|
|
Faruk ÇAKIR |
CHP’nin işleri |
|
Türkiye’deki “sol” oyları temsil eden en büyük parti olan CHP’nin, ‘muhalefet’ adı altında sergilediği duruş çok tartışmalı. Genel Başkan Deniz Baykal, belki güzel bir ‘hatip,’ ancak aynı şeyi ‘muhalefet lideri’ ünvanı için söylemek mümkün değil.
CHP, sıkı bir ‘muhalefet’ tavrı sergiliyor, ama bu, millete ve milletin değerlerine karşı sergilenen bir tavır olmaktan öteye gidemiyor. Milletle zıtlaşmanın herhangi bir partiye ‘artı puan’ kazandırdığı görülmüş müdür?
Tabiî ki CHP’nin milletle zıtlaşması ve bunun karşılığını da ‘sandık’ta görmesi bizi üzmüyor. Çünkü CHP’nin milletin değerleriyle zıtlaşması ve onunla barışmaması partinin ‘gen’lerinde var olan bir durum. Neredeyse kuruluşundan beri bu zıtlaşma devam etmiş ve bu sebeple de ilk çok partili dönemde bunun bedelini ödemiştir. Her zaman tekrarlıyoruz, ihtiyaç hasıl olduğundan tekrarlamaya da devam edeceğiz: Milletin çok partili dönemle birlikte CHP’yi defterinden tamamen silmesi başlı başına bir destandır. Bu demektir ki, başlangıcından itibaren ‘çok partili hayat’ olmuş olsaydı, CHP iktidar yüzü görmeyen bir parti olabilirdi!
Seçim dönemlerinde millete şirin görünen beyanlar duyulsa da, uzun dönemde CHP’nin milletle kaynaşması ve onunla barışma niyeti olmadığı görülüyor. Meselâ, milletin yüzde 70’i ‘başörtüsü yasağı kalksın’ mı diyor? Hemen ertesi gün CHP’den bir açıklama gelir: ‘Başörtüsü ‘simge’dir, yasak ilelebet devam etmelidir!’ Millet, çocuğunun dinini öğrenmesi için imam hatip lisesini mi tercih eder? Hemen CHP’den ‘köstek’ gelir: “İmam hatip liselerinin sayısı çok fazla, kapatılsın!’
Milletin ‘ak’ dediğine ‘kara’ diyen bir anlayışa sahip ‘ana muhalefet partisi’nin, taban bulması mümkün müdür? Değildir ve zaten CHP’nin de taban bulamadığı da ortada. Pek çok sosyal demokratın, CHP’yi ‘sol’ parti olarak görmediği de biliniyor. Zaten partiden yaşanan kopmaların da bu sebebe dayandığı görülmüştü.
Taze bir haber. CHP’nin Ankara’da yaptırdığı görkemli genel merkez binasında ‘mescid’e yer ayrılmamış. Genel merkez yöneticileri, binada ‘mescide ihtiyaç duyulmayacağını’ söylüyormuş. (Vakit, 19 Haziran 2006)
Türkiye’de faaliyet gösteren bir siyasî partinin genel merkezinde ‘mescid’e niçin ihtiyaç duyulmasın? Bu partiye her görüşten insanlar gelip gitmeyecek mi? Ayda yılda bir bile olsa böyle bir ihtiyacın duyulabileceği hesaplanmalıydı. Çünkü burası Türkiye...
CHP’nin; Van ve Şemdinli konusundaki tavrı da milletin tasvip ettiği bir tavır değildi. Millet, “Sonuna kadar gidilsin, sorumlular cezalandırılsın” derken CHP, “Bu işin peşini bırakın” anlamına gelecek tavırlar sergiledi.
Baykal’ın son beyanları da, CHP’nin gündemiyle milletin gündeminin uyuşmadığını belgeliyor. Baykal, “Cumhuriyet sandıkta kaybedilmeyecek” manşetiyle özetlenen beyanlarda bulunmuş. (Sabah, 20 Haziran 2006)
Sadece bu manşeti okuyanlar, Türkiye’de bir “Cumhuriyet kaybedilsin, ölsün” diyenlerin olduğunu zannedecek. Böyle düşünen bir ‘azınlık’ olabilir. Ama böyle bir konu milletin gündeminde yoktur. Millet bu tartışmaları çok gerilerde bıraktı ve Türkiye’nin daha demokrat bir ülke olmasını istiyor. “Cumhuriyet olsun mu olmasın mı?” tartışması neredeyse 100 yıl geride kaldı! Millet şimdi ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşan AB ülkeleri kadar hür ve demokrat olmak istiyor.
Milletin itirazı, ‘isimden ve resimden ibaret cumhuriyet anlayışı’nadır. Bu itirazı yanlış yorumlayıp, millet ekseriyetini ‘cumhuriyet karşıtı’ gibi değerlendirmek ancak CHP gibi milletin değerleriyle kavgalı bir partiye yakışır!
Gerçek cumhuriyet ve gerçek demokrasi ile milletin bir derdi yok. CHP’nin de artık bunu anlamasında büyük fayda var.
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Medya, yurtları istismar etmesin |
|
Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun yetiştirme yurtlarıyla ilgili bir değerlendirmesi var:
“Yurtlarda açık kapı sistemi uygulanıyor. Buraları demir parmaklıklara çevirirsek, cezaevinden farkımız kalmaz.”
Herhalde birçok yurdu görmemiş sayın Bakan. Demir parmaklık yerine cezaevini andıran yüksek duvarlara ne demeli?
*
Sayın Çubukçu Diyarbakır Yetiştirme Yurdunda kalan bir kız çocuğunun ‘konsamatrislik’ yaptığı iddialarına sert tepki göstermiş. Diyarbakır’da kız çocuğunun yetiştirme yurdunda kalan bir çocuk olmadığı açıklamasında:
“Bu kız çocuğu fuhuş yaparken yakalanarak bizim yurda getirilmiş. Biz bu çocukları rehabilite ediyoruz. Bu çocuk bizim yurtta yetişen bir çocuk değil. Suç işlediği için bizim yurda getirilen bir çocuktur. Ama buna rağmen yurttan kaçarak konsamatrislik yapmış. Yine polisler yakalayıp yurda getirmişler” diyor.
Bir kere “suçlu” damgası yemiş birinin yetiştirme yurduna getirilmesi ne derece sağlıklı?
Bu tartışılmalı bence.
Çubukçu, bir detaya dikkat çekiyor, bu önemli:
Bazı çocukları ailelerin suça ittiğini söylüyor. Diyor ki: “Bir kız çocuğu vardı. Babası şarkıcılık yapması için ona vesika almış. Biz bu çocuğa sahip çıktık.”
Elbet eski uygulamaya göre bu çocuk ailesinden geri alınamazdı. Ancak, suçlu damgası yemiş birinin “yurda” getirilmesi konusu tartışılmalı.
Gelelim bir kısım “medya”ya. Medya bu konuyu “siyasete” çekmek isterken, alabildiğine istismar ediyor. Ölçü kaçıyor. Konuyu siyasileri iğnelemek için değil, siyasilerin üstünde görmek gerekiyor. Meselenin çözümü, “tarafsız” değerlendirme yapmaktan geçiyor.
BİRAZ DA BİZ PİŞİRELİM
Pişti (Show TV) son bölümüyle ekrana veda etti. Reha Muhtar, Beyazıt Öztürk, Hülya Avşar ve Demek Akbağ’dan oluşan ekip, bir şarkıyla defteri kapattı.
Ekip son bölümlerde formsuzdu... Hem de moralsizdi. Beyaz, diğer bölümlerde olduğu gibi, “hazırlıksız” geldiğini söyleyip durdu. Peki bu canlı yayında “risk” taşımaz mı?
Öyle ki, hem bu âlemin içinde olacaksın, hem de atıp sallayacaksın. Nitekim, son programda magazinel bir konu hakkında Beyaz, “Bu konuyu Hülya Hanım konuşssun. Benim başıma gelse böyle bir şey tv programında 3-4 kişi oturup konuşsun istemem.... O yüzden de konuşmamayı tercih ediyorum” demesi akıllıca.
Hemen akabinde, bazı magazin programlarında Hülya Avşar’ın eski eşiyle ilgili, şımarıkça açıklamaları gelince, “Niçin kendilerini ‘pişirmediler?’ diye aklımdan geçiverdi.
Öyle ya, onun bunun hayatını çekiştirirken, kendi hayatını magazin ekranlarına malzeme yaparak, şöhretini tazeleyenler, ekranda konuştukları abuk subukluklarını değerlendirip “pişti” yapabilirlerdi. İnanın konu sıkıntısı çekmezlerdi.
KEREMCEM VE TÜRBANLI KIZLAR
Haberin başlığı şu: Keremcem çılgınlığı!
Ne zaman pop müziğinde öne çıkan isim olsa, gittiği konserler “çılgınlık” olarak adlandırılır. Daha doğrusu, onların basın sorumluları haberi şişirir. Konsere giden gençlerin çılgın tezahüratları, o popçuyu kendinden bile geçirir.
Bir de gazeteler şu yaftayı yapıştırır: “genç kızların yeni sevgilisi!”
İfadeye dikkat: genç kızların “eski sevgilisi” de mi var? Böyle saçmalık olur mu?
Şimdi bu haberde öne çıkan bir unsur daha var. Konser dinleyicilerinin arasındaki başörtülü kızların fotoğrafı yer alır, resim altında ise şöyle yazar:
“Özellikle ön sıradaki türbanlı genç kızlar şarkıcıya bir kez dokunmak için birbiriyle yarıştı.” (Gazeteler)
İşte asıl tehlike bu!
Kendini bu dünyaya kaptıran genç kızlar için “eğlence” bir yaşantı biçimi... Bizim için ise bir “detay.”
Başını örten genç hanım kızların onlardan bir “fark”ı olmalı, değil mi?... Onların yanında saf tutmaları başlıbaşına bir tezat teşkil etmiyor mu?
Şuna inanın: başörtülü kızlarımızın o tür yerlerde bulunmaları, aynı fotoğraf karesinde yer almaları bizi çok, ama çok üzüyor.
STAR(!)
“Popstar” yarışması ekran aldığında jüri üyesi Armağan Çağlayan için yeni bir “star” doğuyor demiştik... Ne yazık ki, dediğimiz çıktı.
Popstar yarışmasında dereceye girenler, unutuldu gitti. Ama “mutfağın arkasında” bulunan Armağan Çağlayan, öne çıktı... Büyük büyük gazetelere ve dergilere yazı yazdı. Programlara çıktı ve şöhretine şöhret kattı. Yani, “ben demiştim.”
Şimdi yeni bir programa başlayarak, kafa “ütü”lemeye başladı: “Son ütücü” (Star)
Program baştan sona “zevzeklik” üzerine boş ve kof... Yürü be Armağan, yolun açıktır. Türkiye senden iyi “star”(!) mı bulacak?
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Soros AKP’yi sildi mi? |
|
Soros yine Türkiye’de. Bu gelişinde, Açık Toplum Enstitüsü tarafından organize edilen bir yemekte hükümetten Devlet Bakanı Ali Babacan ve Enerji Bakanı Hilmi Güler’le bir araya geldiği ifade ediliyor.
Peki, bakanlarla ne konuştu? Babacan ona ekonomiden sorumlu bakan olarak mı, yoksa AB başmüzakerecisi sıfatıyla mı muhatap oldu? Ve Güler’le görüşmesinde enerji proje ve yatırımları mı gündeme geldi?
Gerçi Soros’un AB süreci için söylediklerinin bir orijinalitesi yok. Türkiye’de yatırım yapma konusuyla da ilgilenmediği görülüyor.
Her halükârda hükümetin iki isminin, Soros gibi bir şahısla aynı ortamda bulunmalarının değişik istifhamlara yol açması normal.
Bakalım, cevapları gelecek mi?
Bilindiği gibi, daha önce Erdoğan da Soros’la Davos'ta görüşmüş ve ona “Türkiye’nin açık toplumcuları bizleriz” diyerek “beraber çalışma” mesajı vermişti.
Özellikle bu bilgiden hareketle olsa gerek, Mahir Kaynak gibi, AKP’nin Soros’dan destek aldığı iddiasını dile getirenler de olmuştu
Ancak Soros’un, son basın toplantısında, evvelce AKP’yi “Türkiye için şans” olarak nitelediği hatırlatılıp şu anki görüşü ısrarla sorulmasına rağmen bu sualleri cevapsız bırakması ve AKP’nin adını dahi ağzına almaktan kaçınması çok dikkat çekici bir durumdu.
Bu tavrın, Soros’un etkin olduğu küresel piyasalardaki dalgalanmalardan en çok Türkiye’nin zarar gördüğü bir ortamda ayrı bir anlam ve mesajı olabilir mi, bilmiyoruz.
Öte yandan, Soros’un AKP’ye karşı sergilediği soğukluğun, Açık Toplum Enstitüsünce finanse edilen yeni bir araştırmanın ortaya koyduğu sonuçlarla da ilgisi olabilir mi?
Işık Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Boğaziçi Üniversitesinden Doç. Dr. Ali Çarkoğlu’nun yaptığı araştırmada, “iyice sağa kayan” Türk seçmeninin AKP’yi de “en sağda” gördüğü belirlenmişti
Gerçi AKP son dönemde milliyetçi rüzgârlara yelken açan bir görüntü veriyor. Ama öbür taraftan “merkez”e yerleşme çabasını da elden bırakmıyor. Çünkü siyasette kalıcı olmasını merkeze oturmaya bağlıyor.
Hal böyle olunca, Soros destekli bir araştırmaya istinaden, seçmenin gözündeki “en sağdaki parti” olarak ilân edilmesi, birçok bakımdan AKP’nin çok canını sıkmış olmalı.
Çünkü bu algılama, Millî Görüş gömleğini çıkardığını her vesileyle tekrarlayan AKP’nin DP-AP tabanına oturma hesaplarını bozar.
Bu sebeple, söz konusu araştırmayı Soros eliyle AKP’ye indirilmiş yeni bir “darbe” olarak nitelemek herhalde pek yanlış olmaz.
Aynı araştırmanın, toplumumuzu dine kaymış, aşiret ve cemaat kültürünün ağırlık kazandığı bir yapı olarak resmedip tolerans ve güven azalması, kutuplaşma, otoriter rejime eğilim gibi sonuçları buna bağlaması ayrıca üzerinde durulması gereken bir konu.
(Yakınlarda yapılan bir diğer Soros araştırmasında, “aile yapımızdaki kara delikler”in mercek altına alındığını hatırlayalım.)
Sezilen o ki, Soros AKP’yi gözden çıkardı, ama toplumumuza “ilgi”si artarak sürüyor...
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Sun’î cepheler |
|
Eti ufak parçalara ayırın. İnce doğranmış soğanı ilâve edin, yağla birlikte ateşe koyun. Et ateşte kavrulurken, domatesleri ilave edin. Tuzu, karabiberi ve az miktarda suyu ekleyip, kısık ateşte pişirin. Tencere kebabınız hazırdır. Soğuk bir ayranla birlikte afiyetle yiyin.
Eğer tencere kebabından memnun kalmadıysanız, bir de bunu deneyin. Laikliği tepsinin tam dibine yayın. Daha önce hazırlanmış olan rejim tozunu üstüne ilave edin, bir tutam zencefil ile az miktarda limon kabuğunu eklemeyi ihmal etmeyin. Bunları pembeleşinceye kadar yağda kızarttıktan sonra mikserle bir güzelce karıştırın. Sonra ateşin üstüne koyun, ocağın altını iyice açın. Kaynatın, kaynatın, arada bir de karıştırın.
Yukarıdaki yemeğin tarifini Emine Beder vermişti. Şu günlerde Ankara’da revaçta olan bir yemek var. Onun tarifini de siyasetin Emine Beder’leri veriyor. Adı kimine göre, ”Çankaya Kebabı” kimine göre, ”Dürüm Baykal.” Buna, bol acılı, ”Mikser çorba” demek de mümkün.
AKP’ye cumhurbaşkanı seçtirmemek ve hükümeti erken seçime zorlamak için siyasette bir cephe oluşturulmaya çalışılıyor. Belki konu Yavuz Donat gibi ünlü bir ismin yazması nedeniyle yeni bir gelişme gibi algılanabilir, ama bir süredir etkisini hissettiren bir cephe arayışına tanık oluyoruz. Buna AKP iktidarına karşı cephe oluşturma arayışları da diyebiliriz. Yakın dönemde Özal’a karşı bir siyasi cephe kurulmuştu. SHP ve DYP’nin diri olduğu bir dönemdi. Demirel, muhalefet hareketini sürüklüyor, SHP ise solda rakipsiz tek parti olarak canlı bir muhalefet örneği veriyordu.
Daha sonra anti demokratik bir yöntemle, 28 Şubat sürecinde DYP-Refah hükümeti olan Refahyol’a karşı bir sun’i cephe kuruldu. Demirel’in Çankaya’daki yönlendirmeleri, Ecevit ve Mesut Yılmaz’ın çabaları ve demokrasi dışı güçlerin telkinleriyle ANASOL-D modelleri oluşturuldu, günün şartlarına göre hükümete de geldiler.
Süleyman Demirel, Mehmet Haberal ve Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşan’ın ön planda görüldüğü, ”Ulusal cephe” birkaç aşamadan sonra bu noktaya geldi. Başlanğıçta yola çıkan isimler ve roller değişti.
İşçi Partisi ve Ülkücülerin yer aldığı Denktaş’lı Kızılelma koalisyonu; Sauna, Atabey gibi çetelerin ortaya çıkması, Danıştay baskınında ülkücü-ulusalcı parmak izlerinin bulunması bu oluşumu çökertti.
Şimdi Demirel’in arkasına saklanarak AKP’ye Cumhurbaşkanı seçtirmeme projesi yürütülmeye çalışılıyor. Demirel, kurban bayramında Haberal’ın Kızılcahamam’daki otelinde bir süre istişarelerde bulundu. Oraya Necmettin Cevheri, Nahit Menteşe ve İstemihan Talay gibi şimdi parlamento dışında olan isimler gitti. AKP’den sadece Bayındırlık eski Bakanı Zeki Ergezen, Demirel’in konuğuydu. AKP, Milli Görüş kökeninden gelen bir parti olduğu ve içlerinde 28 Şubat sızısı durduğu için Demirel’li formüller AKP’de yeterli ilgiyi görmüyor.
Burada CHP lideri Deniz Baykal rol kapmaya çalışıyor. Baykal, bu cephenin CHP’nin öncülüğünde oluşması gayreti içinde.
Demirel-Haberal-Büyükerşan formülü sağ ve DSP endeksli bir model. Baykal burada inisiyatifi ele alıp, CHP formatlı bir cepheyi ortaya çıkarmaya çalışıyor. AKP karşıtı cephede bir karışıklık ve inisiyatifi elde etme çabası var. Peki bu modeller anti demokratik mi?
Hayır. AKP siyasi çalkantıları aşarak rüştünü ispat edecek. Sadece seçim kazanmak yetmez, eğer bu cepheleri aşabilir, cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri kendi belirlediği tarihte yaptırabilirse, Erdoğan işte o zaman genel başkanlıktan, liderliğe terfi edecek.
Ancak bu model anti demokratik olmamakla birlikte demokratik de değil. Önce bu modelin handikaplarına bakmak gerekiyor. Cepheleşme endişesi, siyasi istikrar bozulur kaygısı, yetersiz bulsa da kendi seçmenini AKP’nin arkasında tutuyor. Hücum olunca, birleşme gereği duyuyorlar. Yoksa normal zamanda AKP kongreleri bir işaret olacaksa, parti müthiş bir raht kavgası içinde.
İkincisi; DYP ve MHP bu oluşumlara karşı. Mehmet Ağar çok akıllı bir şekilde bu tür siyaset fantezilerinin malzemesi olmuyor. MHP ise başından beri cephede yer almadı. AKP’ye karşı oluşturulmak isten cephenin en büyük açmazı, AKP giderse istikrarsızlık olur endişesini giderememesi.
Türk halkı istikrarsızlığın ağır faturalarını ödediği için kaygılanıyor. Tabiî bir de cevabı verilmesi gereken bir soru var. Sun’î yöntemlerle yapılan müdahaleler aksi sonuç verdiği hâlâ anlaşılamadı mı? Halk yasaklar cenderesinden çıkardığı liderleri cumhurbaşkanı, partilerini iktidar yaptı. Bugün merkez sağ göçmüş durumda. Merkez neden çöktü, MHP, AKP gibi uç partiler nasıl gelip iktidar oldu?
Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı aldığı oy oranı ile bıraktığı nokta, Çiller’in DYP’nin başına geçtiğindeki oy oranı ile bıraktığı nokta niye analiz edilmiyor?
AB’ye giden Türkiye’de siyasetin sağ ve sol merkezini yeniden dizayn etmek ve halkın karşısına umut veren bir sağ, gelecek vaad eden bir sol olarak çıkma yerine böyle suni yöntemlere sapılıyor.
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Öyle bir hayat sür ki |
|
Öyle bir hayat sür ki arkandan seni rahmet, minnet ve hayırla ansınlar; vefatını ahlâk, fazilet ve insanlığını yâd ederek, âdetâ “bir âlimin ölümü âlemin ölümüdür” nev’inden büyük bir kayıp olarak görsünler.
Öyle bir hayat sür ki gidişine sadece yer değil, gökler bile ağlasın.
Çağlar geçtiği halde hâlâ rahmet, şükran, selâmla anılan başta gönüller sultanı Kâinatın Efendisi Efendimiz (a.s.m.) olmak üzere onu örnek alan nice insan bu özellikleriyle gözler kamaştırarak, gönüllerde taht kurarak yaşayıp gittiler.
Önceden bir köle iken Resûlullah tarafından evlâtlık edinilen, hürriyetine kavuşturulan Zeyd bin Harise’nin izini babaları bulup fidye karşılığında almak üzere geldiklerinde, Resûl-ü Ekrem ister kendi yanında kalmak, ister babasının yanına gitmekle serbest bıraktığında Hz. Zeyd, öz babası yerine Peygamberimizi tercih etmiş ve şöyle demişti: “Ben Efendimin yanında öyle şeyler gördüm ki, bunları hiçbir şeye ve kimseye tercih edemem.”1
Umman hükümdarı el-Culendî’ye Resûlullahın dâveti ulaştığında da hükümdarın ilk yaptığı iş, Resûlullah hakkında bilgi toplamak olmuş, sonra da bilgiler ışığında şu hükme varmıştı: “Allah bana bir ümmî Peygamberi göstermiştir. O Peygamber ki hiçbir iyiliği ilk defa kendisi uygulamaksızın emretmiyor. Hiçbir kötülükten de kendisi terk etmeksizin sakındırmıyor.” Sonra da hükümdar onun mutlaka gâlip geleceğini, buna kimsenin engel olamayacağını söylüyor ve şu cümleleri ekliyordu: “O ahde vefâ gösterir, va’dini yerine getirir. Ben kesinlikle kabul ediyorum ki o bir peygamberdir.”2
İslâm büyükleri de gıptayla bakılan özelliklerini hep Kâinatın Efendisinden almışlardı.
Çağımız da böyle örnek insanlara hasret! İslâmı bütün samimiyetiyle yaşayacak insanlara!
Peki, buna nasıl ulaşılacak?
“Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi ittiba-ı Kur’ândır”3 tespiti çerçevesinde Kur’ân’a tâbi olarak.
Kur’ân’a tabi olunduğunda da meyveleri bir bir toplanacak.
Evet, “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakâik-ı îmaniyenin [îman hakikatlerinin] kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek [yaşayışımızla göstersek], sâir dinlerin tâbîleri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler, belki küre-i Arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.”4
Başka yol var mı?
Dipnotlar:
1- Tabakat, 3:42.
2- Said Havva, Resûl, 1:54, 55.
3- Mektûbât, s. 517.
4- Hutbe-i Şamiye, s. 20.
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İlim ve duâ |
|
* İlim bir bütündür. Gerçekte din ilimleri ve fen ilimleri ayırımı yoktur. Fen ilimleri dinî, din ilimleri de fennî hakikatleri gerektirir. Çünkü, fen, herşeyi terbiye eden Rabbimizin kâinata koymuş olduğu kanunlardan ibârettir. Din, de bu gerçekleri dikkate sunar.1 Bediüzzaman, “din” ve “fen” ilimleri diye “ikilik ve bölünmüşlüğü” kaldırarak, esasta “tevhid-i tedrisat”ı gerçekleştirmiştir.
* Tabiatı incelemek, varlıkların sırlarını araştırmak, rahmet eserlerini temaşa etmek aynı zamanda Kur’ânî, Sünnetî bir tefekkür ve ibâdettir. Atom, hücre, unsur, devenin yaradılışı, yaprak, çiçek, böcek, yıldız, galaksiler, tüm kâinat ve onun küçük bir minyatürü olan insanın Allah hesabına gözlemlenmesi, incelenmesi, araştırılması ilimdir.2
* Tefekkür, araştırma ve gözlem ise, istidat (potansiyel yetenek) ve kabiliyet diliyle istemektir/duâdır, ibadettir. Ki, akıl etme, araştırma, gözlemleme, inceleme hakkında 780’i aşkın âyet-i kerîme mevcuttur.
* İslâmiyetin kaynağı ilim, esası akıldır.3 Hukuk, mimari, sanatın kaynağı din olduğu gibi, tabiat ilimleri ve teknolojinin kaynağı da peygamberler ve Kur’ân’dır. Ve onlar da var güçleriyle ilme teşvik ederler. İslâmiyet, fenlerin/ilimlerin efendisi, mürşidi (doğru ilim yolunu göstereni), gerçek ilimlerin reisi, babasıdır.4
Bu noktayı, Washington ile California Üniversitesi’nden ve Amerikan Fizik Enstitüsü üyesi Prof. Irrel Chister Rex; “kâinatın oluşunu açıklayan ve ona hükmeden kanunları belirten modern teoriler, Allah fikrinin dışında bir düşünceyle ortaya konduğu zaman, son derece karmaşık ve girift bir karanlık çıkmaza girerler”5 şeklinde dikkate sunar.
* İlimlerin de şahı imân ilmidir. İmân ise, hakiki ilimlerin de esası, mâdeni, nûru/ışığı, rûhu, yani, mârifetullah/Allah’ı bilmektir. Allah’ı esmâsıyla bilebiliriz. Esması insanda ve kâinatta tecellî etmiştir. Esmâ yansımalarını okumak, tefekkür etmek, araştırmak da dua, ilim ve ibadettir.
* Bilim, teknoloji, felsefe, fen ilimleri vahiy ile bağlantılı olmalıdır. Aksi halde, fen ilimleri veya felsefe, münevver/aydınlatıcı bir ilim olamazlar. O halde, bildikleri şey, bir malûmat yığınıdır. Bu da cehâlettir. Cehâlet bilgisizlik değil; bilginin nurlanmamışlığıdır. En’âm Sûresinin 119, 140 ve 144. âyetlerinde, bilgileri olduğu halde; yalan uyduranlar, Allah’a iftira edenler, gerçeği kabul etmeyenler “bilgisiz, sapık, sapıtan ve zâlim” olarak vasıflandırılırlar.
İlim gözdür, vahiy ise güneştir. Vahiy olmaksızın ilim gerçekleri göremez, kavrayamaz. Zira, bir kitabın mânâsını, muhtevâsını değil; eni, boyu, sayfa sayısı, kalınlığı, rengi, yazı karakteri ve diğer fizikî özelliklerini görmek, bilmek, ilim değil, bilgidir. Yazılanlara, anlamına, müellifine, yazarının o kitabı yazmasının sebeplerine, muhtevasına bakıp anlamak, gerçek ilimdir.
Evet, insan son derece âciz ve zayıf bir varlıktır. Fiilen ve hâl dili olan duâyla ilim talep eder; Kâdıyü’l-hâcât (bütün isteklerin karşılayıcısı olan Allah), ya talebini aynen verir veya onun için hayırlısı ne ise, onu ve duâsını cevaplandırır. İnsanların; medeniyetin teknoloji harikaları dedikleri şeyler ve keşfiyat/buluşlarında iftihara sebep zannettikleri emirler/işler, mânevî bir duâ neticesidir. Hâlis bir istidadla (potansiyel yetenek) diliyle istenilmiş, onlara verilmiştir.16
* Her türlü gelişme, ekonomik kalkınma ilme bağlıdır.7 Bir hadîs-i şerîfte bu husus, “Dünyayı isteyen ilme sarılsın. Ahireti isteyen ilme sarılsın. Her ikisini isteyen yine ilme sarılsın” şeklinde açıklanır.
Dipnotlar:
1- Muhakemât. s. (eski) 34; 2- Mesnevî-i Nûriye, s. 167; 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 107; 4- Tarihçe-i Hayat, s. 140; 5- Yeni Asya/10.8.2001; 6- Mektûbât, s. 290; 7- Divan-ı Harb-i Örfî, 74
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Meçhûl mezar |
|
Son seyahatini ağır hasta vaziyette Urfa'ya yapan Bediüzzaman Said Nursî, 23 Mart 1960'ta bu mübarek şehirde vefat etti.
Mezar yerine yapılan "yoğun ziyaret"ten rahatsız olan 27 Mayıs cuntası, bir gece yarısı (12 Temmuz) mezarı açtırarak Said Nursî'nin naaşını uçakla bir meçhûle götürdü.
Tabutu taşıyacak olan askerî uçak—halen Bursa'da yaşayan pilotunun da ikrarıyla—Diyarbakır'dan getirtildi. Aynı uçağa, Bediüzzaman'ın kardeşi Abdülmecit Efendi de alındı.
Mezar açılırken de orada hazır bulunan Abdülmecit Nursî (Ünlükul), ikamet ettiği Konya'dan zorla getirtilmişti. Tıpkı, işi kitabına uydurmak için "mezar nakil dilekçesi"nin kendisine zorla imzalatılması gibi...
* * *
Kardeş Nursî'nin şimdiye kadar nakledilegelmiş bütün yazılı ve sözlü hatıratına göre, tabutu taşıyan uçak gece karanlığında Afyon askerî havaalanına indi. Yine kendisinin refakatinde uçaktan alınan tabut karayoluyla Isparta'ya getirildi. Üstad'ın naaşı, burada hazırlanmış olan bir mezara defnedildi ve henüz aydınlık sökmeden geri getirtilip Konya'daki evine bırakıldı.
Bu safhaya kadar bilinen gerçek budur. Abdülmecit Efendi gibi, oğlu Suat Bey de hayattayken aynı şeyleri anlattı.
Keza, Üstad Bediüzzaman'ın yakın talebelerinden Isparta'lı Tahirî Mutlu ile Bayram Yüksel'in anlattıkları da aynı istikamette.
Kezâ, halen hayatta olan muhterem Said Özdemir de, "Üstad'ın Isparta'daki mezar yerini biliyoruz; ancak, açıklamaya me'zun değiliz" diyor.
Bu arada, Üstad Bediüzzaman'ın has talebelerinden Tahirî Mutlu ile Bayram Yüksel, tesbit ettikleri mezar yerini "Üstadlarının vasiyetine binâen" değiştirdiklerini ve naaşını üç–beş kişi hariç herkesten (dolayısıyla, cuntacılardan da) meçhûl olacak bir yere naklettiklerini hususî sohbetlerinde beyan ettiklerini de hatırlatmış olalım.
Kaderin cilvesine bakın ki, Said Nursî'nin vasiyetinde de bu yönde kuvvetli işaretler var. Üstad: "Kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum" diyor. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, 417, 421. YAN)
* * *
Hakikat–i hal bu merkezde iken, zaman zaman birtakım sansasyonel haberlerin yayıldığına şahit olmaktayız. Meselâ, Urfa'dan alınan tabutun, havada iken Akdeniz'e atıldığı söylentisi gibi...
Nitekim, dünkü Hürriyet gazetesinin sürmanşetinde de aynı yönde bir haber vardı. Muhtevasından çok başlığı sansasyon kokan bu haber, araştırmacı yazar Soner Yalçın'ın piyasaya yeni sürülen "Efendi–2" isimli kitabına dayandırılıyordu.
Oysa, böyle bir vakıanın aslı astarı yok. Tamamen uydurma ve hayal mahsûlü olan şeyler..
Gazete haberini görür görmez, aklımıza ilk gelen fikir şu oldu: "Meçhûl mezar üzerinden, bal gibi satış–pazarlama denemesi yapılıyor."
Çünkü, adı geçen kitap, aynı grubun (Doğan Yayıncılık) yayınları arasında çıkıyor. O halde çok satması lâzım. Bunun için de ses getirecek, aks–i sâda verecek bomba gibi bir habere ihtiyaç vardı. Bu da yapıldı ve başarıldı zaten...
* * *
Burada şunu da ifade edelim ki, bazı konularda hayli birikimli olan araştırmacı yazar Soner Yalçın, Said Nursî hakkında bilgi yoksunudur. Üstelik sâbıkalıdır da...
Nitekim, aynı cehalet örneğini Efendi serisinin birinci cildinde sergiledi. Orada, Said Nursî'yi baştan sona "sıkı bir İttihat–Terakki mensubu" şeklinde tanıttı.
Biz, o zaman da tenkidimizi yaparak hatasını düzeltmesi çağrısında bulunduk. Şimdi de aynı yöndeki çağrıyı tekrarlıyoruz.
Sayın Soner Yalçın! Said Nursî'nin naaşının Akdeniz'e atıldığı yönündeki iddianızın altı sadece boş değil, bomboştur.
Üstelik, bu iddia size mahsus olmadığı gibi yeni de değildir. Her türlü dayanaktan yoksun olan bu iddiayı ilk ortaya atan kişi, iflâh olmaz bir "darbe manyağı" görülerek 5 Temmuz 1964'te idam edilen Albay Talat Aydemir'dir.
Yakın arkadaşlarını da kendisiyle birlikte felâkete sürükleyen Aydemir, kendi karihasından uydurduğu bu absürd hikâyeyi çevresindeki bazı kişilere anlatmış. Yayılma da bu şekilde olmuş.
Evet, Bediüzzaman Said Nursî hakkında Efendi'nin birinci cildinde büyük yanılgıya düşen Yalçın, maalesef kitabın ikinci cildinde de ikinci bir hataya düşmüş durumda.
Soner Yalçın, bakalım seri hatalarını ne zaman fark edip bunları düzeltmeye çalışacak... Meraklandırma ve satış–pazarlama hesaplarına bakılırsa, hatasını düzeltme gibi bir niyeti de görünmüyor.
Dileğimiz odur ki, hiç olmazsa bizi duyan, okuyan insanlar, yapılan bu tarz seri yanlışların etkisi altına girmesinler...
Günün Tarihi
Savaşla ilgili kaypak kararlar
22 Haziran 1941: II. Dünya Savaşında yeni safha: Almanya, Rusya'ya harp ilân ederek, havadan ölüm kusan darbeler indirmeye başladı.
Aynı gün, Türkiye de resmî bir tebliğ yayınlayarak, Alman–Rus harbinde tarafsız kalmaya karar verdiğini duyurdu.
Ne var ki, o zamanın Türk hükümeti bu kararında sabit kalmadı ve 23 Şubat 1945 tarihli (tek partili) Meclis kararıyla "Türkiye'nin İngiltere ve müttefiklerinin yanında, Almanya ve Japonya'nın karşısında olmak üzere" savaşa iştirak ettiğini dünyaya duyurdu.
Kaderin fetvâsı
Evet, Türkiye eski "tarafsızlık kararı"ndan dört sene sonra hiç gereği yokken savaşa katılmaya karar vermişti. Fiilî teşebbüs için de İngiltere'den gelecek silâh ve mühimmat bekleniyordu.
Ancak, kaderin tecellisine bakın ki, Türkiye kendini tam da savaşın yakıcı alevleri içine atacakken, Japonya'da önce Hiroşima ve ardından Nagazaki'de atom bombaları patladı.
Yaklaşık 250 bin insanın ölümüne yol açan bu beşerî felâkettin ardından Japonya ateşkes ilan ederek savaşa nokta koydurdu.
Aksi halde, zahirî sebeplere göre Türkiye de savaşa katılacak ve muhtemelen Anadolu toprakları yeniden harp meydanına dönecekti.
....................................
NOT: 1942 yılı sonlarında "Ve'l–Asr" Sûresinin asrımıza bakan yönünü tefsir eden Üstad Bediüazzaman, âyetten, Türkiye'nin fiilen savaşa iştirak etmeyeceği ve Anadolu'nun da devam etmekte olan deşhetli harp belâsından mahfuz kalacağı mânasını çıkarıyordu. (Bkz: Kastamonu Lâhikası, "Karadağ'ın bir meyvesi" başlıklı mektup.)
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cennette bir gölgelikte |
|
Olcay Çiftçi: “Çok sevdiğimiz biri ölünce onu rüyamızda görürüz. Ben 4 ay önce eşimi kaybettim ve çok genç yaşta onu hep rüyamda görüyorum. Bir gün değilse diğer gün mutlaka görüyorum acaba bilinçaltımda sürekli onu düşündüğüm için mi yoksa o bizi düşündüğü için mi? Bana rüyamda aramızda bir perde var dedi, acaba berzah âlemini mi söyledi? Bizi görebiliyor mu diye düşünüyorum? Diğer yandan, sevenlerin orada buluşacağı söyleniyor. Bu buluşma nasıl olacak? Sadece kısa bir süre mi görmek var? Yoksa sürekli beraber olmak mı? Yardımcı olursanız çok sevinirim teşekkürler”
Öncelikle sizi Cenâb-ı Allah’ın rahmetiyle tebşir ediyorum, müjdeliyorum. Cenab-ı Allah dünyasını muzdarip kıldığı kullarını inşallah ahirette ebediyen güldürecektir. Yeter ki, sabırda ve şükürde istikamet içinde olunsun. Cenab-ı Allah Kur’ân’da bizi bazen mal kaybıyla, bazen sevdiklerimizin kaybıyla imtihan edeceğini bildiriyor ve sabredenleri ebedî rıza ve rahmetiyle, Cennetiyle ve ebedî saadetiyle müjdeliyor. “Ve beşşiri’s-sâbirin”1 diyor. Devam eden âyetlerde: “O sabredenler ki, başlarına bir musibet geldiğinde ‘Biz Allah için yaşıyoruz ve O’na döneceğiz’ derler. İşte Rablerinin mağfiret ve rahmeti onların üzerinedir”2 buyuruluyor.
Diğer bir âyette Cenâb-ı Zülcelâl: “Sabredenlere mükâfatı hesapsız ödenecektir”3 diye taahhüt ediyor. Öte yandan Peygamber Efendimiz (asm) bir kudsî hadiste Cenâb-ı Allah’ın şöyle buyurduğunu bildiriyor: “Mü’min kulumun dünyada bir sevdiğini elinden alırsam, o kulum da buna sabreder ve karşılığını Allah’tan umarsa, bunun karşılığı ancak Cennettir.”4
Sevdiklerimizi kaybetmek zor. Elbette zor. Fakat emin olalım ki: Bu âyetlerin ve hadislerin müjdesi bütün dünya saltanatını kaybetmeye değer. Değil mi ki, sırf işaret ettiğimiz bu âyetlerin ve hadislerin müjdelerini nazara aldığımızda bile: Nasıl olsa, birbirini Allah için sevenler için ebediyette ebedî olarak birleşmek var. Ve nasıl olsa, dünyadaki kayıp orada kayıp değil, mükâfat sebebidir. Dünyadaki ıztırap orada ıztırap değil, lütuf sebebidir. Dünyadaki acı orada acı değil, saadet sebebidir. Buna inanan ve Cenâb-ı Allah’tan rahmetini uman kullara ne gam var, ne keder; ne sıkıntı var, ne hüzün! Sadece dünyada bir miktar sabır var! Ve Cenâb-ı Allah’tan sınırsızca ve kayıtsızca ümit içinde olmaya devam etmek var! Cenâb-ı Allah sizi bu âyete mazhar kılmak istiyor. İnşallah siz sabrınızla, bu İlâhî tecelliye rızanızla ve şükrünüzle bu mazhariyeti hak edeceksiniz. Rüyalarınız da bunu müjdeliyor.
Rüyalar elbette sevginin alâmeti olabilir. Şuur altınızdaki gizli veriler rüya yoluyla ortaya çıkabilir. Aranızdaki perde berzah perdesidir. Zaten berzahla hepimizin arasında sadece bir perde var. Şundan da müsterih olalım ki, kısa süreli buluşmalar ve zamanla sınırlı birliktelikler dünyaya mahsus tecellîlerdir. Orada buluşmalar, birliktelikler, beraberlikler Bâkî isminin gölgesinde, Rahman ve Rahîm isimlerinin lütfuyla, ebedî şölenlere dönüşüyor. Cennette bir gölgelik beraberlik, dünyaya ve dünya saadetinin tamamına bedeldir.
“Cennette o gün eşleriyle birlikte gölgeliklerdeki koltuklara kurulurlar”5 âyetinin tecellî ettiği güne kadar… Cenâb-ı Allah size, bize ve tüm Müslümanlara dünyanın birer badireyi andıran imtihanlarından yüz akıyla geçmeyi nasip etsin. Âmin.
Duâ
Allah’ım! Bize ihsan ve ikram ettiğin yüksek duyguları hayırda, iyilikte, âhiret işlerinde ve Senin emirlerini edâda kullanmamızı nasip eyle! Bize, verdiğin nimetleri doğru kullanma idrâki ve sevgisi ver! Bize, şefkatimizi harap edecek, merhametimizi serap edecek, sevgimizi bîtap kılacak, göz yaşımızı kurutacak batıl inanç, kötü emel ve kötü amel nasip etme! Şefkatimizi sevap kıl! Merhametimizi hayır kıl! Sevgimizi güzel ahlâkla taçlandır! Göz yaşımızı affınla, mağfiretinle ve merhametinle ödüllendir! Bize acı! Bizi hayra karşı şefkatli, şerre karşı izzetli kıl!
Âmîn... Âmîn... Âmîn...
Dipnotlar:
1- Bakara Suresi: 155
2- Bakara Suresi: 156, 157
3- Zümer Suresi: 10
4- Rıyazu’s-Salihîn, 32
5- Yasin Suresi: 56
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Kim inanırdı? |
|
Bundan yüz yıl, iki yüz yıl, üç yüz yıl önce, şimdi Türkiye’de yaşananları anlatsak kim inanırdı?
Başörtüsünün okullarda, resmî dairelerde, üniversitede çalışan ve okuyanlar için yasak olduğuna kim inanırdı?
Dilimizin, kelimelerimizin, giyim ve kuşamımızın değişeceğine kim inanırdı?
Zorla şapka giydirileceğine, dinî hayatın tamamen resmî ve gayri resmî kurum ve kuruluşlarda yasak olacağına kim inanırdı?
Toplumun bu derece dejenere edileceğine kim inanırdı?
Kim inanırdı?
Ama oldu.
Eskinin ne kadar iyi şeyi varsa hepsi terk edildi.
Geçmişin bu zamana uymayan ne kadar şeyi varsa hepsinin kalmasını istemiyoruz. Ama bu milletin olmazsa olmazları var.
Din hayatın hayatı idi.
Bu milletin tüm güzel kazanımları dinden kaynaklanan şeylerdi.
Olanlar oldu.
Yüzyıla yakın bir zaman diliminde birçok şey değişti.
Devletin en üst düzeyinde bulunan bir avuç mutlu azınlık, geçmişin ne kadar iyi kazanımları varsa hepsini terk etti.
Batının teknik ve teknolojisini almamız gerekirken işe yaramaz rezaletlerini aldık.
Geçmişte bizim olan şeylerimize, gayri müslimlere tanıdığımız haklar kadar sahip olmadık.
Kim inanırdı?
Bundan yüz yıl, iki yüz yıl öncesinde, bu hale geleceğimizi?
Dünyaya hükmeden bir devlet şimdi IMF’nin talimatları ile hükümetlik edi-yor.
Avrupa üflüyor, bizimkiler burada oynuyor.
Nereye kadar?
Bir cumhurbaşkanlığı seçimi dahi ülkede sorun oluyor.
Ve bu millet herşeye rağmen kendi benlik ve kimliğini yitirmedi, yitirmeyecek.
Ve kim tahmin ederdi bu kadar dönüşüm yaşayacağımızı?
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Yitik hafıza |
|
Yitik hafızanın evlâtlarıyız. Mirasyedi bir ülkenin çocuklarıyız. Trenini kaçırmış bir kuşağız. Tarih celpnamesi, kimliğimize, kültürümüze, kişiliğimize, inancımıza, tarihimize, duygularımıza, sanatımıza kastın hücum ettiği ve gafletin esir aldığı ihanetler karşısında, kültürel mirasa ve emanete sadık kalmamızı istiyor.
Bir ihanet yumağı, tuzak dolu sinsi ağını örmüş ve pençesini bilemiş. Zevkin aymazlığında varlıklarımıza kastetmiş. Resmî tarih, yüceleri cüce, cüceleri yüce göstermiş. Siyasetin iktidar hırsı ve otorite siparişinin dış kundaklı tahrip kalıpları, mukaddeslerimize rakip çıkmış.
Yavuz hırsız misali, mekânlara kural koymuş ve mekânın sahiplerini yok saymış. Değerlere savaş açmış, duyguları zedelenen ve iç kanama geçiren mutsuz kitlelerin bütün tepki biçimlerine rağmen…
Tarihi rakip görmüş. Bugünün kayıp neslinin tutanağı oluşmasın diye. Çağdaşlık hikâyeleri, modernleşme serüvenleri, demokrasi denemeleri, sonuçta bireyin toplumunu inşa edeceğine, sekülarizmin nefsanî pençesinde canhıraş feryat eden bir çığlığın kanattığı vicdanî yaraları çoğaltmış.
Batının musalla taşında defin edilmeyi bekleyen menhus ruhuna, can giydirme anlamsızlığı, bu coğrafyanın dilini ve dinini bilmemektir. Buna, cehaletin kastı demek iyi niyetli bir yorum olur. Tam tersine, kastın cehalete tasallutu söz konusu.
Mazisinden koparılmak istenen bir hafızanın serencamı var. Kendini bulamayan kuşağın kayıp tarihi var. Kayıp vicdanların iç dünyası ile arasına koyduğu mesafenin algıyı silikleştirdiği bir sonuç var.
Meselâ medyayı ele alalım. Medyanın inanılmaz şaşırtıcı ve şantajcı zihin cinneti, hayata hakim olması gereken değerlerimize ve özlemlerimize darbe vuruyor. Irak’taki işgalci kuvvetin zulüm kokan ve dünyayı bir cehenneme çeviren görüntülerine bile tepkisiz kalan medya, tevilli haberlerle vahşeti gizleyen bir suç ortağı gibi yayın yapıyor.
Yine Filistin’de masum bir ailenin yedi ferdinin İsrail bombaları altında öldürülmesini, katliam olarak vermeyen basının vicdan denen aygıtı var mı acaba?
Zerkavi’yi sekiz sütuna manşete çeken basın, aynı tepkiyi İsrail’e neden vermiyor? Amerika cinayetlerini neden genel haber akışı içinde veriyor? Guantanamo’da uluslararası bütün tepkilere rağmen, yüzlerce insanı hukuk dışı bir şekilde işkenceye tabi tutan ABD vahşetine ne kadar duyarlı davranıyor?
Terörün her türlüsüne, ayırım yapmaksızın tepki vermek ve nefret etmek boynumuzun borcu. İki yüzlülüğün zalimden yana riyakârlığı ve samimiyetsizliği ise, vicdanları kanatan bir trajedi olmaya devam ediyor. Böylece, evrensel dayatmanın coğrafyamızdaki izdüşümlerini algılanış biçimi de yozlaştırılıyor.
Yitik hafızanın, beynini yiyen bunaklığı içinde bilgi kirliliği ile toplumun aile ve ahlâk kavramlarını dejenere eden tutumlara çanak tutuluyor.
Din eğitimine getirilen kısıtlamalar, kültür erozyonu, millî mutabakatı zedeleyen çeteleşmeler, yolsuzlukların sebebiyet verdiği yoksulluk had safhada iken ve AB sürecinde Türkiye’nin daha ciddi bir vizyon ortaya koyması beklenirken, gündemi saptırmak ve dejenerasyonu teşvik edecek düşüncelerin etkisi, yitik hafızaları amaçsızlığa itmektedir. Bunun sonucunda, umudunu kaybedenler artmakta, ülkenin kaynakları tahrip edilmektedir. Buna paralel gasp suçları artmaktadır.
Neler mi oluyor? Diyarbakır ve Sakarya’da devletin güvencesindeki çocuklar, kayıtlardaki gibi yurtta görünmüyorlar. Kayıplar. Herkes şaşkın. Kaybolan hafızanın ve yitirilen mirasın perişan çocukları bunlar.
Müzelerimiz ne durumda? Tarihe tanıklık eden o kültür hazineleri soyulmuş. Daha doğrusu kıymetli parçalar çalınmış. Hem de Karun hazinesi. Uşak’ta fark edilen tarih gaspı, Kahramanmaraş’ta da ortaya çıktı. “Arkası gelebilir” deniyor.
İlginç bir son haber: Atatürk Orman Çiftliğinde altı metre uzunluğundaki piton yılan da kaybolmuş. On gündür hâlâ bulunamadı. Çıyanların, yılanların ruhumuzu ve aklımızı zehirlediği bir vasatta, piton da işin cabası.
Sonuç; sorumluluklarımızı hatırlatmak için bu kısa yolculuğu yaptım. Gasp edilen bir tarihin ve kültürün bu tablosu, yitik hafızanın bulunmasını ve güncellenmesini zorunlu kılıyor. Yoksa gaspçıların her defasında yeni bir alana açıldıklarını görmek elden bile değil.
Toplumsal trajediyi ve çürümüşlüğü çözmek, akil insanların gayretine ve birlik ruhuna bağlı.
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇİFTKAYA |
Laik, ama kutsal |
|
Peter L. Berger ünlü bir din sosyologu. 60’lı yıllarda çok popüler olan sekülerleşme ve dinin toplum hayatında etkisini yitirişi üzerine kitaplar yazmış, konusunun uzmanı bir bilim adamı. Ama isterseniz, önce şu meşhur sekülerleşme kavramını basitçe tanımlayalım: Sekülerleşme, birey ve toplum bilincinde dinin önemini kaybetmesi anlamına geliyor. İşte, şu sıralar oldukça yaşlanmış olan Berger, 1960’lı yıllarda, diğer meslektaşları gibi aynı görüşü, daha doğrusu aynı kehâneti savunuyordu: Toplumlar modernleştikçe sekülerleşir. Sekülerleşme önüne geçilmez, modernleşmenin ayrılmaz parçası olan bir süreçtir. Aynı yıllarda başka bir ünlü sosyolog Daniel Bell de benzer görüşleri ileri sürüyordu.
Gelgelelim, bu teori ya da varsayım, sadece Batı ve Orta Avrupa için—bir ölçüde—geçerli olabildi. Ama bugün Batı medeniyetinin ve geç modernliğin temsilciliğini üstlenen Amerika’da hem birey, hem de toplum hayatında din ne etkisini, ne de cazibesini kaybetti. Türkiye gibi Batılı olmayan ülkelerde de bürokrat ve aydın elitler eliyle yürütülmeye çalışılan modernleş(tir)me sürecinde, dinî tezahürler bastırılmaya çalışılsa da, din vicdanların ve toplum hayatının en canlı ve hakim damarı olarak var olmaya devam ediyor.
Sekülerleşmenin kalbi Avrupa’da da aslında daha çok kilisenin etkisini kaybetmesinden söz edilebilir. Meselâ, dünyanın en fazla sekülerleşen ülkesi olarak görülen İzlanda’da kiliseye gitme oranı sadece yüzde 2. Peki bu durum İzlandalıların inanç düzeyinde bir gerileme yaşadığı anlamına mı geliyor? Meselâ, sizce İzlanda’da ateistlerin oranı ne? Sadece yüzde 2.4! Ölümden sonraki hayata inananların yüzdesi ise, sıkı durun, yüzde 81!
İşte bu tablo, Berger gibi sahasının öne çıkan bir sosyologa 1996 yılında “Gerileyen Sekülerizm” başlıklı bir makale yazmak zorunda bıraktı. Ve aslında sekülerleşmenin gerileyişi konusunda din sosyologları arasında genel bir kabul oluşmaya başladı. Adını zikrettiğimiz Bell de bu defa “Kutsalın Dönüşü”nü konu alan yazılar yazmaya başladı.
Prof. Dr. Ali Köse’nin Peter L. Berger, Daniel Bell ve Harvey Cox gibi sosyologlardan derlediği makaleleri bir araya getiren ve Etkileşim Yayınlarından bu ayın başında yayınlanan Laik Ama Kutsal başlıklı kitap, konunun uzmanlarının sekülerizmin yerini tekrar kutsala ve dine nasıl bıraktığını çarpıcı şekilde ortaya koyuyor.
Laik Ama Kutsal, bizimki gibi kavram kargaşasının mebzul miktarda yaşandığı ülkeler için özellikle faydalı kabul edilebilir. Mâlûm, 80 seneden fazla zamandır resmî ideoloji olarak tabulaştırılan “laiklik” kavramı henüz tanımlanabilmiş değil. “Din ve devlet işlerinin ayrılması” şeklindeki naif ve basit tanım Türkiye’nin resmî laiklik uygulamasında karşılığını bulamıyor. Bir öğretmenin sokakta başını örtmesinin bile laikliğe aykırı bulunabildiği garip bir laiklik anlayışı oluşturulmak isteniyor.
Sözkonusu kavram kargaşası çoğu kez laiklik ve sekülarite kavramlarının karıştırılmasından kaynaklanıyor. Laiklik devletin bütün dinlere eşit mesafede oluşu, hiçbir dini halka dayatmaması ve dolayısıyla din ve vicdan hürriyeti anlamını taşısa da, sekülarite dinin birey ve toplum bilincinde önemini yitirmesini ifade ediyor. Avrupa’da modernleşme denilen toplumsal değişimlerin sonucunda ortaya çıkan sekülerleşme, diğer toplumlardaki aydın ve bürokrat elitler tarafından topluma zorla dayatılan keyfî bir süreç şeklinde ortaya çıktı.
Dahası, Türkiye gibi zorla sekülerleştirilmeye çalışılan ülkelerde laiklik/sekülerite merkeze, din ve dindarlık ise “laiklik karşıtlığı” konumuna oturtuldu. Diğer bir deyişle, modernleşmek istiyorsak sekülerleşmek, dinden uzaklaşmak zorundaydık. Laiklik/sekülerite asıl, din ve dindarlık ise bir sapmaydı! Sekülerist/laikçi aydın ve bürokrat elitlerin ısrarla hâlâ dile getirdiği bu mantık, haddizatında bir anakronizmi ele veriyor; yani, sözkonusu kesimin zihinlerinde eski ve geçerliliğini yitirmiş kavramları bugüne uyarlamaya çalışma gayretlerini açığa vuruyor.
Oysa, sekülerleşme tezini reddedip hatasından dönme cesareti ve namusluluğunu gösteren Berger gibi sosyologlara kulak verecek olursanız şu noktaları kabul etmek zorundasınız:
* Dinin modern dünyada varlığını kabul ettiğiniz takdirde, sekülerleşmeyi modern bir norm olarak değil, açıklanması gereken ilginç ve sapkın bir olgu olarak ele almanız gerekir.
* Dünya, istisnalar bir tarafa, olabildiğince dinî bir dönem yaşıyor. Sekülerleşme modernitenin doğrudan ve kaçınılmaz bir sonucu değil.
* Başta İslâm dünyası olmak üzere, Latin Amerika’da, Roma Katolikliğine mensup coğrafyalarda, Yahudiler arasında ve daha birçok bölgede dinî duygular giderek canlanıyor. Berger’in şu ifadeleri özellikle ilginç: “Seküler kimlikli politikacıların ve kültürel elitin iktidarı elinde bulundurduğu ülkelerde iktidar sahipleri bu dinî canlılığa karşı hep savunma pozisyonuna mahkûm olmuş vaziyetteler. Türkiye’de, İsrail’de, Hindistan’da ve hatta ABD’de durum böyledir.”
Peki sekülarite denen bu “ilginç ve sapkın olgu” nerede bulunur, diye soracak olursanız, Berger bir coğrafî adres, bir de her ülkede bulunabilecek toplumsal adres veriyor. Coğrafî adres, Batı ve Orta Avrupa. Berger’e göre sekülerleşme tezinin savunulabileceği dünyanın tek bölgesi de burası zaten.
Ama sekülaritenin bulunabileceği ikinci adres daha anlamlı: oranları fazla olmasa da, çok etkin makamlarda bulunan entel gruplar arasında! Bu gruplar sosyal ve beşerî bilimler alanında Batı tipi yüksek eğitimden geçenlerden oluşuyor. Bunlar her ülkede var olan seküler karakterli bir enternasyonal grup olma özelliğini taşıyor. Bu Batılı(laşmış) entellektüeller meselâ İstanbul’a, Kudüs’e, Yeni Delhi’ye gittiklerinde sadece kendileri gibi entellektüel tabakadan kişilerle görüşüp, o kişilerin o ülkelerin kültürel dokularını temsil ettiğini zannediyor.
Modern bir sapma olarak sekülerizme kutsal bir ideoloji olarak iman eden bu son grubun yapay ortamlarından çıkıp halkın arasına karışmasını, kutsalın ve dinin tekrar canlanışına şahit olmalarını, bunu yapamıyorlarsa, Berger veya Bell gibi sosyologların yeni kitaplarını okumalarını beklemek aşırı birşey mi olur sizce?
www.muratciftkaya.com
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Türkiye’de hakimler var |
|
Şemdinli olaylarından bu yana gelişmeler hiç de iç açıcı değildi. Özellikle olayın faili ve suçlusu olarak görülen Astsubay Ali Kaya için Yaşar Büyükanıt Paşa’nın “İyi çocuktur” şeklindeki açıklama yapması meseleyi daha baştan bulandırdı, zihinleri karıştırdı. Bir paşanın böylesine netameli bir dâvâda yargının bağımsızlığını etkileyecek—kendisi o niyette değilse bile—demeçler vermesi Türkiye’de yargının ilk elde “müsavat,” ikinci elde ise “bağımsızlığı” konusunda tartışmaya açılmasına sebep oldu.
Tam bu tartışma alevlenmiş ve “Üniformalı ve yüksek makam sahibi bir resmî görevli böylesine beyanatta bulunamaz, bulunmamalıydı. Orduya şaibe bulaşır” söylemlerinin dile getirildiği hengâmda birden Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya apar topar ve alelacele görevden alınınca işler sarpa sardı. Artık meseleyi rejim krizi ve hükümete muhtıra verildi merhalesine kadar getirenler oldu.
Şuydu, buydu neticede kamuoyu nezdinde zedelenen Türk yargı sistemiydi öncelikle, sonra da tarafsızlığıyla, güvenilirliğiyle hemen her anketten birinci çıkan Türk Silâhlı Kuvvetleriydi. Olayı Ağustos’ta genelkurmay başkanı oluşunu engellemek için Yaşar Büyükanıt Paşaya bir komplo şeklinde yorumlayarak işi mecrasından çıkaranlar yanılıyorlardı. Çünkü bu olaydan sonra Yaşar Büyükanıt Paşadan çok ordunun kendisi töhmet altında kaldı. “Onlar vatan için canlarını veriyorlar, savaşıyorlar. Onlar vatansever, yurtseverdirler” şeklindeki trajik ve dramatik yaklaşımlar ise halk arasında vatanseverliği bile günlük tartışma ve polemik konusu haline getirdi. Öyle ya sadece üniformalı askerler mi vatanseverdi? Sadece silâhlı güç ve kuvvetler mi vatanı seviyordu? Bunların dışında kalanlar meselâ sivil toplum kuruluşu mensupları, bir öğretmen, bir memur, bir doktor, bir savcı veya bir hakim vatansever değil miydi? Üstelik vatanseverliği icra ederken askerler devletten maaş almıyorlar mıydı, diğer kamu görevlileri gibi. Bu durumda para karşılığı vatanı korumak vatanseverliğin hangi versiyonunu temsil ediyordu? Bir sürü bu ve buna benzer tartışmalar kahve toplantılarında, ev ziyaretlerinde, orada burada konuşuluyordu.
Hemen herkes İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un da fazla uzun sürmeyen bir uygulamayla görevden alınması üzerine Kurtlar Vadisi'nin bitiş bölümlerindeki yargılanma şekline benzer bir sonucu peşin peşin kabullenmişti neredeyse. “Biz ne yaptıysak vatan için yaptık hakim bey” diyerek gözlerimizi yaşartan o son bölümlerdeki savunmalardan sonra bir takım müşavere ve meşveret, bir takım emir ve direktifler sonucunda beraatle sonuçlanması, işin pek de derinlerde seyrettiğinin mesajını çoktan vermişti kitlelere.
Neticede iki astsubayın yaklaşık 40 yıla mahkûm edilmesi yeni bir sayfa açtı. Sanıklar asker olunca acaba adalette eşitlik ilkesi uygulanacak mıydı? Yargının bu kararına acaba bazı makamlar müdahele edecek miydi, özellikle asker cenahı bunu bir onur meselesi yapacak mıydı? Ali Kaya ile Özcan İldeniz’in mahkumiyeti, PKK ya da bazı dış güçlerin Türk ordusunun şahsında Türkiye Cumhuriyetinden bir intikam alması mıydı? Temyizden dönecek miydi? Mesele Yargıtay’a intikal edince işin boyutu daha büyük müdahele ve krizlere yol açacak mıydı? Sanmıyoruz, ama kesin konuşamıyoruz da.
Bir kere Atabaylar, Ergenekonlar, Vatansever Güçler Birliği, vs. gibi çetelerin zuhurundan, deşifre edilmesinden ve bunların çalışma yöntemlerinin hukuka aykırılığından sonra cihet-i askeriyenin bu dâvâya daha temkinli ve dikkatli yaklaşacağını hatta davanın seyrini etkileyebilecek hiçbir imada bulunmayacağını umuyoruz.
Kısaca durum “Ankara’da askerler” var sansasyonundan çıkıp “Ankara’da, Van’da, Şemdinli’de kısaca tüm Türkiye’de hakimler var” itibarına gelindiğini gösterecek bir seyir içindedir kanaatindeyiz. Unutulmasın ki askerler devletin bekçisidir. Ama adalet de mülkün yani devletin temelidir. Bakalım bu sınavdan yüzümüzün akıyla çıkacak mıyız?
Not: Halil Uslu Ağabeyime taziyetlerimi sunarım.
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Bağlamına oturtma |
|
Bangladeş’ten dönüşümde bazı kitap ve dergilerin masamda birikmiş olduğunu gördüm. Bunlardan bazıları Nesil Yayınlarının Risale-i Nurlarla ilgili göndermiş olduğu Arapça kitaplardı. Aslında bu arzumu onlar gerçekleştirmiş oldular. Ben de bu ve benzeri kitapları edinmek ve elde etmek istiyordum. Bu kitaplardan bazıları sempozyum ve konferans bildirilerinden oluşuyor. Tasavvuf ile Nursî Arasında Ruhi İdrak, El Cemaliyye fi’l-fikri’l-İslâmî el muasır: En Nursî nemuzecen (Çağdaş İslâm düşüncesinde estetik ve Nursî örneği), En Nursi Ediben (Edebiyatçı olarak Bediüzzaman) bu kitaplardan bazıları. İdrak Er Ruhi ve En Nursi Ediben kitaplarında Faslı Hasan Emrani’nin ayrı ayrı iki makalesi var. Bunlardan birisi Bediüzzaman’ın hayatına dair. İkincisi de Mevlana ile Bediüzzaman’ı mukayesesi. Geldiğimde Hasan Emrani ile kitaplar vasıtasıyla karşılaştığım gibi yolculuk sırasında da dergiler aracılığıyla yine Hasan Emrani ve yine onun Bediüzzaman’la ilgili yazmış olduğu yazı ve kitapların tanıtımıyla karşılaştım.
Dubai’de İslami Edebiyat Birliği’nin yayın organı olan İslami Edebiyat dergisini almıştım. Yolculuk sırasında konuları arasında dolaşırken, yazılara göz gezdirirken ayın kitabının tanıtımı ilgimi çekti. İslami Edebiyat Birliği’nin üyeleri arasında olan Hasan Emrani’nin yeni bir kitabıydı bu ve adı: İnsanlığın Edibi Bediüzzaman Said Nursî adını taşıyordu. Başlıktaki insanlık ifadesi bir başka makaledeki başka bir insanlık ifadesini tedâi ettirdi hemen. Köprü dergisinin son sayısında Neocon’ların fikrî temellerini irdeleyen Mücahit Bilici, bu akımın birinci fikir babası Carl Schmitt’i tanıtırken şöyle bir ibare ve ifade kullanıyor: “Carl Schmitt ‘insanlık’ diye bir düşünceye inanmaz. İnsanlık (insaniyet, humanity) fikri ‘düşman’ kavramına müsaade etmediği için tehlikeli bir fikirdir” Zaten tersi olsaydı şaşardık. Bu da gösteriyor ki, Hasan Emrani’nin tasvirine göre Bediüzzaman’ın fikirleri veya reçetesi Neocon akımın panzehiridir.
***
Hasan Emrani’yi daha önce Türkiye’de yapılan İslâmî Edebiyat toplantılarında tanımıştım. Ebu’l-Hasan en Nedevi gibi zevatla gelmiş ve konuşmalar irad etmişti. Ama son yıllarda Ferid Ensari gibi Faslılarla birlikte Bediüzzaman üzerine de yoğunlaşmış bulunuyor. Ve anladığım kadarıyla zaman zaman Bediüzzaman’la diğer Müslüman mütefekkirler arasında mukayese ve karşılaştırmalar yapıyor. İnsanlığın Edibi adlı kitabında da böyle karşılaştırmalar yapıyor. Sözgelimi, Nesil’in yayınladığı makalelerde Mevlana ile karşılaştırma yaparken İnsanlık Edibi kitabında da Muhammed İkbal’le karşılaştırma yapıyor. Zaten Muhammed İkbal, Ali Şeriati’ye göre asrımızın Mevlana’sıdır. Bediüzzaman, Gazali gibi nesirle yazmış. Muhammed İkbal ise Mevlana gibi duygularını daha ziyade nazımla veya şiirle dile getirmiş. Muhammed İkbal ile Bediüzzaman’ın şahsiyetlerini yoğuran beş temel faktöre işaret ediyor.
-İman, Kur’ân, kendini yani nefsi tanımak, Allah’la güçlü münasebet kurmak ve seher vakitlerinde Allah’a münacat (El Edeb el İslami, sayı: 50, s: 80/81).
***
Hasan Emrani’nin kitabı ve yazıları bir kez daha şu tespiti doğrular gibidir: Araplar, Risâle-i Nur’u İslâmî konteks ve bağlama daha iyi yerleştiriyorlar. Bunun nedeni Risalelerin de kaynağı olan İslâmî kaynaklara ve bilvesile ile onun anlaşılmasına daha yakın olmaları gösterilebilir. Ayrıca kurucuları arasında merhum Allame Ebu’l Hasan en Nedevi gibilerinin bulunduğu İslami Edebiyat’ın Bediüzzaman’a sahip çıkması da ayrıca temas ve takdir edilmesi gereken bir husustur. İslami Edebiyat’ın birçok ülkede şubeleri bulunuyor. Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Fas, Sudan, Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Türkiye. Mücevherat daima gerçek değerini sarrafların elinde bulur ve kazanır.
Hasan Emrani de Risale-i Nurları hem tarihî, hem de şer’î bağlamına oturtmuş bulunuyor.
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|