* İlim bir bütündür. Gerçekte din ilimleri ve fen ilimleri ayırımı yoktur. Fen ilimleri dinî, din ilimleri de fennî hakikatleri gerektirir. Çünkü, fen, herşeyi terbiye eden Rabbimizin kâinata koymuş olduğu kanunlardan ibârettir. Din, de bu gerçekleri dikkate sunar.1 Bediüzzaman, “din” ve “fen” ilimleri diye “ikilik ve bölünmüşlüğü” kaldırarak, esasta “tevhid-i tedrisat”ı gerçekleştirmiştir.
* Tabiatı incelemek, varlıkların sırlarını araştırmak, rahmet eserlerini temaşa etmek aynı zamanda Kur’ânî, Sünnetî bir tefekkür ve ibâdettir. Atom, hücre, unsur, devenin yaradılışı, yaprak, çiçek, böcek, yıldız, galaksiler, tüm kâinat ve onun küçük bir minyatürü olan insanın Allah hesabına gözlemlenmesi, incelenmesi, araştırılması ilimdir.2
* Tefekkür, araştırma ve gözlem ise, istidat (potansiyel yetenek) ve kabiliyet diliyle istemektir/duâdır, ibadettir. Ki, akıl etme, araştırma, gözlemleme, inceleme hakkında 780’i aşkın âyet-i kerîme mevcuttur.
* İslâmiyetin kaynağı ilim, esası akıldır.3 Hukuk, mimari, sanatın kaynağı din olduğu gibi, tabiat ilimleri ve teknolojinin kaynağı da peygamberler ve Kur’ân’dır. Ve onlar da var güçleriyle ilme teşvik ederler. İslâmiyet, fenlerin/ilimlerin efendisi, mürşidi (doğru ilim yolunu göstereni), gerçek ilimlerin reisi, babasıdır.4
Bu noktayı, Washington ile California Üniversitesi’nden ve Amerikan Fizik Enstitüsü üyesi Prof. Irrel Chister Rex; “kâinatın oluşunu açıklayan ve ona hükmeden kanunları belirten modern teoriler, Allah fikrinin dışında bir düşünceyle ortaya konduğu zaman, son derece karmaşık ve girift bir karanlık çıkmaza girerler”5 şeklinde dikkate sunar.
* İlimlerin de şahı imân ilmidir. İmân ise, hakiki ilimlerin de esası, mâdeni, nûru/ışığı, rûhu, yani, mârifetullah/Allah’ı bilmektir. Allah’ı esmâsıyla bilebiliriz. Esması insanda ve kâinatta tecellî etmiştir. Esmâ yansımalarını okumak, tefekkür etmek, araştırmak da dua, ilim ve ibadettir.
* Bilim, teknoloji, felsefe, fen ilimleri vahiy ile bağlantılı olmalıdır. Aksi halde, fen ilimleri veya felsefe, münevver/aydınlatıcı bir ilim olamazlar. O halde, bildikleri şey, bir malûmat yığınıdır. Bu da cehâlettir. Cehâlet bilgisizlik değil; bilginin nurlanmamışlığıdır. En’âm Sûresinin 119, 140 ve 144. âyetlerinde, bilgileri olduğu halde; yalan uyduranlar, Allah’a iftira edenler, gerçeği kabul etmeyenler “bilgisiz, sapık, sapıtan ve zâlim” olarak vasıflandırılırlar.
İlim gözdür, vahiy ise güneştir. Vahiy olmaksızın ilim gerçekleri göremez, kavrayamaz. Zira, bir kitabın mânâsını, muhtevâsını değil; eni, boyu, sayfa sayısı, kalınlığı, rengi, yazı karakteri ve diğer fizikî özelliklerini görmek, bilmek, ilim değil, bilgidir. Yazılanlara, anlamına, müellifine, yazarının o kitabı yazmasının sebeplerine, muhtevasına bakıp anlamak, gerçek ilimdir.
Evet, insan son derece âciz ve zayıf bir varlıktır. Fiilen ve hâl dili olan duâyla ilim talep eder; Kâdıyü’l-hâcât (bütün isteklerin karşılayıcısı olan Allah), ya talebini aynen verir veya onun için hayırlısı ne ise, onu ve duâsını cevaplandırır. İnsanların; medeniyetin teknoloji harikaları dedikleri şeyler ve keşfiyat/buluşlarında iftihara sebep zannettikleri emirler/işler, mânevî bir duâ neticesidir. Hâlis bir istidadla (potansiyel yetenek) diliyle istenilmiş, onlara verilmiştir.16
* Her türlü gelişme, ekonomik kalkınma ilme bağlıdır.7 Bir hadîs-i şerîfte bu husus, “Dünyayı isteyen ilme sarılsın. Ahireti isteyen ilme sarılsın. Her ikisini isteyen yine ilme sarılsın” şeklinde açıklanır.
Dipnotlar:
1- Muhakemât. s. (eski) 34; 2- Mesnevî-i Nûriye, s. 167; 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 107; 4- Tarihçe-i Hayat, s. 140; 5- Yeni Asya/10.8.2001; 6- Mektûbât, s. 290; 7- Divan-ı Harb-i Örfî, 74
22.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|