradan yirmi yıla yakın bir zaman geçmiş.
Peki, bu zaman zarfında Türkiye’de askerî okullardaki eğitim felsefesi, müfredatı ve uygulaması konusunda entellektüel düzeyde herhangi bir tartışma cereyan etti mi?
Bildiğimiz kadarıyla, maalesef hayır.
Özellikle 28 Şubat sürecinde din eğitimini yanlış zeminlerde ve son derece uygunsuz söylemlerle senelerce tartışan, güce dayalı baskı ve dayatma yöntemleriyle din eğitimine ağır darbeler vuran Türkiye, askerî okullardaki eğitimi gündeme bile getirmedi.
Tevhid-i tedrisat prensibi hep din eğitimi bağlamında yorumlanırken, tamamen özerk, bağımsız ve dokunulamaz bir kulvarda eğitim veren askerî okulların MEB sistemi dışında tutulmasındaki tuhaflık fark edilmediği için mi, yoksa dile getirilmesi cesaret gerektirdiği için mi hiç konuşulmuyor?
Oysa Türkiye’de AB sürecinde daha çok tartışılmaya başlanan asker-sivil ilişkileri bahsinin en önemli ve can alıcı noktalarından biri, işte bu askerî okullar meselesi ve sözünü ettiğimiz “eğitim zihniyeti” farklılığı.
Gerçi sivil okullardaki eğitimin hali de içler acısı. Ve bu iktidar döneminde büyük iddialarla gündeme getirilen felsefe eksenli “müfredat reformu” da tıkanmış durumda.
“Reform”un mimarı olarak takdim edilen Talim Terbiye Kurulu Başkanının yakınlardaki istifa gerekçesi bu tıkanma değil miydi?
Bu, işin ayrı bir ciheti. Ve gerçek şu ki, Türkiye “sivil” eğitimini de, askerî eğitimini de felç eden ideolojik saplantı ve dayatmalardan kurtulamadıkça bir yere varamaz.
Özellikle cumhuriyet, demokrasi, laiklik, irtica, hukuk, çağdaşlık gibi kavramlarda ortak tanımlara ulaşılmasını engelleyen çelişkili ve çarpık yorum, yapılanma ve uygulamalar devam ettiği müddetçe de kavram kargaşasından ve bunun ortaya çıkardığı gerilim ve çatışmalardan başımızı alamayız.
Ve yirmi yıl önce Demirel’le konuştuğumuz tehlike daha da artarak devam eder.
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
“Yakınma yekin” |
|
Hatay Milletvekili Fuat Geçen’in partiden ihraç kararının açıklandığı sıralarda girdim AKP kulisine…
“Geç bile kalındı” diyen de vardı, “Sürpriz olmadı, bekleniyordu” diye konuşan da.
En çok, “Haftaya sıra Mahmut Koçak’ta” deniliyordu.
Bir gün önce toplanan Merkez Yürütme Kurulunda Erdoğan’ın, “Sorunlu adam istemiyorum. Hepsini temizleyin” dediği bilgisi kulislere ulaştı.
Şimdiye kadar ihraç yoluna gitmeyen, sorunu parti içinde kalarak çözmeyi tercih eden Erdoğan, tavır değiştirmişti.
Bunun altında yatan neydi acaba? Erdoğan’ın tahammülsüzlüğü mü, Fuat Geçen’in, “Tuz koktu” şeklindeki son çıkışı mı? Mahmut Koçak’ın, “Kasımpaşalılık olmaz” şeklindeki tavrı mı?
Erdoğan’ın sabır taşı mı çatlamış, yoksa kesip atmadıkça, hastalığın bünyeye yayıldığı kanaatine mi varmıştı? Doğrusu merak edilecek bir durumdu.
AKP kulisine gitmeden önce, “Amerika, Tayyip’le tekrar anlaştı. Haziran sonuna randevu verecekler” şeklinde kulağıma ulaşan bilgiler mi Erdoğan’daki bu tavır değişikliğine neden olmuştu?
Peki, “Erdoğan ABD’ye gitmeden önce 12 bakanını değiştirecek” bilgisine ne demeliydi. Başbakan kabineyi “adam akıllı” bir değişikliğe tabi tutup, ABD’ye mi uçacaktı?
Fuat Geçen’in ihracı ardından Mahmut Koçak’ın partiden atılması… Peki, bunlar AKP’de bir dalgalanmaya neden olur mu? Muhalif olarak gösterilen birçok isim Geçen’le irtibatını kesmiş. Bu işin bir blok halinde kopmaya neden olmasını kimse beklemiyor.
Doğan Grubu’nun dolduruşuna gelen Geçen sadece kendisine değil, parti içindeki muhalefete de zarar vermiş. Geçen ve Çömez’in fevri çıkışları nedeniyle muhalifler parçalanmışlar. Ancak Geçen AKP’den istifa etse de devlet ihalelerinin yakınlara, eş ve dosta peşkeş çekildiği “Ali Dibo olayı”nı siyasi literatüre kazandırdı. Adında “AK” bulunan iktidar partisi, Geçen sayesinde “Ali Dibo damgası”nı yedi.
* * *
Siyasetteki dalgalanmayı konuşurken, kulisin tam orta noktasında ayakta sohbet ettiğimiz milletvekillerinden biri, “Şu Kemal abi müthiş adam” dedi. Kemal abi, yani Kemal Unakıtan... Merakla baktığımız görünce, “Ekonomideki dalgalanmayı sormuşlar, o da ‘Dalgalanma olur. Üstte kalan kurtulur, altta kalanı dalga götürür’ demiş” diye izah etti.
Kulisin sıcak havasından nefes almak için biraz bahçeye çıktık. Akşam serinliğinde milletvekilleri bahçeyi daha çok tercih ediyorlar. Bu gidişle milletvekillerini toplamak için bir de bahçeden sorumlu grup başkanvekili atamak gerekiyor. Çünkü her yoklama istendiğinde biri koşup bahçedekilere haber veriyor.
Sadece bahçedekilere haber verilmiyor. Bir de bahçede dolaşanlardan biz haber verelim.
CHP’nin doğu milletvekillerinden biri Genel Başkan Baykal’ın Şemdinli olaylarından beri izlediği politikadan dolayı ciddî rahatsızlık içinde. CHP’nin, MHP’den daha “milliyetçi” ve “şahin” olduğunu düşünüyor. Daha sivil bulduğu için AKP’ye geçmeyi düşünen bu milletvekiline kendi seçim bölgesindeki bir AKP’li vekilin engel olduğu söyleniyor.
* * *
Meclis akşam yemeği için ara verince, hemen Dedeman Oteli’ne geçtik. Dedeman’ın 40. kuruluş yıldönümü resepsiyonu vardı. Nazire Dedeman, her zamanki zerafeti ile karşıladı konuklarını. Nazire Dedeman’ın oğlu Umut’un kaza mı yoksa cinayet mi olduğu pek anlaşılamayan müessif olaya kurban verdikten sonra saçları kısa sürede bembeyaz oldu. Ancak o yılmadı mücadele etti. Acısını sadece yüreğinde taşımadı, mahkeme salonlarında olayın aydınlatılması için mücadele verirken, silahsızlanma çabalarını da bir kampanyaya dönüştürmeyi ihmal etmedi.
Dedemanlar Kayseri’nin ileri gelenlerinden olduğu için başta Abdullah Gül olmak üzere tüm Kayserililer oradaydı. Yapılan konuşmalarda Kemal Dedeman’ın, otele gelenlerin müşteri değil misafir olarak karşılanıp, ona göre hizmet edilmesi felsefesine vurgu yapıldı.
Yine Kemal Dedeman’ın, “yakınma yekin” sözünü Abdullah Gül aktardı.
Şikâyet etme, koş, çalış...
Dedeman’ın açıldığı 1966 senesinde radyodan ilk kez dünya kupasını anlatan Halit Kıvanç sunduğu gecede Kayserililer ne mi konuştu? Ayaküstü de olsa ticareti konuştular. Ne güzel ki ticaret bu şehrimizin genlerine işlemiş.
Bir de kriz kolik olan ve “battık-bittik edebiyatı”nı yapmak için fırsat arayan Türkiye’ye Kayserili Kemal Dedeman’ın şu sözünü kazandırabilsek, “Yakınma Türkiye, yekin…”
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Katsav’ın İslâma hizmeti! |
|
İsrail Cumhurbaşkanı Moşe Katsav ilginç bir şahsiyet. Birkaç defa Türk basınını İsrail’e davet ederek özel demeçler verdi. Bunlardan birisinde beş büyük Türk gazetesinin mensuplarıyla bir araya gelmişti. Bunlardan birisi de Milliyet Dış Haberler Müdürü Kadri Gürsel di. Kadri Gürsel notlarında ilginç bir tezada işaret etmişti. Buna göre Moşe Katsav “Millî Görüş gömleğimizi çıkarıp attık ve İslâmcı parti değiliz” diyen AKP’nin ısrarla İslâmcı bir parti olduğunu ileri sürüyordu. AKP’nin İslâmî kimliğine ihtiyacı olduğu gün gibi aşikârdı. Aslında amacı AKP’yi İslâmcı yaparak veya addederek İslâmcıların nazarında meşruiyet sağlamaktı. İslâmı kullanmak için dost İslâmcılara ihtiyacı vardı bunu da kendisine göre AKP’nin şahsiyetinde buluyordu. Kadri Gürsel de bu tezada işaret ederek: “AKP İsrail’e yaklaştıkça İslâmcılığından sıyrılıyor, soyunuyor ve soyutlanıyor. Halbuki tam tezad bir şekilde İsrail’in alaca İslâmî partnerlere ihtiyacı vardı. AKP’de bu potansiyeli görüyordu” mealinde yazmıştı.
Paradoks, ama gerçek. İsrail, İslâm âlemi ile kendisi arasında ‘İslâmcı köprüler’ ve aracı sınıflar arıyor. İngilizlerin Hindistan’da, vesair yerlerde daha önce aradığı gibi. Bunların sayısı da az olduğundan AKP’yi model olarak takdim ediyor.
Bu hususta iki taraf arasında elbette zaman zaman gerilimler ve gel gitler yaşanıyor. Bu da işin tabiatı icabı. Buradaki hezeyan ve küstahlık şu: Neyin İslâmî olup olmadığına mensupları değil, hasımları veya başka taraflar karar veriyor ve belirliyor. Bu yukarıdan bir bakış. Moşe Katsav Türk basınının huzurunda bu yanlışı ikinci kez yaptı. Yanlışında temadi ediyor. Demek ki ondaki bu yanlışlık hastalığı masum veya tesadüfen değil, sistematik. Bu sefer de Türk basınına ‘Kur’ân’ı savunmak bize düştü’ diye konuşmuş. Aslında bu yaklaşım bile, ne kadar ters bir yerde durduklarının habercisi. Bu meyanda eski valilerden Nevzat Tandoğan’a bir ifade atfedilir ve der ki: “Eğer bu memlekete komünizm lâzımsa onu da biz getiririz.” Samimiyet bunun neresinde? Kendilerini taraf değil, hakim olarak görüyorlar.
***
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in İsrail ziyareti öncesinde Türk basınına yaptığı konuşmasında yine benzeri cevherler yumurtlamış. Ezcümleden olmak üzere “Kur’ân’ı savunmak bize düştü” demiş. Öyleyse vay halimize. Kıyamete çeyrek var demektir. İsrail Cumhurbaşkanı Moşe Katsav, İslâmın terörü yasakladığını, ancak dine dayanarak teröre başvuranların bir gerçek olduğunu savunarak, “Kur’ân-ı Kerim’i savunmak bize düştü” diye konuşmuş. Peki İsrail kurulmadan önce İngilizler ve Araplara karşı giriştikleri tedhiş hareketlerinde ve eylemlerinde referans olarak neyi alıyorlardı? Referansları Tevrat değil miydi? Müslümanlardan hesap sormadan önce, kendi mazisinin hesabını versin. Batı Kudüs’teki cumhurbaşkanlığı makamında bir grup Türk gazeteci ile görüşen Katsav şunları söylemiş, “Masum insanların arasına dalıp, ‘Allahüekber’ diyerek bomba patlatıyorlar. Halbuki İslâm böylesine korkunç bir eylemi yasaklıyor. Ama bu o kadar az dillendiriliyor ki, Kur’ân’ı savunmak da bize düştü.”
İran ile yaşanan nükleer gerginlik konusunda da, Katsav, “İran sadece bizim meselemiz değil, herkesin meselesidir. Ürdün’ün, Türkiye’nin ve Arapların meselesidir. İran’ın nükleer silâha ihtiyacı yok, çünkü İran’ın düşmanı yok” ifadesini kullanmış. Neden durduk yerde Türk basınına böyle mesajlar verme ihtiyacını hissetti dersiniz? Dürtüleri mi depreşti dersiniz?
***
Neyse, biz kendisinden İslâma hizmet falan beklemiyoruz. Gölge etmese başka ihsanına ihtiyaç yoktur. Düşmanlığı önlemenin en kestirme yolu, haddini bilmekten geçer. O da kendisinde yok. Biz de bilmukabele kendisine bunu hatırlatırız.
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
DYP, siyaset ve sonrası |
|
DYP’nin silkinmeye başladığını, uzun süren siyasî fetretinin çözüldüğünü görüyoruz. DYP, kendine yakışan bir vizyon hareketine hazırlanıyor. Kurumsal parti felsefesinin kodlarına hakim ve bugünü doğru sentezleyecek bir alt yapının bileşenlerini topluyor.
Halkın sesi ve duyusu olma basireti, onunla bütünleşme süreci, tabanının sessiz tepkisini ölçme duyarlılığı, yeni siyasî aktörlerin ev ödevleri olarak algılanabilir. Değişen seçmen profili, demokrasi öncelikli bireyi inşa hedefi, toplumsal hareketlerin tarih ve bilim ortaklığında geleneklerin dili olan değerlerle şekillenmesi, halkın kozasında örülü bir hazinenin keşfidir.
Halkın hakka uzanan niyetini ve sırtı pek yaşama arzusu ile eğitim, sağlık hizmetleri gibi temel insanî donanımlarını karşılama taahhüt ve samimiyetini denizin büyük dalgalarını kıyıya vuran azmi ile gerçekleştirme iradesini ortaya koyacak siyasetin panoraması hayata taşınmalı.
“Şehirde olan köyde olmalı” yaklaşımı devam ettirilmeli. Başta bilişim olmak üzere özel istihdam alanlarını özendirecek projeler gençlikle paylaşılmalı. Demokratik bilincin şuuru verilmeli.
Geçmişin asaletini, günümüzün idrakinde geleceğin bilgi yönetimine ve yönetişimin birliktelik sinerjisine taşınmalı. Sağduyulu tabanını aktifleştirecek; öncü, tutarlı, enerjik ve temiz yüzü toplumu gülümseten gayyur insanlar sahaya sürülmeli. Arazinin çetin şartlarında demokrasi havariliğini, ülkenin dalga dalga pozitif enerjisine dönüştürecek modern “çarıklı erkânlarını” bulmalı.
Bunlar kolay bulunmuyor. Bulunan da mütevazı olmanın nezaketi içinde kenarda durabiliyor. Didişmeyi ve dar kadroların kontrollü çizgisini aşan yetenekler, bazen yapıya ağır gelebilir. Ancak bu başarılmalı.
Zor maratonun iyi bir koşucusu olmak, ağır tonajlı bir aracın bitmeyen yolculuk eziyetinden daha hafiftir.
DYP, AB sürecinde birey ve demokrasi söylemini yaşatmalı. Ezberi bozacak yeni açılımların adresi olmalı. Paradoksal görüntülerin düz mantığından, analitik yaklaşımların sentezci ruhuna ve muhakemenin kuşatıcı belleğine dün ulaştığı gibi, bugün de o noktanın ötesine geçmeli.
Yeni siyaset; tecrübenin korkusuna, bilginin misyonsuzluğuna, akademik yerelliğin tutucu baskısına, değişimin algı riskine ve konumlanmış statükonun ihtiyat söylemlerine teslim olmamalı.
Siyasetçi imajı; yüksek sevdanın hizmet aşkı ile hayallerinin rüyasını gören ve halkın isteklerine elbise diken bir terzi maharetinde, ulvi hislerin şartsız vakarına sahip olmalı.
Değişen dünyanın dinamiklerini, coğrafyamızın mirasına uygun kullanırken, yenilenme ve ötekini doğru okuma sağduyusunu korumalı. Algı sistemi, farklılıkları yönetme becerisi içinde iletişimin açık kanallarında düşünen, konuşan, üreten ve beraberce yaşamayı mutluluğunun parçası kabul eden bir niyeti tahakkuk ettirmeli.
İlmin verileri, siyasetin ilkeli duruşu ve yorumu ile halkın tercihlerine sunulan farklı bakış açısının yansımalarını vermeli. Bürokrasi, siyaseti yönetmemeli. Bürokrasi ve bürokratik bilgi, kaptan kılavuza yardımcı olmalı, ancak siyasi inisiyatifin sivil alanına müdahale etmemeli.
Müzakerelerini, amaç tutarlılığı içinde seslendiren ve gelişmenin basamaklarını sistemleştiren bir sürecin dinamik etkisi içinde yaygınlaştırmalı.
Pozitif, sempatik, hoşgörülü, eğitimli, sistemli ve vizyoner katkılı bireylerin ülkeye hizmet duygusunu aşılayacak bir marifet okulu gibi altyapıdan takımlar yetiştirilmeli. Uzun bir geleceğin doğru bir adımını atmak, bugünün kısa metrajlı beklentilerini karşılamaktan daha kalıcıdır.
Aksiyon sahibi, ön şartsız demokrat, siyasetin bilge duruşuna, demokratik cesaretine haiz ve yeni insan psikolojisini bilen insanlar aranıp bulunmalı. Siyasetin temizlenmeye, temiz insanların da siyasete olan ihtiyacı karşılıklı desteklenmeli.
Halkın Gandi’si, siyasetin duayeni, demokratlığın adresi, ülkenin gönül dalgası olmak, tarih yazmaktır. İktidar olmak, başkan olmak, bir dönem etkin olmak mümkün olabilir. Ancak tarih yazanların bir farkı vardır:
Yetkiyi, kendi nefsine ve çevresine yakın tutma daralmışlığına hiçbir zaman girmediler. Geleceğe ve sonrasına inanarak, tarihin şeref tablosuna bir imza attılar.
Siyasetin demokrat çizgisi, bu şansı ve dönüşümü yakalama istidadındadır. Gerisi iradedir. Strateji, hedef ve planların yaşatılması, iradenin sivil ve samimi tetiklemesidir.
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇİFTKAYA |
Avrupa’nın İslâmla sınavı |
|
Avrupa bir yol ayrımında. Yüzyıllardır kendisine “öteki,” dahası “Avrupalılık” ortak kimliğinin hem geçmişte, hem bugün teşkilinde kurucu bir karşıt unsur olarak kullandığı İslâmiyet ve Müslümanlar karşısında kelimenin tam anlamıyla bir kafa karışıklığı yaşıyor. Müslüman bir ülke olarak Türkiye, atalarının birer savaşçı olarak Viyana kapılarına dayanması gibi, bu defa Brüksel’in kapılarını zorluyor. Ama Avrupa için sorun öncelikle ne Türkiye’nin göreceli olarak hâlâ yüksek enflasyonu, ne büyük işsiz kitlesi, ne de diğer faktörler. Avrupa Türkiye üzerinden İslamla çetin bir sınav veriyor. Bu öyle zorlu bir sınav ki, hâlâ gevşek ve zayıf Avrupa “biz”ini oluşturan en temelli öğeyi, Hıristiyanlığı tehdit ediyormuş gibi görünüyor.
Bundan birkaç yüzyıl önce, Avrupa’nın herhangi bir şehrinde herhangi bir insana “Sen kimsin?” diye sorulacak olsa, cevap kesinlikle aynı olurdu: “Hıristiyanım!” Bu kimlik, ulus-devletin oluşumundan önce, “öteki” bir din olarak İslâmın fetihleriyle güçlenmişti. Avrupa yarımadasına kapanan Avrupalılar ortak düşman olarak gördükleri Müslümanlar karşısında sık sık ortak kimliklerini hatırlayacaklardı.
Daha öncesinde, Haçlı Seferleri sırasında saldırı halinde gerçekleştirdikleri birliktelik ve ortaklık, Osmanlı zamanında savunmaya dönüşecek; Viyana Kuşatması bir metafor olarak günümüze kadar unutulmadan gelecekti.
Diğer bir deyişle, geçmişte Avrupa’ya, farklı imparatorlukların ve prenslerin yönetiminde, farklı mezheplere mensup ülkeler topluluğunun ötesinde ortak bir kimlik kazandıran şey İslâm ve Müslümanlardı. Avrupalılar kendi aralarında bazen bir asır sürecek savaşlara girseler de, hep Müslümanlara karşı “biz” dediler. Morin’in deyişiyle, İslâm fetihlerinin başladığı yedinci yüzyıldan itibaren Avrupa’yı “Avrupalılaştıran İslâm” oldu. Bugün de bir derece böyle değil mi?
“Öteki”ni ne yapmalı?
Bugün, Avrupa kimliğinin—eğer öyle birşey varsa—görünürdeki en zayıf unsuru Hıristiyanlık. Ama ilginçtir, Türkiye sözkonusu olduğunda, hemen her bilinçaltından aynı tepki yükseliyor: “Ama onlar Müslüman!” Diğer bir deyişle, Avrupalılar Hıristiyanlığını, Müslümanlar karşısında hatırlıyor. Ve ilginçtir, önemli bir kısmı iki dini bir “karşıtlık” ilişkisi içinde algılıyor.
Avrupa anayasasını yazmakla görevlendirilen Giscard D’estaing gibi “Türkiye’nin AB üyeliğinin kabulü Avrupa’nın sonu demektir” diyebiliyor. Avrupalı olmanın kriterleri son kertede “Hıristiyanlık”a indirgeniyor.
Şöyle bir muhakeme yürütelim isterseniz: Bugün kusurlu demokrasisi, bozuk ekonomisi, farklı toplumsal yapısıyla Türkiye bir İslâm değil de Hıristiyan ülkesi olsaydı, Avrupa karar alıcılarının ve kamuoyunun tavrı nasıl olurdu? Kuşkusuz, bugünkünün tam tersi! Otuz küsur senelik faşist bir idareden sonra bütün problemleriyle İspanya’nın birliğe alınmasına benzer bir süreç sözkonusu olur, ve sorunların birlikte aşılmasına çalışılırdı.
Ama Avrupa’nın aklı karışık. Düne kadar geri püskürtmekle övündüğü Osmanlı gazilerinin torunlarına kapıyı bu defa içeriden açarlarsa, biliyorlar ki, bu kapı İslamiyete ve Müslümanlara açılacak. Ya da kapı kapalı bırakılacak. Avrupa, tarihî kimliğinde hep “öteki” olarak gördüğü bir unsuru özümseyecek ya da dışlamaya devam edecek.
Burada, bir azınlık olarak milyonlarca Müslümanın zaten Avrupa’da senelerdir yaşıyor olmasından öte birşey sözkonusu. Müslümanlar bir “azınlık” olarak değil, eşit bir kurucu unsur olarak yeralacak ve kabul görecek Avrupa’da.
O yüzden, Türkiye’yi düşünmek Avrupa için esasen İslâmı düşünmek ve İslâmı düşünmek ise kendini yeniden tanımlamak demek.
Gerçek şu ki, Giscard D’estaing tamamen haksız değil. Türkiye’nin ve onunla birlikte İslâmın varlığıyla, Avrupa kendisi olmaktan, daha doğrusu tarihî olarak düşünüldüğü şey olmaktan çıkacak. Bir anlamda—bu defa barışçıl bir şekilde—Avrupa yine sona erecek/ölecek ve yine farklı bir surette doğacak.
Ya da, “biz ve ötekiler” taassubuyla, kapısını İslâma ve dahi barışa kapayacak.
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sayın Baykal, hükümete 7 emir vermiş. Bir, Millî Eğitim, Maliye ve İçişleri Bakanlarıyla onların müsteşarlarını derhal görevden al… Cumhurbaşkanını seçme konusunda ya bizimle ve belli çevrelerle(!) uzlaş ya da derhal erken seçime git. Üç, TSK’yı yıpratmaktan vazgeç. Dört falan, filan. Beş, bilmem neyi yap, bilmem neyi yapma.
Doğrusu Sayın Baykal’ın emirleri İsrailoğullarının On Emir’i gibi tepeden ve buyurgan. Aslında bu emir ve direktiflerin bizzat sahibi ve üreticisi de değil. Eski tabirle bu sözlerin mütekellimi değil. Birtakım yerlerin arzusunun seslendirilmesi ve bir takım mahfillerin sözcüsü gibi. Meselâ cumhurbaşkanın AKP içinden mi, dışından mı çıkacağı henüz hükümet kanadından kesin olarak belirtilmemiştir.
Yüzlerce ismin alternatif olarak geçtiği sürede sayın Baykal yılbaşından bu yana boşu boşuna ortalığı karıştırmakta ve ortamı germektedir. Hatta bir askerî müdahaleyi gerekli gösterecek, Türkiyenin en azından ekonomik ve sosyal istikrarını tehlikeye atmaktan bile çekinmeyecek kadar sorumsuzca tartışılan Cumhurbaşkanının kim olacağı hususunda hep tehditvari konuşmuştur. Bütün bunları sadece kendi siyasi muhalefet stratejisi açısından yapmadığı inkâr edilmez bir gerçektir. Sağdan soldan, ortadan ilgili, ilgisiz her kuruluşun cumhurbaşkanlığı seçiminin rejim krizi doğuracağını söylemesi Türkiyede demokrasinin ve millî hakimiyetin şantjla karşı karşıya olduğunun da bir göstergesidir. Daha doğrusu nasıl bir ısmarlama demokrasi kültürü ve sistemi içinde olduğumuzun da fotoğrafıdır. Dışarıdan özellikle AB ülkelerinden bakıldığında Türkiyenin bir askerî cumhuriyet olduğu izlenimini maalesef ki haklı çıkaracak boyutlara gelmiştir.
Elbette ki her devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti devletinin de belli başlı alanlarda, belli başlı teamülleri vardır. Ama bu teamüller, demokratik, laik bir hukuk devletinde kesinlikle bir rejim krizi doğuracak kadar anayasal formatta olamaz. Olursa ikinci bir anayasadan bahsedilir ki bunun demokrasi açısından vahemati açıktır. Ve bir devletin cumhurbaşkanı ya da başbakanı veya genelkurmay başkanı nasıl ve hangi şartlarda seçilir bu anayasal zeminde muhkem bir şekilde belirlenmişken bir genelkurmay başkanı veya bir cumhurbaşkanı seçiminde bu kadar muhkematın bu kadar kırılgan, bu kadar tartışmalı ve te’villere açık olması çok büyük bir eksiklik ve zaaftır.
Sayın Baykal, tam da Danıştay suikastının ve Atabeyler çetesinin bu derece ortamı ve zihinleri soru işaretleriyle doldurduğu ve halkın devlete olan güvenini sarstığı ve kurumların legal mi, illegal mi çalıştığı tartışmasını doğurduğu ortamda kalkıp kamuoyu önünde, Meclis grubu toplantısında bangır bangır şu emirleri veya direktifleri verseydi daha güzel olmaz mıydı?
Bir, herkes anayasada yazılı olana uymalıdır. Sağa sola çekmesinler. İki, bu çeteler ve çetelerin mensubu olduğu kurumlar ve bu kurumların başındakiler derhal kamuoyunu aydınlatacak beyanat ve icraatlara başlamalıdırlar. Üç, kim kimin kontrolünde ve emrinde? Ast/üst, amir/memur hiyerarşisi derhal kanunlar çerçevesinde sağlanmalıdır. Bunlar düzeltilmeden başbakan şu kişi olmuş, cumhurbaşkanı falanca kişi olmuş anlamı yoktur. Biz bu durumda demokraside evcilik oynayan çocuklar mesabesine düşeriz. Böyle bir oyunda piyon veya figüran olmak, siyaset şerefiyle bağdaştırılamaz. Dört, ille de cumhurbaşkanını mevcut iktidarların seçmesi istenmiyorsa, o zaman bu işi halkın seçimine sunalım. Doğrudan doğruya halk karar versin. Tartışma bitsin. Bunun için de anayasal değişiklikleri yapma hususunda işbirliğine hazırız. Çünkü bir Cumhuriyet Halk Partisiyiz. Halkımız ne derse o olur.
Beş, TMK’dan herkesi terörist, herkesi vatan haini ve meşru çerçevede her resmî kurumu eleştireni “devleti, orduyu, birtakım resmî kurum ve kuruluşları tahkir” suçuyla içeri atacak şaibeli ve lastikli yorumlar derhal çıkarılmalıdır, vs.vs.
Uzatmayalım bu minval üzere daha nice 10 emir çıkarmak herkesten çok sayın Baykal’ın görevidir. Bunu yaptığı takdirde barajı aşmak şöyle dursun, hükümet kuracak sayıyı bile yakalayacak kadar halktan destek alabilir ve icranın başı haline gelebilir.
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Çakıl taşları |
|
Herşeyin yerli yerine yerleştirilmesi önemli.
Taş duvarına büyükçe bir taşın konulması, belli bir hesaba göre olmalıdır.
Küçük yere küçüğü, büyük yere ise büyüğü yerleştirmeli.
Hayat sıralaması buna göredir.
Hayatın öncelikleri, insanın öncelikleri, konunun öncelikleri vardır.
Bir kavanoza kum, çakıl ve taşları yerleştirirken önce kumu doldurursanız taşların ve çakılların bir kısmı dışarıda kalır.
Ama önce taşları koyarsanız, kumlar taşların arasından akar, taşlar ve kumlar yerli yerine yerleşir.
Hayatın dengesini böyle sağlarız.
Biz önce kul olduğumuzu unutmayız.
Kulluğun gereği; mutedil olmak, muhabbet fedaisi olmak, insaf ile hadiselere bakmak, herkesten kendisini küçük görmek, büyük taşlar gibidir.
Bediüzzaman Hazretleri İşârâtü’l-İ’câz isimli eserinde ‘’Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bırakan nifaktır’’ diyor. (s. 83)
İç bünyede yaşanan hastalıklar, dıştakiler kadar hafif değildir.
İç olan her zaman tehlikelidir.
Husumete vakit bırakmamalıdır. Çünkü buna vaktimiz yoktur.
Milletimizin kalp hastalığı dinî zayıflıktır. Bunun takviyesi lâzımdır.
Çakıl taşları yerli yerine oturması için kum lâzım, çimento lâzım, su lâzım.
Bu “lâzım’’lar ile yaşamaya mecburuz.
İllâ “Ben, önce kumları yerleştiririm, taşlar ne yaparsa yapsın” diyemezsiniz.
O zaman hayatın ve birlikteliğin dengesini bozarsınız.
Kamuoyunda yaşanan sıkıntının ana mihenk noktası budur.
Kim hangi karakterde olursa olsun, beraber yaşamanın yolunu bulmalıyız.
Zira dünya o kadar dar değil.
Her insanın cennetine de, cehennemine de yeter.
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah hidayet verince |
|
Ateist; Allah, peygamber tanımaz insanlarla ne ölçüde diyaloğa geçersiniz?
Eğer gayeniz İ’lâ-yı Kelimetullah ise ona inandığınız hakikatleri tebliğ etmek istemez misiniz?
Bu hal müzmin bir hastalığa yakalanmış bir hastaya uzman bir doktorun zevkle, şevkle el uzatması, onu dertten kurtarmaya çalışması gibi birşey.
Dün söz konusu ettiğimiz Hatip de öyle yapıyor. Allah’ı, peygamberi, dini, imanı tanımayan, “Çocuklar, Allah varsa şeker versin!” diyecek kadar aşırı giden bir kimseye ne kızıyor, ne öfkeleniyor, ne hakaretler yağdırıyor, aksine onu içinde bulunduğu o manevî, müzmin hastalıktan kurtarmaya çalışıyor. Diyalog kurup camiye davet etmesi de bundan.
Hidayet Allah’tan ya! Siz sadece kolları sıvayıp sebeplere sarılırsınız. Mekke’nin fetih günü dahil İslâma savaş açmakta tereddüt etmeyen Ebû Cehil’in oğlu İkrime’nin samimi bir Müslüman olacağını kim tahmin edebilirdi?
İzzet Hocanın manevî inkılâbı için de güzel bir diyalog ve camiye adım atması yetiyor. O günkü vaaz onu öyle etkiliyor ki geçmişe bir sünger çekip kendine yeni bir hayat çiziyor. O da artık İslâmın şefkatli kollarında.
Birgün sosyete denebilecek bir bayan geliyor. Meğer Şekerci Hocanın kızıymış. Hatibimize, “Hocam, siz ne yaptınız da babamın hayatı değişti. Önceden ben yemeğe oturduğumda Besmele çektiğime kızan babam şimdi abdest alıp namaz kılıyor. Allah sizden razı olsun” diyor.
Hatibimiz hizmet aşk ve şevkiyle dolu bir insan. Yüksek İslâm Enstitüsüne daha girmeden Fransa’ya çalışmak için gidiyor. Lion şehrinde İslâmı araştıran bir bayanla tanıştırıyorlar onu. İslâmı araştırmış ama hep oryantalistlerin maksatlı yaklaşımlarını içeren kitaplar okumuş. Sohbet esnasında Hatibimiz, bayana Muhammed Hamidullah’ın öncelikle Fransızca İslâma Giriş isimli eserini okumasını, bir ay sonra da görüşebileceklerini söylüyor. Bir ay sonra görüştüklerinde de bayan kitapta yazılanların hoşuna gittiğini ifade ediyor, İslâma girme temayülü gösteriyor. “Yalnız Hocam,” diyor. “Ben domuz eti yemeden yapamam. İslâm ise domuz etini haram kılmış. Nasıl Müslüman olacağım?”
Birgün Kâinatın Efendisine, “Ya Resûlallah, falan delikanlı namaza geliyor, ama şu şu günahları da işliyor” diye şikâyet ettiklerinde, Efendimiz (a.s.m.), “Bırakın onu, namazı onu kötülüklerden alıkoyacaktır” buyuruyor.
Allah Resûlü’nden (a.s.m.) ölçüyü almış Hatibimiz, “Kardeşim,” diyor. “Sen şimdilik namaza başla!” Ve bayan Müslüman olup namaza başlıyor. Bir süre sonra da domuz etini yemenin namazla bağdaşmayacağını anlayıp terk ediyor.
Birgün Hatibimize bir radyodan bir yetkili, “Hocam, eğer uygun görürseniz bizim radyoda da sizin tefsir sohbetlerini dinlemek istiyoruz” dediğinde, “Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ‘Lâ ilâhe illallah’ dışında hiçbir şeye ‘lâ’ demediğini” belirttikten sonra teklifi kabul ettiğini, tefsir sohbetlerine radyoda başladığını söylüyor.
Okuyucularımızın hatırlayacağı üzere daha önce hatıralarına köşemizde yer verdiğimiz bu Hatip Mahmut Toptaş Hocadan başkası değil. Tefsir sohbetlerini yapmaya başladığı radyo da Bizim Radyo.
Evet, gittikçe kadrosu zenginleşen, internetten de dinlenebilen Bizim Radyo 104.4’ten yayın yapıyor.
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ahlâk ve kişilik bozulması |
|
Kişiyi başkalarından ayıran, farklı kılan rûh, duygu, davranış, beden, zihin, düşünce özelliklerinin bütününe kişilik/şahsiyet deniyor. Dışa yansıyan davranışlarımız objektif cephemizi; aksetmeyen duygu ve düşüncelerimiz de subjektif yönümüzü oluşturur. Meselâ, üzülmemiz, ümid etmemiz objektif; üzüntümüzü ağlama biçiminde, ümidimizi çabalama tarzında ortaya koymamız subjektiftir. Kişilik, “Bireyin başkalarıyla kurduğu ilişkilerdeki tepki ve kendisini gösterme biçimi” ve “Kişinin öteki insanlarla ilişkilerinde aldığı tavır, gösterdiği davranış”1 diye tanımlanır. Diğer ifâdeyle; bir insanı başkalarından ayıran özelliklerin tamamını, çevresine uyum sağlamak için geliştirdiği davranış biçimini belirtir ve insanın duygu, tutum ve davranışlarının teşkilâtlanmış, kalıplaşmış, alışkanlık haline gelmiş bütünüdür.2
Her insanın veya kişiliğin “nesnel / objektif / hakikî / afâkî” ve “öznel / subjektif / enfüsî / indî” yönü var. Aslında kişilik; karakter, huy, mizaç ile eş anlamlı olarak kullanılır. Mizâç ve huy; günlük hayatımızda, kişiye has oldukça sınırlı ve belirli hissî tepkiler ile bunların yoğunluğunu ihtivâ eden durumlardır. Sakin, teenni ile hareket etmek veya çabuk kızmak, öfkelenmek; mizâç özellikleridir. Huy ve mizâçlar; kişiliğimizin bir yanını ifâde eder. Karakter de, kişilikle eş anlamlı ve kişiye has duygu, düşünce, tutum, davranışların bütünüdür. Karakterimizi, şahsî özelliklerle, içinde yaşadığımız âile, toplum ve çevrenin ahlâkî değerleri, yargıları oluşturur. Kişiliğimizi; biyolojik ihtiyaçlar, dürtüler, eğitim, tecrübeler, içinde yaşadığımız toplumun değerleri, inançları ve bize yüklediği roller belirler. Karakterli olmak; iyi, güzel, doğru yapmak, fedâkârlık ve başkalarını sevmek gibi olumlu hasletlerle bezenmek demektir. Karaktersizlik ise; kötü huylu, yalancı, egoist, kibirlilik gibi olumsuz duygular taşımak ve dışa yansıtmaktır.
Ahlâk, “Kişiliğimizi nasıl bulacağız, şahsiyetimizi karakterimizi nasıl oluşturacağız; çevremizle olan ilişkilerimizi hangi kıstaslara göre belirleyeceğiz?” sorularının cevaplarını verir. Ancak, burada önem arzeden şey, kime göre ahlâk? Ahlâkın kurallarını kim koyacaktır? İnsanlar mı, yoksa insanları, huylarını, mizaçlarını, karakterlerini yaratan ve onları en iyi bilen mi?
Ne yazık ki, Kemalist veya laik eğitim sistemi ile onun borazanlığını yapan medya, ahlâkî yapıyla birlikte, kişilikleri de bozuyor! Eyyamcı, gününü gün eden, helâl-haram bilmeyen, kısa yoldan dönmeci yapıda bir insan tipi istiyor. Onun sonucu da kaos, kavga, hatta yaralama, hapis ve ölüm!
Dipnotlar:
1-Prof. Dr. Özcan Köknel, Kişilik, s. 24.; 2-Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu, Gençlik Çağı, s. 71
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kur'ân'da “sağ” ve “sol” kavramı |
|
Hollanda’dan okuyucumuz: “Kur’ân’da ve hadislerde geçen sağ ve sol konusunu açıklar mısınız? Sağın iyiyi ve solun kötüyü temsil etmesinin hikmeti nedir?”
Sağ ve sol kavramları temelde birer “yön” kavramından ibarettir. Sağ bir taraf, sol da diğer taraftır. Ancak zamanla her iki ibare de deyimleşmiş, sırtlarına yeni mânâlar yüklemiştir. Öyle ki, sağ taraf hayrı ve hayır olan işleri, sol taraf da şerri ve şer olan işleri sembolize etmeye başlamıştır. Sağ el, aktivitesinden olacak, “gücü, kudreti, verimliliği, talihi, bahtı açık olmayı, uğurlu olmayı ve mesut olmayı” mânâ şemsiyesi içine almış; sol el de “uğursuzluğu, beceriksizliği, verimsizliği, bahtsızlığı ve talihsizliği” ifade etmiştir.
İnsanların konuşma dilleri üzerine nâzil olan ve beşerin anlayışına hitap eden Kur’ân, “sağ” tabirini, yönden başka, tarihî süreç içerisinde kazandığı güç, kudret, talih, saadet, hayırlı cihet, hak yön, iyi taraf, bahtiyar taraf gibi nezih mânâlarda da kullanmıştır. Bu mânâlar, gerek Kur’ân’ın nazil olduğu toplumda, gerekse günümüz toplumlarında “sağ” tabiriyle kast edilen mânâlar olduğundan, Kur’ân’ın bu tabirleri kullanmakta “anlaşılmama” gibi bir problemi yoktur.
Sağ tabiri Kur’ân’da:
a) Yön olarak kullanılmıştır: “Allah’ın yarattığı şeylerin gölgeleri sağa sola vurarak, Allah’a boyun eğerek secde etmekte olduklarını görmüyorlar mı?”1 “Sağında ve solunda onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapt ederler.”2
b) Doğrudan sağ el mânâsında kullanılmıştır: “Ey Musa! Sağ elindeki nedir?”3 “Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve sağ elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.”4
c) Hayırlı yön ve hak taraf olarak kullanılmıştır: “İleri gelenlerine, ‘Doğrusu siz bize sağdan (sûret-i haktan) görünürdünüz’ derler.”5
d) Güç ve kuvvet mânâsında kullanılmıştır: “Sonunda üzerlerine yürüyüp sağ el ile (kuvvetle) vurdu.”6 “Kur’ân, âlemlerin Rabb’inden indirilmiştir. Eğer Muhammed, Bize karşı ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu sağ elimizle (kuvvetimizle) yakalardık. Sonra onun şah damarını koparırdık.”7
e) Mesud ve bahtiyar olanlar mânâsında kullanılmıştır: “Defterleri sağdan verilenler!.. Ne mutlu o sağ ehline!”8 “Kitabı sağından verilenler kolay geçireceği bir hesaba çekilirler ve yakınlarının yanına sevinçle dönerler.”9 “Defteri sağdan verilenlerden ise o, kendisine, ‘Ey sağ ehli olan kişi! Sana selâm olsun!’ denir.”10 “Defteri sağdan verilenler Cennettedirler.”11
f) Sol tabiri mutsuz, bahtsız ve kaybedenler mânâsında kullanılmıştır: “Defterleri soldan verilenler!... Ne yazık o sol ehline!”12 “Fakat kitabı soldan verilen kimse, ‘Keşke kitabım bana verilmeseydi! Keşke hesabım ne olduğunu bilmeseydim! Bu iş keşke son bulmuş olsaydı! Malım bana fayda vermedi. Gücüm de kalmadı!’ der.”13
g) Sağ el tabiri kimi âyetlerde Allah’a ait müteşâbih bir sıfat olarak da geçer ve tam ve kâmil kuvvet ve kudret mânâsında kullanılır: “Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Bütün yeryüzü kıyamet günü O’nun kabzasındadır (avucundadır.) Gökler de O’nun Yemin’i ile (sağ eli ile=kudreti ile) dürülmüştür.”14 Bu âyetteki “Yemîn” sıfatını Saîd Nursî Hazretleri, âyetin içinde ayrıca “Kabza” sıfatı da geçtiği veçhile “Kabza” kelimesi ile, yani tasarruf eli mânâsında tefsîr etmiştir.15
Sağ el ve sağ taraf tabiatıyla Peygamber Efendimiz’in de (asm) tercihi olmuştur. Bir hadislerinde “Sizden biriniz bir şey yediği zaman sağ eli ile yesin, içtiği zaman da sağ eli ile içsin. Sol el ile ancak şeytan yer ve içer”16 buyuran Allah Resûlü (asm), bir diğer hadislerinde de, “Elbiselerinizi giydiğiniz zaman ve abdest aldığınız zaman sağdan başlayın” buyurmuştur.17
Kur’ân’ın, hak ve hayır olan olguları “sağ” kelimesi ile ifade etmesi, sağ el ve sağ taraf üzerinde bir hayır tercihi olarak yoğunlaşmamızı sağlar. Böylece her hayırlı işte sağdan başlamanın ve her temiz işte sağ eli kullanmanın sünnet oluşunu Kur’ân ile bütünleştiririz. Nitekim insanın yaratılışına uygun tercih de budur.
İrsî olarak sol elini kullandıkları için halk arasında “solak” diye bilinenler; yemek, içmek, giyinmek, abdest almak ve gusül etmek gibi hususlarda sağ eline ve sağ tarafa öncelik verdikleri takdirde, sünnete uymuş olurlar. Sol el için sünnet olan yalnız taharetlenmektir. Sünnet ile gereği gibi amel ettikten sonra sâir işlerde sol eli kullanmakta bir sakınca yoktur.
Dipnot: 1- Nahl Sûresi, 16/48; 2- Kaf Sûresi, 50/17,18; 3- Tâhâ Sûresi, 20/17; 4- Ankebût Sûresi, 29/48; 5- Sâffât Sûresi, 37/28; 6- Sâffât Sûresi, 37/93; 7- Hâkka Sûresi, 69/43,44,45,46; 8- Vâkıa Sûresi, 56/27; 9- İnşikâk Sûresi, 84/7,8,9; 10- Vâkıa Sûresi, 56/90, 91; 11- Müddessir Sûresi, 74/39; 12- Vâkıa Sûresi, 56/41; 13- Hâkka Sûresi, 69/25-29; 14- Zümer Sûresi, 39/67; diğer âyet için bakınız: Hâkka Sûresi, 69/45; 15- Sözler, s. 360; 16- Tâç, 3/361; 17- Tâç, 4/558
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|