Ehl-i din olarak, önemli ve öncelikle vazifemiz günahlardan kaçınmaktır şüphesiz. Yani her mü’min, dinî yaşantısında ilk önce günahlardan kaçınmayı prensip edinmeli, daha sonra sevap ve hasenatları kazanmanın çabasında olmalı. Bediüzzaman bu önemli kaideyi; “Def-i şer, celb-i nef’a racihtir” diyerek çok veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Her tarafımızdan bizi kuşatma altında tutan günahlardan sakınmak bu asırda elbette hiç de kolay değil. Fakat bir nevî menfî ibadet olarak adlandırılan günahlara girmeme hususundaki mü’minin bu gayret ve çabasının sonucunda kazanmış olduğu hasenatı ve sevabı düşündüğümüzde bunun hiç de küçümsenmeyecek bir ibadet olduğu kesin.
Malûmu ilâm kabilinden olan şu söylediklerimizden, sözü bu konuda benim dikkatimi çeken bir hususa getirmek istiyorum:
Bu asrın dehşetinden olmalı ki, manevî hayattan uzak bir yaşantının içinde bulunan insanların ötesinde bir çok ehl-i dinin dahi günahlara girmeme hususundaki hassasiyetleri maalesef zaafa uğramış durumda.
Dinî vecibelerini yerine getirmekte olan bir çok ehl-i dinin, haramlardan sakınmakta, günahlara girmemekte gerekli hassasiyeti göstermediklerini görüyoruz. Meselâ namazında, orucunda ve sair dinî vecibelerinde oldukça müttakî gibi görünen bir çok ehli-i dinin hiç çekinmeden faize bulaştıklarını veya alış verişte helâl-haram sınırını çiğnediklerini çokca görmekteyiz.
Bazı büyük günahlara karşı hassas olan bazı mü’minlerin, diğer bazı büyük günahlara karşı aynı titizliği ve hassasiyeti göstermedikleri de, ehl-i dinin diğer bir garabet hali olsa gerek. Meselâ mü’minlerin büyük çoğunluğu büyük günahlardan sayılan şirkten, katlden, içkiden sakınır. Ama bir çok ehl-i din kebîre (büyük günah) olduğu kesin olan ana babaya isyan, yalan, gıybet, dedikodu, harama bakmak gibi büyük günahlardan çekinmede gerekli dikkat ve hassasiyeti gösterebilme basiretini gösteremiyor maalesef.
Üzülerek ifade etmeye çalıştığım şu durumlar keşke gerçek dışı tesbitler olsaydı, keşke hiç değilse ehl-i dinin gündeminde olmasaydı şu tesbitlerim. Ama gelin görün ki toplumumuz, şu veya bu sebeplerden bu durumlara düştü veya düşürüldü. Dünyevîleştikçe dinden ve mânevî değerlerden her gün biraz daha uzaklaşan insanımızın büyük günahlara karşı hassasiyetleri zaafa uğradı ve artık bir çok mü’min dahi bu ciddî tehlikeyle iç içe bir hayatı yaşamaya alıştı.
Köşe başlarında dilenmek zorunda bırakılan, huzurevlerinin veya hastahane odalarının bir köşesinde inim inim inleyen gözü yaşlı anne babaların evlâtlarının vicdanları rahat olmalı ki bu durumu içlerine sindirebiliyorlar. Basit meselelerden dolayı anne babayı azarlayan, onlarla kırgın, dargın olmayı erkeklik sayan delikanlılarımız büyük bir kebîreyi işlediklerinin farkındalar mı acaba?
Ve yine başkalarına su-i zanda bulunmamayı ve arkalarından konuşmama duyarlılığını gösterebilen mü’minler elbette vardır. Velâkin tecrübe ve tesbitlerimin bana gösterdiği, bu noktada da ehl-i dinin durumu hiç de iç açıcı değil gibi.
Ve yine bu meyanda şakadan yalanın da yalan sayıldığını, ayrıca riya ve dalkavukluğu çağrıştıran söz ve davranışların da kesin yalandan sayıldığını hesaba kattığımızda kebîreden sayılan yalandan sakınan insanlarımızın oranının oldukça düşük olduğunu görüyoruz.
Bediüzzaman’ın “bedbaht asır, dehşetli asır, fitne asrı” gibi isimlerle vasıflandırdığı bu asrın, bu özelliklerinin bir sonucu olarak ehl-i din de payına düşeni almış olmalı ki, bizim açımızdan bu hiç de hoş olmayan sonucu doğurdu.
Saadeti, huzuru maddede arama garabetine giren mü’minler dünyevîleştikçe, manevî değerlerle olan mesafe açıldı ve bunun tabiî bir sonucu olarak yüce Yaratıcımıza karşı olan kulluk vazifemizde bir gevşeme oldu ve haramlardan sakınmalardaki hassasiyetlerimiz maalesef zaafa uğradı.
Yeniden kendimize gelmemiz temennisiyle…
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|