Vaktiyle, Metin Karabaşoğlu ile beraber Demirel’e şöyle bir sual sormuştuk:
“Askerî okullar ile diğer eğitim kuruluşları arasındaki ‘eğitim zihniyeti’ farklılığının, bir kuşak sonrasında ciddî rahatsızlıklar doğuracağı söyleniyor; siz ne düşünüyorsunuz?”
Demirel’in cevabı ise şöyle olmuştu.
“Eğitim meselesinde en önemli tehlike, bu ülkenin okullarına giden, eğitim gören çocuklarını bir süre sonra aynı kavramları farklı farklı öğrenmiş olarak görmektir.
“Bu bir tehlikedir. Birinin ak dediğine öbürü kara derse, aynı lisanı konuşan insanlar anlaşamaz hale gelirler ki, bu büyük huzursuzluk kaynağı olur. Yalnız askerî okullar, sivil okullar meselesi değil; bütün eğitim kuruluşları için söz konusudur.
“Bu durumlar varsa, en kestirme şekilde en kısa zamanda tashih edilmesi gerekir. Tehlikeye katılıyorum.” (Bkz. İslâm Demokrasi Laiklik, s. 189)
Bu sual ve cevabın da yer aldığı geniş mülâkatı daha önce Köprü dergisinin Mayıs, Haziran, Temmuz-1987 sayılarında üç bölüm halinde yayınlamıştık. Demek ki, aradan yirmi yıla yakın bir zaman geçmiş.
Peki, bu zaman zarfında Türkiye’de askerî okullardaki eğitim felsefesi, müfredatı ve uygulaması konusunda entellektüel düzeyde herhangi bir tartışma cereyan etti mi?
Bildiğimiz kadarıyla, maalesef hayır.
Özellikle 28 Şubat sürecinde din eğitimini yanlış zeminlerde ve son derece uygunsuz söylemlerle senelerce tartışan, güce dayalı baskı ve dayatma yöntemleriyle din eğitimine ağır darbeler vuran Türkiye, askerî okullardaki eğitimi gündeme bile getirmedi.
Tevhid-i tedrisat prensibi hep din eğitimi bağlamında yorumlanırken, tamamen özerk, bağımsız ve dokunulamaz bir kulvarda eğitim veren askerî okulların MEB sistemi dışında tutulmasındaki tuhaflık fark edilmediği için mi, yoksa dile getirilmesi cesaret gerektirdiği için mi hiç konuşulmuyor?
Oysa Türkiye’de AB sürecinde daha çok tartışılmaya başlanan asker-sivil ilişkileri bahsinin en önemli ve can alıcı noktalarından biri, işte bu askerî okullar meselesi ve sözünü ettiğimiz “eğitim zihniyeti” farklılığı.
Gerçi sivil okullardaki eğitimin hali de içler acısı. Ve bu iktidar döneminde büyük iddialarla gündeme getirilen felsefe eksenli “müfredat reformu” da tıkanmış durumda.
“Reform”un mimarı olarak takdim edilen Talim Terbiye Kurulu Başkanının yakınlardaki istifa gerekçesi bu tıkanma değil miydi?
Bu, işin ayrı bir ciheti. Ve gerçek şu ki, Türkiye “sivil” eğitimini de, askerî eğitimini de felç eden ideolojik saplantı ve dayatmalardan kurtulamadıkça bir yere varamaz.
Özellikle cumhuriyet, demokrasi, laiklik, irtica, hukuk, çağdaşlık gibi kavramlarda ortak tanımlara ulaşılmasını engelleyen çelişkili ve çarpık yorum, yapılanma ve uygulamalar devam ettiği müddetçe de kavram kargaşasından ve bunun ortaya çıkardığı gerilim ve çatışmalardan başımızı alamayız.
Ve yirmi yıl önce Demirel’le konuştuğumuz tehlike daha da artarak devam eder.
08.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|