|
|
Mikail YAPRAK |
Medeniyet adına |
|
ÇEŞNİ
Mazlûmların üstüne yürüyorlar sürüyle...
Vahşette yarışıyor bir zalim öbürüyle...
Medeniyet namına işlenenlere bak ki,
İnsanlar “takas” olmuş hayvaniyet türüyle...
Kastamonu Lâhikası’nda, İkinci Dünya Savaşının zâlimlerinin suçları şöyle tesbit edilir:
“Bin mâsum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahvetmek; ve tabakat-ı beşer cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve sosyalistlerin ve bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek; ve binler, milyonlar mâsumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idâme ve sulhu reddetmektir.”
İşte böyle suçlar ve cürümler işleyen zalimlerin ahiretteki âkibetleri dehşetli cehennem azapları olmakla beraber, dünyada bile (zulüm cezasız kalmaz kaidesiyle) en dehşetli akibetlerle cezalarını çekmişlerdir.
“Adalet-i İlâhiye, İslâmiyete ihanet eden mimsiz medeniyete öyle bir azab-ı mânevî vermiş ki, bedevîliğin ve vahşîliğin derecesinden çok aşağıya düşürtmüş. Avrupa’nın ve İngiliz’in yüz sene ezvâk-ı medeniyesini (medeniyetin nefsanî zevklerini) ve terakkî (yükselme) ve tasallut ve hâkimiyetin lezzetlerini hiçe indiren mütemadî korku ve dehşet ve telâş ve buhran yağdıran bombaları başlarına musallat etmiş.” (A.g.e., 21)
Her iki dünya harplerinin insanlığa verdiği zararlar ve çektirdiği azaplar gün gibi ortada iken, hâlâ bazı zalim, müstebit ve şımarık kafaların bundan ders almayarak, çeşitli bahanelerle dünyayı ateşe verme çabaları ve barışa yanaşmamaları, acaba her iki dünya savaşlarından daha dehşetli akibetlere dâvetiye çıkarma mânâsına gelmiyor mu?
Bu medenî(!) devletlerin başlarında bulunanlar; üstünlük, hâkimiyet, ilişmek ve saldırmak çabalarından menhus bir lezzet almakla beraber, devamlı korku ve dehşet ve telâş ve buhran yağdıran bombaları başlarına musallat etmiyorlar mı?
(ABD Başkanı George Bush’un AB-ABD zirvesine katılmak üzere 20 Haziran gecesi Viyana’ya gelmesi esnasında da bomba alarmı, emniyet güçlerini harekete geçirmiş, halkı tedirgin etmişti.)
Batı’nın Kur’ân’la barışık olmayan “mim”siz medeniyeti, hâl-i hazırda menfî (olumsuz) esaslara binâ edilmiş. Maddî harikaları, teknolojiyi kendi çalışması ve gayreti olarak görüyor, şükretmiyor. Maddeperestlik fikriyle şirke düşüyor. Böylece kötülükleri iyiliklerine gâlip geliyor.
“Bu asrın acip bir hassasıdır (özelliğidir). Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne (cömertçe) affetmesi; ve bir tek haseneyi (iyiliği), binler seyyiatı (kötülüğü) işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibâdı (kul hakkını) mahveden adamdan görse, ona bir nevî taraftar çıkmasıdır.” (A.g.e., s. 24)
Böylece işlenen cürümlere ortak olunarak, ekseriyet teşkil etmesine ve umumî musibetlerin celbine ve devamına sebep olunur.
Allah muhafaza etsin.
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇİFTKAYA |
Ağaç gölgesindeki yolcular |
|
Bir hükümdar, havadar, suyu bol ve çok güzel bir yere bir şehir kurar. Kanallar açar, ağaçlar diker, sonra halkına:
“Bu şehre doğru yarışın, önce varanlara en güzel köşkler verilecek. Her kim geri kalırsa bu köşklerden ve nimetlerden mahrum kalacaklar” der.
Sonra, hükümdar insanlar için bir yarış meydana yapar. Meydana uzun gölgeli, altlarından sular akan büyük ağaçlar diker. Bu ağaçlarda her çeşit meyveler ve dallarında çok güzel öten kuşlar vardır.
Sonra hükümdar insanlara bir elçisiyle şu haberi verir:
“Ey halkım! Bu ağaçlara ve gölgelerine aldanmayın. Bu ağaçlar yakında köklerinden sökülecek, gölgeleri gidecek, meyveleri kalmayacak, kuşları ölecektir. Sizin için kurduğum şehrin ise ne ağaçları kurur, ne gölgeleri kaybolur. Orada her şey, bütün nimetler devamlıdır ve sonsuza kadar bitmez. O şehirde hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın hatırından geçmeyen nimetler vardır” der.
İnsanlar bu şehri işitince onu aramaya çıkarlar. Yorgunluğun, sıcaklığın ve susuzluğun etkisi altına girdikleri bir sırada, yollarında bu gelip geçici ağaçlarla karşılaşırlar. O ağaçların altına inip gölgeleriyle gölgelenirler; tatlı meyvelerini yerler; kuşların nağmelerini dinlerler. Onlara:
Siz bu ağaçların altına dinlenmeniz ve hayvanlarınızı yarışmaya hazırlamanız için geldiniz. Hayvanlarınıza binmek için hazırlanın ve hazırlıklı bulunun. Boru ötünce yarışma için toplanılacak yere ulaşırsınız” denilir. Onlardan çoğu bu emre uymaz ve şöyle der:
“Biz bu koyu gölgeleri, bu tatlı suları, bu olgun meyveleri ve bu rahatlığı nasıl bırakırız? Bu sıcakta, bu yorgunlukla, bu uzak yolculuğa nasıl çıkarız? İnsanın içini dışına çıkaran bu tozlu ve susuz çölleri nasıl geçebiliriz? Biz peşin para ile uzun vadeli ve görmediğimiz bir malı nasıl satın alabiliriz? Gördüğümüz bir şeyi görmediğimiz bir şey için nasıl bırakabiliriz? Eldeki peşin bir kuruş, yarından sonra vaad edilen milyonlardan daha iyidir. Gördüğün şeyi al, duyduğun şeyi bırak! Biz bugünün çocuklarıyız. Bu hazır ve görülen haldir; bu hali uzak bir beldedeki görünmeyen bir hal için nasıl terk edebiliriz? Hem o beldeye ne zaman ulaşacağımızı da bilmiyoruz.”
Çok az kişi ise kalkıp hazırlanır ve şöyle derler:
“Vallahi bizim bu yerimiz, sökülmesi yakın olan bir ağacın altındaki yok olacak bir gölgedir. Ağacın meyveleri kalmayacak ve kuşları ölecektir. Devamlı bir gölgeyi ve ebedî mutlu bir hayatı isteriz. Ve madem sultan bunu vaad etmiştir, elbette onu verecektir. Bir ağacın gölgesinde dinlenen yolcunun oraya çadır kurup sıcağın ve soğuğun eziyet vermesinden korktuğu için orayı yurt edinmesi yakışmaz. Bir ağacın altını ancak akılsızların en akılsızı yurt edinir. O halde haydi yarışa! Acele edelim!”
Bu az sayıdaki kişiler sonra şunları da söylerler:
“Bu âlemdeki ölümün hükmü geçerlidir. Bu dünya devamlı kalınabilecek bir yurt değildir. Hazırlığımızı çabuk yapalım, çünkü ömürlerimiz yolculuklardan bir yolculuktur. Yarış atlarımızı koşturalım ve acele edelim. Zira onlar geri alınacak emanetlerdir. Geçici bir gölgenin altında oturup kalmayalım, çünkü bizler bu dünyada bir yolculuktayız. Her kim bu dünyada güzel yaşamak isterse, umudunu çöküp gidecek bir yere bağlamış olur. En güzel yaşayış bu âlemden ayrıldıktan sonra müsabakaya katılanların o pek şerefli yurdundadır.”
Sonra da yarışma için toplanılan yere giderler. Arkadaşlarının az olmasından korkmazlar. Oraya giderken hiç kimsenin kınamasından çekinmezler.
Onlar yarış meydanına giderken, geri kalanlar ağaç gölgesinde uyuyakalırlar. Ama çok geçmeden, ağacın dalları solar, yaprakları dökülür, meyveleri tükenir, suyu çekilir ve sonra ağaçlar kökünden sökülür.
Ağaçların altında kalanlar yakıcı ve kavurucu rüzgârın etkisi altında şaşkın şaşkın dolaşırlar. Ağaçların gölgesindeki yerleri ellerinden alındığı için üzülerek feryat ederler. Ağaçların bakıcısı sökülen ağaçları yakar. Ağaçlar ve etrafındaki bitkiler alev saçan bir ateş olur. Ateş ağacın altında bulunanları da kuşatır. Onlardan hiçbirisi ateşten kurtulamaz. Ateşin içinde kalanlar:
“Bizimle birlikte ağaçların altında gölgelenip sonra bizi bırakıp gidenler nerede kaldılar?” derler. Onlara:
“Başınızı kaldırın, onların makamlarını görürsünüz” denilir.
Başlarını kaldırdıklarında onları hükümdarın köşklerinde çeşitli nimetler içinde dinlenirken görürler. Onlarla beraber olmadıkları için acı ve üzüntüleri kat kat artar. O sırada kendileriyle arzu ettikleri arasına perde çekilir, acı ve elemleri daha da artar.
(Rahmet Öyküleri; İbn Kayyım el-Cevziyye’den)
www.muratciftkaya.com
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Çocukken büyümek |
|
Köyde bir çocuk...
Kimsesi yok. Küçük yaşta çobanlık yapıyor. Köyde şefkatli bir kadın var. Yaşlı ve bilge.
Bilge kadın bir gün çocuğa:
“Sen köyden çıkmalısın!”
Çocuk sorar:
“Nasıl?”
Bilge kadın der ki;
“Bir yaşlı adam var. Ona ulaşmalısın.”
Çocuk:
“Ne yapmam lâzım?
Bilge kadın:
Köy çıkışındaki ana yoldan gideceksin. Yolun çatallaştığı yerde, sürekli olanı tercih edeceksin. Önüne gelen ilk dereyi geçmek için, geçiş kolaylığı ve kısalığı olan noktadan geçeceksin.
Karşına çıkan dağın eteklerinde dinlenebilirsin, zirveyi hayal et, ancak dağ yolundan geçip, dağı aşmaya çalış.
Göreceksin ki, büyük bir orman var önünde. Ormanda yürü ve seni beklediğini düşündüğün ve görmek istediğin yaşlı adamla buluşma yolculuğunun güzel bir anını yaşayacaksın.
***
Gerçekten de ormanda korku uyandıran bir sesle geriye döndüğünde, parçalayıcı aslanın yakınlaştığını gördü.
Uzaklaşma hamlesiyle kaçtı ve sesten uzaklaştıkça, tedirgin ancak yavaşlayan bir koşma hızı ile ormanın orta yerinde bir boşluğa attı kendisini.
Gördüğü yaşlı adam sordu:
“Adın ne?
“Adım küçük çocuk” dedi, çünkü adını böyle biliyordu.
Çocuk birden heyecanlandı ve korkar gibi oldu
Yaşlı adam:
“Niçin buradasın?”
Çocuk:
“Öğrenmek için.!
Yaşlı adam:
“Hizmet edebilmem için bilmem lâzım.
Çocuk, korkmaya başladı. Yaşlı adamın yüzüne dikkat kesildi ve safça bir merakla;
“Öğrenmek ve eğitim için ne yapmam lâzım?” diye sordu.
Yaşlı adam, çocuğu süzdü, şefkatle yaklaştı, derince bir nefes aldı ve gülümseyerek;
“Öğrenmek ve eğitim için dört şey gerekir:
1. Niyetin saflığı
2. İsteğin odağında kalmak
3. Bilinç düzeyi
4. Karakterin kalitesi.”
Yaşlı adamın bu sözleri çocuğu düşünmeye itti. Kendini sorgulamaya ve niyeti ile konuşmaya başladı. Saflığını bulmaya uğraştı.
İsteğinin en çok ne istediğini düşünmeye başladı, isteğinin odağına yöneldi.
Bilinç düzeyinin bu yolculuktaki ilgisini ve algılamasını zihninden geçirmeye çalıştı.
Kişilik ve karakterinin bu sürece uygunluğunu ve kalitesinin hedeflediği sonuçları canlandırmaya çalıştı.
Kendini toparlayıp saygılı bir kabulle; yaşlı adama:
-Söylediklerinizi anlama sürecindeyim. Anlıyorum ki ben bu söylediklerinizi gerçekleştirme kapasitesine sahibim.
Yaşlı adamın bir şeyler söyleneceği beklenirken aniden kayboldu.
Çocuk aydınlık bir anı fark etti. Uzaktan yankılanan ses:
-Devam et...
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ölümden sonra |
|
Mü’min iyiliklerin, güzelliklerin adamıdır. Mutludur; gönlü rahattır, huzurla doludur. Dünyası da Cennettir, kabri de, ahireti de Cennettir onun. İmanının kuvveti ölçüsünde bu mutluluğu bütün zerreleriyle yaşar.
Kâfir ve münafığın ise dünyası da, kabri de, ahireti de Cehennemdir.
“Allah, îmân edenlere, dünya hayatında da, âhirette de, o sâbit sözlerinde, daima sebât ihsan eder. Allah zalimleri [kâfirleri] ise şaşırtır. Allah ne dilerse yapar” meâlindeki âyette Allah’ın sebat ihsan ettiği kimse mü’mindir.
Âyette geçen “sâbit söz”den maksat ise kelime-i Tevhiddir. Mü’min dünyadayken kalbine nakşedip kökleştirdiği, diline yansıtıp söyleyegeldiği bu kelimeyi kabirde de, âhirette de tekrarlamakta zorlanmaz.
Bu âyet-i kerimeyi okuyan Kâinatın Efendisi (a.s.m.), âyetin kabir azabı hakkında indiğini bildirmiştir. Kabirde mü’min kula, “Rabbin kimdir?” diye sorulacak, o da “Rabbim Allah’tır. Dinim de Muhammed’in (a.s.m.) dinidir” diyecektir. “İşte ‘Allah, Kendisine îmân edenleri dünya ve âhiret hayatında sâbit bir söz üzere tesbit eder’ âyeti bu demektir” buyuruyor Allah Resûlü (a.s.m.).
Kabir bir istasyon, sonsuzluk yolculuğunun ilk durağıdır. Bu durakta Münker Nekir isimli iki dost karşılar bizi. Sorular sorarlar: “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne? Kıblen neresi?” gibi. Münâfık veya kâfir, bu sorulara şaşkınlık içerisinde kalıp dilleri tutulurken mü’min dili sürçmeden, hiç sarsılmadan kolayca cevap verir. Çünkü ruhu, kalbi bu hakikatlerle dop doludur. Kalbine yerleşmiş, bütün zerratında meyve verir hâle gelmiştir.
Artık dünya imtihan salonu kapanmış, iyi ve kötü tüm yapılanların karşılıkları, ilk meyveleri toplanmaya başlanmıştır. Allah’ın dünya teşhir salonunda bin bir hikmetle sergilediği hayat tablolarının anlamsız olmadığı, sonuçları alınmaya başlandıkça daha iyi anlaşılacaktır.
Dünyanın olduğu gibi, kabrin de nimet ve azapları vardır, herbirinin muhatapları vardır. Allah ikrama, ihsana lâyık olanlara ikram ve ihsanlarını yapacak, cezaya müstehak hâle gelenleri de suçları ölçüsünde cezalandıracaktır.
Kâinatın Efendisinin Allah’a sığındığı azaplardan biri de kabir azabıdır. “Allah’ın kabir azabından Sana sığınırım” diye ondan sığınma duâsını öğretmiş, onun dehşetine karşı tedbir almamızı önermiştir.
İşte şuurlu, dininin gereklerini yerine getiren, kabre karşı gerekli tedbirleri olan mü’min azaba değil, nimete muhatap insandır.
Acaba mü’min kabirde nasıl karşılanır, dersiniz?
İsterseniz bunu bir sonraki yazımızda anlatalım.
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Günahlar ciddiye alınmalı |
|
Ehl-i din olarak, önemli ve öncelikle vazifemiz günahlardan kaçınmaktır şüphesiz. Yani her mü’min, dinî yaşantısında ilk önce günahlardan kaçınmayı prensip edinmeli, daha sonra sevap ve hasenatları kazanmanın çabasında olmalı. Bediüzzaman bu önemli kaideyi; “Def-i şer, celb-i nef’a racihtir” diyerek çok veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Her tarafımızdan bizi kuşatma altında tutan günahlardan sakınmak bu asırda elbette hiç de kolay değil. Fakat bir nevî menfî ibadet olarak adlandırılan günahlara girmeme hususundaki mü’minin bu gayret ve çabasının sonucunda kazanmış olduğu hasenatı ve sevabı düşündüğümüzde bunun hiç de küçümsenmeyecek bir ibadet olduğu kesin.
Malûmu ilâm kabilinden olan şu söylediklerimizden, sözü bu konuda benim dikkatimi çeken bir hususa getirmek istiyorum:
Bu asrın dehşetinden olmalı ki, manevî hayattan uzak bir yaşantının içinde bulunan insanların ötesinde bir çok ehl-i dinin dahi günahlara girmeme hususundaki hassasiyetleri maalesef zaafa uğramış durumda.
Dinî vecibelerini yerine getirmekte olan bir çok ehl-i dinin, haramlardan sakınmakta, günahlara girmemekte gerekli hassasiyeti göstermediklerini görüyoruz. Meselâ namazında, orucunda ve sair dinî vecibelerinde oldukça müttakî gibi görünen bir çok ehli-i dinin hiç çekinmeden faize bulaştıklarını veya alış verişte helâl-haram sınırını çiğnediklerini çokca görmekteyiz.
Bazı büyük günahlara karşı hassas olan bazı mü’minlerin, diğer bazı büyük günahlara karşı aynı titizliği ve hassasiyeti göstermedikleri de, ehl-i dinin diğer bir garabet hali olsa gerek. Meselâ mü’minlerin büyük çoğunluğu büyük günahlardan sayılan şirkten, katlden, içkiden sakınır. Ama bir çok ehl-i din kebîre (büyük günah) olduğu kesin olan ana babaya isyan, yalan, gıybet, dedikodu, harama bakmak gibi büyük günahlardan çekinmede gerekli dikkat ve hassasiyeti gösterebilme basiretini gösteremiyor maalesef.
Üzülerek ifade etmeye çalıştığım şu durumlar keşke gerçek dışı tesbitler olsaydı, keşke hiç değilse ehl-i dinin gündeminde olmasaydı şu tesbitlerim. Ama gelin görün ki toplumumuz, şu veya bu sebeplerden bu durumlara düştü veya düşürüldü. Dünyevîleştikçe dinden ve mânevî değerlerden her gün biraz daha uzaklaşan insanımızın büyük günahlara karşı hassasiyetleri zaafa uğradı ve artık bir çok mü’min dahi bu ciddî tehlikeyle iç içe bir hayatı yaşamaya alıştı.
Köşe başlarında dilenmek zorunda bırakılan, huzurevlerinin veya hastahane odalarının bir köşesinde inim inim inleyen gözü yaşlı anne babaların evlâtlarının vicdanları rahat olmalı ki bu durumu içlerine sindirebiliyorlar. Basit meselelerden dolayı anne babayı azarlayan, onlarla kırgın, dargın olmayı erkeklik sayan delikanlılarımız büyük bir kebîreyi işlediklerinin farkındalar mı acaba?
Ve yine başkalarına su-i zanda bulunmamayı ve arkalarından konuşmama duyarlılığını gösterebilen mü’minler elbette vardır. Velâkin tecrübe ve tesbitlerimin bana gösterdiği, bu noktada da ehl-i dinin durumu hiç de iç açıcı değil gibi.
Ve yine bu meyanda şakadan yalanın da yalan sayıldığını, ayrıca riya ve dalkavukluğu çağrıştıran söz ve davranışların da kesin yalandan sayıldığını hesaba kattığımızda kebîreden sayılan yalandan sakınan insanlarımızın oranının oldukça düşük olduğunu görüyoruz.
Bediüzzaman’ın “bedbaht asır, dehşetli asır, fitne asrı” gibi isimlerle vasıflandırdığı bu asrın, bu özelliklerinin bir sonucu olarak ehl-i din de payına düşeni almış olmalı ki, bizim açımızdan bu hiç de hoş olmayan sonucu doğurdu.
Saadeti, huzuru maddede arama garabetine giren mü’minler dünyevîleştikçe, manevî değerlerle olan mesafe açıldı ve bunun tabiî bir sonucu olarak yüce Yaratıcımıza karşı olan kulluk vazifemizde bir gevşeme oldu ve haramlardan sakınmalardaki hassasiyetlerimiz maalesef zaafa uğradı.
Yeniden kendimize gelmemiz temennisiyle…
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ateşin yakmaz hali |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Ateş yakıcı değil midir? Hazret-i İbrahim’in (as) ateşte yanmaması gerçek midir? Yoksa mecâzî midir?”
Kur’ân-ı Kerim gerçekleri bildirir. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın Nemrut ve adamları tarafından ateşe atılması ve Allah’ın ateşe olan emri Kur’ân-ı Hâkim’in bildirdiği haberlerdendir. Nemrut düşmanlık yapmış; Cenâb-ı Hak da “Halil”ini korumuştur.
Hazret-i İbrahim (as), Nemrut ve adamları karşısında dimdik bir duruş sergilemişti. Onlara, yapa yalnız olmasına rağmen, inandığı doğruları apaçık, dosdoğru, eğip bükmeden, kırılıp dökülmeden söyledi. Ama onlar yola gelecek cinsten değillerdi. Gözlerini zulüm ve ölüm bürümüştü. Hazret-i İbrahim’e (as) tahammülleri kalmamıştı. Vücudunu ateşte yakarak ortadan kaldırmaya karar verdiler. Büyük bir hazırlığa giriştiler. Bir ay boyunca odun topladılar, dağ gibi yığdılar. Ateşi gören hâkim bir noktaya da mancınık kurdular.
Bu esnada melekler, “Ya Rabbi, Senin dostun ateşe atılıyor! Bize izin ver yardım edelim!” diye yalvarıyorlardı. Hazret-i İbrahim (as) ise, yalnızca Allah’a güveniyor, “Hasbünallâhi ve ni’me’l-vekil” (Bize Allah yeter! O ne güzel vekil’dir!) diyordu.
Ateşler yakıldı ve Hazret-i İbrahim (as) ateşe bırakılıverdi.
Oysa ateş, Allah’ın, “Ey ateş! İbrahim üzerine soğuk ve selâmetli ol!”1 emrine muhatap olmuş; sinesini bir ana kucağı gibi açmış ve Hazret-i İbrahim’in (as) kucağına inişini bekliyordu. Hazret-i İbrahim (as) ateşin kucağına indiğinde ise ateş artık serin ve selâmetli bir hal almış bulunuyordu. Ateş Hazret-i İbrahim’i yakmadı.
Ateş, duyarlıydı; Allah’ın emrini kaşla göz arasında derhal algılamış ve boyun eğmişti. Ateş Allah’a itaatkârdı. Ateş, bu, tabiatına aykırı fiiliyle, emirle hareket ettiğini bütün dünyaya göstermişti. Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, ateşin bu halini üç latif işaretle tefsir eder:
Birincisi: Tabiata bağlı diğer maddeler ve sebepler gibi, ateş de kendi keyfiyle değil; emir altında hareket ediyor ki, ona “Yakma!” diye emrediliyor, o da yakmıyor. Emre boyun eğiyor.
İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, “bürudetiyle”, yani “soğukluğuyla” yakıyor. Cenâb-ı Hak sıcaklığı ile yakan ateşe “kûnî berden”, yani “soğuk ol!” diye emrediyor. Fakat hemen ardından, soğukluğu ile yakan ateşe de “selâmen” diye emrediyor ki, soğukluk da yakıcı bir tesir göstermesin ve ateş hem sıcak özelliğinden, hem soğuk niteliğinden arınsın ve “selâmetli” olsun. Öyle ki tefsirlere göre, “selâmen” emri olmasaydı ateş soğukluğu ile yakacaktı.
Ateşin “soğukluk” mertebesi hem ateştir, hem “berddir”, yani soğuktur. Ateşin “nâr-ı beyzâ” (beyaz ateş) denilen bu derecesi, sıcaklığı etrafına yaymıyor; etrafındaki sıcaklığı kendisine çekiyor, yani sıcaklığı emiyor. Meselâ, suyu donduran şey, işte böyle soğuk ateştir; suyu soğukluğu ile yakıp donduruyor. Yine meselâ kıştaki “zemherîr” , soğukluğu ile yakan bir ateş nevidir. Ateşin bütün derecelerine sahip olan Cehennem içinde de, “zemherîr” derecesi vardır.
Üçüncüsü: Nasıl ki Cehennem ateşine karşı “eman” ve kurtuluş verecek “îmân” gibi bir mânevî madde ve “İslâmiyet” gibi bir zırh var ise, dünyevî ateşten de kurtaracak bir maddî madde vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak Hakîm’dir, bu dünya ise hikmet yurdudur. Nitekim ateşin, Hazret-i İbrahim’in (as) ne cismini, ne gömleğini yakmayışı, bize bir kapı açıyor. Bu haberin işâretiyle bu âyet insanlara mânen diyor ki: “Ey İbrâhim Milleti! Siz de İbrahim gibi olunuz. Tâ ki, gömlekleriniz ateşe karşı hem dünyada, hem âhirette bir zırh olsun. Ruhunuzdaki iman, Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi; dünya ateşine karşı da zırh olabilecek bir madde yeraltında vardır. Cenâb-ı Hak sizin için hazırlamıştır. Arayınız, çıkarınız ve giyiniz.”
İşte, insanlığın şu son asırda keşfettiği ateşe dayanıklı “amyant gömlekler” bu âyetin işaretinden bir sır taşıyor. İnsanlık, Kur’ân’ın işaret ettiği gibi, ateşe dayanıklı gömleği dünyada bulmuş ve giymiştir. İnsanlığın dünyevî basiretini kucaklayan Kur’ân istiyor ki, insanoğlu aynı basiretle Cehennem ateşine dayanıklı olan “iman elbisesini” de elde etsin ve kendisini âhiret ateşinden de uzak tutsun.2
Bedîüzzaman Hazretleri, yazın şiddetli sıcağında nazik bitki yapraklarının havada aylarca esenlik içinde kalmasını ve yanmaktan korunmasını da bu âyetle irtibatlandırır. Nazlı ve ince yaprakların, ateş saçan hararete ve kavurucu sıcaklara karşı, İbrahim Aleyhisselâm’ın birer azası gibi “Yâ nâru kûnî berden ve selâmâ” yani (Ey Ateş, serin ve selâmetli ol!) âyetini okuduklarını, bu İlâhî emrin tasarrufuyla güneşin yakıcı hararetinden korunduklarını beyan eder.3
Dipnotlar:
1- Enbiyâ Sûresi, 21/69
2- Sözler, s.237
3- Sözler, s. 13
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
“Ak” siyaset |
|
Mesut Yılmaz "ak"landı.
İlk beyanatı:
"Siyasete girebilirim!"
Sakın, "Ak" partiye girmesin!
SOL HAREKET
Solda yenilenme, bütünleşme ve kitleselleşmeyi sağlayabilmek için yeni bir "hareket" başlayacakmış.
Yani birleşmek için "bölünecek"ler.
Solun kaderi bu.
Slogana bakar mısınız:
'Temiz siyasete evet'
Sol, siyaseti öyle kirletti ki, "temiz siyaset mi bıraktı?
MÜDAHALE
Merkez Bankası dolara ikinci kez "müdahale" etti.
Yetmez.
"Darbe" yapmalı.
Öyle ya, doların ateşini bir türlü düşüremedi.
Baksanıza, Merkez Bankası döviz artışını durduramıyor.
Sahi, Soros'un ne işi var Türkiye'de?
Soros'un "akıl verme"sinde bir iş var, ama ne?
YANLIŞ OLAN
ÖSYM açıkladı:
ÖSS'deki soruların hiçbiri yanlış değil.
Yanlış olan nedir?
ÖSS ve YÖK'ün ta kendisi!
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
‘Mevlâ görelim neyler...’ |
|
Zamanı yaşamak kolay, anlamak zordur.
Anlayıp mânâsına uygun yaşamaksa müşküldür.
Ama zamanı aşmak ancak o zaman mümkündür.
Her canlı hilkati iktizasınca kendine bahşedilen hayatı yaşar. Bitkiler toprağa tohum bırakıp hayvanlar yavrulayarak şahsının olmasa bile neslinin zamanı aşmasını sağlamaya çalışırlar.
Onların yaptığı bu hareket iradî değil sevk-i İlâhîdir.
Kendi iradesiyle zamanı aşmaya meyyal tek varlık insandır. Onun için her insan kendince bir şeyler yaparak zamanı aşmaya çalışır ama bunu pek azı başarabilir. Onların da ancak binde biri başkalarının zamanı aşmalarına zemin ihzar eder.
O ‘binde bir’in içine giren ve ‘ender’ addedilen bazı şahsiyetlerse bu hakikati eserlerinde yazmakla iktifa etmezler. Bir hamle daha yaparlar ve söylediklerini yaşayarak örnek olmaya çalışırlar.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de onlardan biridir.
***
“Geçmişle geri kalma / Müstakbele hem dalma / Hâl ile dahi olma .... ”
Zamanı aşmanın yollarını işte bu şekilde ifade etmiş İbrahim Hakkı.
İnsanların, hayatın en önemli safhaları olan ve bütün zamanı ihata eden geçmiş, hâl ve istikbal karşısında ne yapıp nasıl hareket etmeleri gerektiğini hatırlattıktan sonra tevekkül ve teslimiyet içine girmelerini tavsiye etmiş.
Üstelik bu nasihati önce yaşamış, sonra söylemiş.
Mısralarda muhatabı sair insanlar gibi görünse de o önce kendi nefsine hitap etmiş. Söylediklerinin doğruluğunu, yaşadığı bazı hadiselerle teyit ettikten sonra da hitabını umumîleştirmiş.
Gerçi 18 Mayıs 1703 tarihinde Erzurum’un Hasankale kasabasında dünyaya geldiğinde bunu müdrik değilmiş elbette. Ama babası Osman Efendi ve annesi Şerife Hanife Hanımın hayat hâlleri o mânâları da muhtevî olduğundan, bu haslet onlardan oğulları İbrahim Hakkı’ya tevarüs etmiş.
Böylece hayatı idrak edip hadiseleri iradesiyle yaşamaya başladığında gördüğü aile terbiyesinin de tesiriyle harekete geçmiş. Babası uzun bir seyahate çıktığı için annesinin teşviki ve amcalarının yardımıyla tahsile başlamış.
Aslında ‘Mübarek mekândır, İrem’den nişandır, riyâz-ı cinandır’ dediği Hasankale’yi çok seviyormuş. Aldığı terbiye ve gördüğü eğitim onun orada huzur içinde yaşaması için yeterliymiş.
Fakat o mevcut hâl ile iktifa etmek istemediğinden başka yerlere gidip büyük medreselerde okumak, derin âlimlerden ders alarak ruhunu saran öğrenme iştiyakını bir nebze de olsa tatmin etmek istiyormuş.
Bunun için Hasankale’den ayrılmasının gerektiğini biliyormuş. Geçmiş olarak addedilen değerlerinden ve doğup büyüdüğü yerlerden büsbütün kopmak istemese de ilk fırsatta oralara giderek kendisini yetiştirmeyi arzu ediyormuş.
Annesine maksadını anlatıp izin istediği takdirde vereceğinden eminmiş. Hatta çok memnun olacağını da hissediyormuş. Lâkin kendisi gidince onun yalnız kalacağını ve üzüleceğini düşünerek niyetini ona söyleyememiş. Her hadise karşısında yaptığı gibi bu meselede de tevekkül ve teslimiyet içine girerek hayatının akışını Allah’ın takdirine bırakmış.
Bir süre sonra annesi hastalanmış, çok geçmeden de ölmüş. Amcası Şeyh Ali kendisine çok iyi bakmasına rağmen orada kaldıkça ilim iştiyakının söneceğinden korkan İbrahim Hakkı, ona başka yerlere gidip ilmini irfanını geliştirmek istediğini söylemiş.
Onun eğitimi ile fiilen ilgilendiği ve ilim öğrenme iştiyakına vâkıf olduğu için bu kararını makul karşılayan amcası da İbrahim Hakkı’yı Tillo’ya götürmüş ve babası Derviş Osman Efendiye teslim etmiş.
Tillo, o günün şartlarında pek çok medresesi, tekkesi ve zaviyesiyle halkı tenvir eden büyük bir ilim, irfan merkezi imiş. Bilhassa bu müesseselerin pek çoğu birbiriyle kaynaşarak müşterek hareket ettiğinden herkes her gelenle ilgilenirmiş.
Bu haslete babasının yıllardır orada olması da eklenince İbrahim Hakkı’ya tekke ve zaviye müdavimlerinin yanı sıra pek çoğu aynı zamanda şeyh sıfatı da taşıyan müderrisler de ilgi göstermişler.
Fakat o “İlk görüşümde Allah’ın himmeti, o azizin yüzü bana babamdan daha güleç ve tanış gelmişti. Hemen o anda gönlüm ona sevgiyle dolmuştu ve aklım erdiği kadar onun nurlu yüzüne, huyuna, kemâline hayran kalmıştım” şeklinde ifade ettiği gibi İsmail Fakirullah’ın hâl ve hareketlerine hayran kalmış.
Bu ilk karşılaşma esnasında onun mütecessis nazarı ve müstait fıtratı da şeyhin dikkatini çekmiş olmalı ki onu kendi himayesine almış ve hem tasavvuf talimi yapmasını, hem de medrese eğitimi almasını sağlamış.
İbrahim Hakkı’nın öğrenme iştiyakı, böyle münbit bir zemin, mahir hocalar bulunca hızla inkişaf etmiş ve din, tasavvuf, terbiye hikmet sahalarının yanı sıra dilde, san’atta, edebiyatta, içtimaiyatta kendisini yetiştirmiş.
Bilhassa tasavvuf yolunda, astronomi ilminde, edebiyat sahasında çeşitli eserler vererek öğrendiklerini hayatına aksettirmesi ve başkalarına anlatma gayreti içine girmesi, çevresinde hızla temayüz etmesini sağlamış.
Arkadaşları ile her yönden çok iyi anlaştığı hâlde onların oyunlarına, yarışlarına fazla katılmayan ve zamanının çoğunu çalışarak geçiren İbrahim Hakkı, sık sık ahâlinin arasına karışarak onlarla hemhâl olmayı da ihmal etmemiş.
Bu sayede insanların çoğunun; cehalet, yoksulluk gibi sıkıntıların yanında bazı kişilik problemleri yaşadığını, bunları telâfi edecek bir zemin olmadığı için de aile huzurunun, cemiyet düzeninin bozulmaya başladığını müşahede etmiş.
Bunun üzerine içtimaiyat, sosyoloji, psikoloji, pedagoji gibi sahalarda da kendisini yetiştirerek insanları, içine düştükleri ferdî, ailevî ve içtimaî bunalımlardan kurtarma çabası içine girmiş.
İsmail Fakirullah’ın kendisine mürşidlik vasfı verdikten sonra mesuliyetinin arttığını hissederek daha çok çalışmaya başlamış. 1734 yılında şeyhinin ölümü üzerine yerine geçince de irşad faaliyetlerini hızlandırmış.
Hocasının oğlu Abdulkadir de irşad vazifesinde kendisine yardım ettiği için ilmî çalışmalarına devam eden İbrahim Hakkı, hem büyük âlimlerle tanışmak, hem de kütüphânelerinden faydalanmak maksadıyla İstanbul’a gitmiş.
Pek çok ilmî ve içtimaî sahada eser verdiği için namı şahsından çok daha önce Dersaadete geldiğinden, başta tasavvuf ehli, san’at, edebiyat erbabı ve medrese mensupları olmak üzere cemiyetin her kesiminden itibar görmüş.
Bu arada şeyhine duyduğu sevginin de tesiri ile Sultan Birinci Mahmud tarafından saraya dâvet edilmiş, edebiyat ve şiir sohbetlerine katılmış. Padişahın hususî izni ile saray kütüphanesinden istifade etmiş.
Bilhassa astronomi çalışmaları saray erkânı ve medrese çevrelerinde takdirle karşılanan İbrahim Hakkı, çalışmalarını geliştirmesi için İstanbul’da kalması teklif edilmesine ve kendisine pek çok imkânlar sunulup makamlar teklif edilmesine rağmen Anadolu’ya dönmeye karar vermiş.
Onun kararını takdirle karşılayan Sultan Mahmud, orada ders okutup kendisi gibi âlim, edip, fâzıl insanlar yetiştirmesi için onu Erzurum’daki Abdurrahman Gazi Zaviyesine şeyh olarak tayin etmiş.
İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Erzurum’a gelip bu işe başlayan İbrahim Hakkı, kendine göre sistemini oturttuktan sonra Tillo’ya gidip şeyhinin mezarını ziyaret etmiş. Onun türbesini yaptırırken, ‘Yeni yılda doğan ilk güneş ışıkları hocamın türbesini aydınlatmazsa ben o güneşi neyleyeyim’ diyerek dört kilometre uzaktaki tepe ile türbedeki kule arasına yerleştirdiği mercekler sayesinde gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart sabahı güneş ışıklarının şeyhin mezarına aksetmesini sağlayarak şeyhine saygısını göstermiş.
Tillo’da kaldığı zaman içinde oradaki müderrisler, şeyhler ve diğer ilim, irfan ehli insanlarla görüşerek İstanbul’da öğrendiği bilgileri ve kazandığı tecrübeleri onlarla paylaşmış.
Onun en büyük hedeflerinden birisi de pek çok ilim, hikmet ve yaşayış hakkındaki müktesebâtını kullanarak, değişik meseleleri işleyen geniş hacimli ansiklopedik bir eser yazmak olduğundan, seyahat ve ziyaretleri sırasında onun hazırlıklarını da yapmış.
Böyle bir çalışmanın ancak sakin ve güzel bir yerde yapılması gerektiğini düşündüğünden hazırladığı malzemelerini yanına almış, Hasankale’ye çekilmiş ve Marifetnâme adlı eserini yazmaya başlamış.
Hayatında yaşadığı zamanı aşma hamlelerini bu çalışması sırasında eserine de aksettirmiş. O zamanın muteber teamüllerini aşarak psikolojiden astronomiye, insanın ve kâinatın yaratılış hikmetlerinden, beden ve ruh aralarındaki insicama, aile içi ilişkilerden talebe, hoca münasebetlerine varıncaya kadar fert ve cemiyet hayatını ilgilendiren hemen her konuda tesirli çareler ihtiva eden mükemmel bir eser vücuda getirmiş.
Birkaç sefer gittiği Hac sırasında ve Mısır’a yapmış olduğu seyahatlerde yanında bu eserini de götürerek tanıttığı için zamanında bütün İslâm âleminden ve Batı dünyasından rağbet görmüş.
22 Haziran 1780 tarihinde Tillo’da vefat etmiş ve vasiyeti mucibince şeyhi için yaptırdığı türbede, onun ayak ucuna gelecek şekilde defnedilmiş.
***
“Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler”
Erzurumlu İbrahim Hakkı, işte bu beyitle aşmış zamanı.
Tefviznâme’sinin, yani Allah’a tevekkül etme ve her işini O’na güvenerek yapma itikadını işlediği, otuz bir beşlikten müteşekkil manzumesinin nakaratı bu beyit.
Marifetnâme müellifi, bazıları Arapça’ya, Farsça’ya, Batı dillerine de çevrilip medreselerde okutulan altmışa yakın eser vermesine ve dinde içtihat, ilimde icat yapmasına rağmen, günümüzde insanların ekserisi tarafından, tevekkül ve teslimiyeti telkin eden bu veciz beyitle biliniyor.
Her gün pek çok insan tarafından hatırlanıp tekrarlanan bu bercesteye bazı âlim, edip, mürşid ve mütefekkirin eserlerinde atıfta bulunması, şairin zamanı aşmasına vesile olmuş, hâlâ da olmakta.
Nitekim Bediüzzaman Said Nursî de hadiseler karşısında insanları tevekkül ve teslimiyete teşvik etmek için bu beyti kullanmış:
“Madem sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslâh edemediğin şu kâinat bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, O’na bırak, cefâsını değil safâsını çek. O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir, mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir.
Dehşet aldığın zaman İbrahim Hakkı gibi ‘Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler’ de, pencerelerden seyret, içlerine girme.”
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Tatil fırsat bilinmeli |
|
İlköğretim ve ortaöğretim’de yaklaşık 14 milyon öğrenci hafta başında yaz tatiline girdi.
Geride bıraktığımız eğitim-öğretim yılında bazı okullarımız, maalesef şiddet olayları ile gündeme geldi. Genellikle öğrencilere yönelik okul dışından ya da öğrencilerin birbirlerine saldırılarıyla gündeme gelen olaylar velileri yıl boyunca tedirgin etti.
Çocuklarımız tatilde iken şu sorulara cevap aramamız gerekiyor. Şiddeti körükleyen unsurlar neler? Gençler kimleri, niçin örnek alıyor? Medya şiddeti körüklüyor mu? Yoksulluk şiddeti tetikliyor mu? Eğitim sistemi öğrencileri kontrol edebiliyor mu? Aile hayatımızdaki çözülme şiddeti arttırıyor mu? Din eğitiminin zayıflaması şiddetin artmasında ciddî bir etken midir?
Bu soruların cevaplarını bulabildiğimiz ölçüde sorunun kaynağına inebiliriz.
***
Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, gençlerin ve çocukların şiddete yönelmelerini engellemek için okullarda sosyal, kültürel ve sportif faaliyetlere ağırlık verilmesi konusunda gerekenlerin yapıldığını söylüyor. Çelik, okullardaki şiddet olaylarından dolayı 53 öğrencinin hüküm giydiğini, 152 öğrencinin de disiplin cezası aldığını da belirtiyor.
Çocuklarımızı bekleyen büyük tehlikelerden birisi de internet kafeler… Bilgisayar oyun salonları ya da internet kafelere giden öğrenciler arasında en çok oynanan oyun türünün yüzde 66.5 ile savaş ve dövüş oyunları olduğu tesbit edilmiş...
43 okulda 3 bin 483 lise ikinci sınıf öğrencisi üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, en az bir kez başkasını yaralayan çocukların oranı yüzde 26. Bu çocukların yüzde 39’u, 12 yaşından önce yaralama olayına karıştığını söylüyor. Bıçak, çakı gibi kesici alet taşıyanların oranı ise yüzde 22.6. Karne günü bazı öğrenciler okulu basıp müdürlerini dövüyor, okulların camlarını kırabilecek kadar gözleri kararabiliyor. Peki bunların sebepleri ne? Uzmanlar öğrencilerin neden şiddete başvurduklarını şöyle sıralıyorlar: Yanlış arkadaşlık ve özenti, ekonomik ve sosyal sebepler, aile içi iletişim eksikliği, kazanç elde etmek için organize suç grupları ve ailelerin suça yönlendirilmesi, köyden kente göç ve şehirlileşememe olgusu, şiddet ihtiva eden televizyon programları…
Uzmanlar şiddeti önleminin yollarını açıklarken, medyanın aileleri bilinçlendirmesini, eğitici programlar yayınlamasını, okullarda ücretsiz olarak öğrenci bozuklukları testlerinin yapılmasını, rehberlik öğretmenlerinin arttırılmasın ve sürekli eğitimler düzenlenmesini belirtiyorlar.
***
Okullardaki artan şiddet olaylarının bir diğer sebebi de okullarda dinî ve ahlâkî eğitimin yeterince verilmemesi olarak gösteriliyor. Geçmiş yıllarda 12 yaşın altındaki çocukların Kur’ân kursuna gitmeleri yasaklandı. Bale, müzik, resim, spor, yabancı dil gibi eğitim ünitelerinden herhangi birisi için yaş sınırı bulunmazken, sadece Kur’ân eğitimi için çocuklara 12 yaşına kadar bekleme şartı getirilmesi ve bu konunun hâlâ düzeltilmemesi hayli düşündürücü… Yani, çocuk okulda yeteri kadar dinî bilgi almadığı gibi yazın da Kur’ân kurslarına “yaş sınırı” yüzünden gidemiyor. Kur’ân kurslarına uygulanan yasakların bir an önce kaldırılması ve okullarda din eğitimine önem verilmesi gerekiyor.
Eğitim-Bir-Sen’in yaptığı tesbit hayli yerinde… Öğretmenin hayat standardının düşüklüğü sebebiyle uğradığı meslekî imaj kaybı ile din ve ahlâk eğitiminin son derece kısıtlanmış oluşunun getirdiği manevî değerlerden yoksunluk, okullardaki şiddetin iki temel besleyici zeminini oluşturuyor.
***
Okulların tatile girdiği şu günlerde bilip hem devlet, hem okullar, hem de ailelerin şiddeti önleme yollarını düşünüp, ortak bir çözüm bulmaları gerekiyor.
Gençler arasındaki şiddet davranışlarının toplumsal yönden araştırılması, tehlikenin boyutlarının tesbiti ve alınacak tedbirlerin belirlenmesi önemli bir adım olacaktır.
Okullarda şiddet olaylarını bitirmek istiyorsak, çocuklarımızın hem zihinlerini, hem gönüllerini geliştirmemiz gerekir. Bunun için de çocuklarımıza okuma alışkanlığını aşılamamız lâzım.
Çünkü gençler ne kadar iyi yetişirse toplum mutlu olacaktır. Bunun için de herkese büyük görevler düşüyor. Toplum olarak bu konuda bir olmalı ve gençliği tahribe çalışan zihniyetin karşısında beraberce durmalıyız.
Haydi hep birlikte okumaya…
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tesettüre devam |
|
Tesettürle ilgili yazılarımızın yankıları devam ediyor. İşte bu meyanda İzmit’ten yazan Hale Nur Duman’ın satırları:
“Gazetemi çok seviyorum. Sağlam duruşunu, tavizsiz çizgisini tebrik ediyorum.
“Gazetem hiçbir zaman duruma göre davranmadı. Kimseye yaranmaya çalışmadı. ‘Aman etliye sütlüye karışmayalım, tirajımız artsın, sonra doğruları yazarız’ demedi. Her zaman isabetli tesbitler yaptı.
“Ben bir başörtüsü yasağı mağduruyum. Ama artık öyle bir duruma gelindi ki, bizi suçlar oldular. ‘Zor olanı bıraktınız, nefsinizi düşündünüz, kabuğunuza çekildiniz’ diyenler çıktı.
“Hayır! Biz zor olanı seçtik. Yaşadıklarımızı ancak yaşayanlar anlar. Bunun karşılığında da Allah’ın rızasından başka birşey beklemiyoruz.
“Hayır, söylendiği gibi biz kabuğumuza çekilmedik. Hizmet çabalarımıza eskisinden daha gayretli, daha ciddî bir şekilde devam ediyoruz.
“Üstadımızın hayatına bakınca tavizsiz bir çizgi gördük. Bütün makam ve mevkileri elinin tersiyle ittiğini gördük. Makam, mevki ve parayla taviz verilerek hizmet edilecek olsaydı, en başta o etmez miydi?
“Sizlere, bunca kişinin, başımızı açmadığımız için üzerimize gelerek bizi nefsimizi düşünmekle suçladığı bir zamanda bize moral verdiğiniz için teşekkür ediyorum.
“İyi ki varsın Yeni Asya...”
***
Mesajına “18.6.2006 tarihli ‘Tesettür soruları’ başlıklı yazınızı bir okuyucu şikâyetine istinaden iktibasla yayınlamışsınız ve ilgiyle okudum” cümlesiyle başlayan Hüseyin Karaarslan ise farklı bir açıdan bakıyor:
“Ceberut yasaklardan neş’et eden tesettürlü okuma yasağına boyun eğerek farz bir ibadetini iptal ile tahsil görmüş bir hanım kızımıza bakış tarzında, ‘99 zalimin bulunduğu bir gemide bir masum olsa o geminin batırılamayacağı hükmü ile, bir kusura bakıp doksan dokuz hayrı görmeme zulmünden kaçınmak eğer ümmetin erkek kullarına mahsus değil ise,’ o kızımızın bu kusurundan dolayı diğer bütün hayır ve marifeti iptal edilircesine vicdanlarda linç muamelesi görmesi kimlerin işine yarar?”
Karaarslan’ın sözünü ettiği adalet ölçüsüyle birlikte şefkat, insaf ve vicdan dersini de Risale-i Nur’dan almış insanların, böyle bir “linç ”yaklaşımıyla uzaktan yakından en küçük bir ilgisinin olmadığını ve olamayacağını ayrıca ifade etmeye bile gerek yok.
Kaldı ki kimse kimseyi tercihinden dolayı yargılama ve kınama hakkına sahip değil.
Kalblerdekini bilen ve nihaî hükmü verecek olan, Allah’tır. Haddimizi aşmayalım.
Burada asıl eleştirilmesi ve sorgulanması gerekenler, öncelikle yasakçı ceberut zihniyet ve tavizkâr fetvalarla bu kafaya ilâve cesaret ve cür’et veren teslimiyetçi anlayıştır.
Yasağa boyun eğmeyip hak mağduriyetlerini sineye çekenler de, baskı altında tavizkâr fetvalara uyup başını açmanın ıztırabını yaşayanlar da bu ikili kıskacın kurbanı.
Mücadele, bu kıskaca karşı verilmeli.
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yıkılacak duvara tuğla koymak! |
|
İsrail’in Filistinlilere yaptığı zulmün haddi hesabı yok. Hemen her gün Filistinli çocuklar öldürülürken, İsrail; dünyayı karşısına alma pahası ‘baskınlar, öldürmeler, bombalamalar devam edecek’ şeklinde açıklamalar yapabiliyor.
Hafta içinde Türkiye’de de bir konser veren İngiliz rock grubu Pink Floyd’un kurucusu Roger Waters, bir ilki gerçekleştirerek Filistin ve İsraillileri aynı konserde buluşturmuş. Konser öncesi Batı Şeria’da, İsrail’in ‘güvenlik duvarı’ diye adlandırdığı ‘zulüm duvarı’nı da ziyaret eden Waters, duvara ‘Duvarı yıkın’ diye önemli bir ‘not’ yazmış.
Aynı gün, internette dolaşan ilginç bir karikatürle de karşılaşınca, İsrail’in Filistinlilere yaptığı haksızlığı bir defa daha idrak ettik. Karikatürde iki çocuğun karşılıklı konuşması anlatılıyor. İsrailli çocuk, Filistinli çocuğa hitaben, “Babam dedi ki; siz Araplar şeytansınız, teröristsiniz, hayvansınız” diyor. Buna karşılık Filistinli çocuk da, “Babam bana hiçbir şey diyemedi, çünkü babamı sizinkiler öldürmüş” cevabını veriyor... Filistin’de yaşanan zulmü, dramı, katliamı gözler önüne seren onlarca karikatürden biri bu olsa gerek...
Konser öncesi Beytüllahim’i daha sonra da ‘duvarı’ ziyaret eden Roger Waters’ın, Çin seddi gibi kıvrılarak uzayan ‘zulüm duvarı’nın üzerine kırmızı sprey boyasıyla ‘Duvarı yıkın’ yazması, aslında İsrail’e atılan bir ‘atom bombası’ mahiyetindedir. Duvara dünyanın bir çok yerinden gelen eylemcilerin yazdığı sloganları da okuyan Waters, “Bu duvarı yıkmak biraz zaman alabilir. Ancak sonunda yıkılmalı. Yoksa insan olmanın anlamı kalmaz” demiş. (Yeni Şafak, 23 Haziran 2006)
Filistin’deki ‘zulüm duvarı’ yapılmaya başlandığı ilk günlerde pek çok kişi gibi biz de bu kanaati ifade etmiş ve “Yıkılmak için duvar yapıyorlar” demiştik. Waters da aynı kanaatte. Çünkü böyle bir duvarın inşa edilmesi ‘insan’lığa sığmaz. ‘Fıtrat’a aykırı her iş gibi, İsrail’in Filistin’de yaptığı bu duvar da —belki de tam olarak tamamlanıp ‘hizmet’e açılmadan— yıkılmaya mahkûmdur.
Waters Filistin’de verdiği konserde seslendirdiği şarkılarla İsrail ve Filistin arasındaki ‘sorun’un sona erdirilmesini de istedi. Filistinliler, Waters’in ünlü ‘The Wall’ şarkısındaki “eğitiminizi istemiyoruz” sözlerini, “işgal istemiyoruz” şeklinde söylemişler. Waters’in iki yıl önce de duvarın inşa edilmesine karşı çıkan gösterilerde yer aldığı hatırlatılıyor.
‘İnsanlık’ bu ‘utanç duvarı’nın yapılmasına karşı çıktıkça, ne kadar sağlam ve büyük de olsa yapılan ‘duvar’ın yıkılacağını söylemek hayal değil. Nihayetinde, gönüllerde ve kalplerde ‘duvar’ kurmaya güçleri yetmediğine göre ‘beton’ duvarlar bir gün mutlaka yıkılır... Dünya, uzun yıllar Berlin’i ikiye bölen ‘Utanç duvarı’nın yıkıldığına da şahit olduğumuza göre, İsrail’in Filistin’i ‘boğmak’ için canhiraş bir gayretle yapmaya devam ettiği duvar da yıkılır inşallah...
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Büyük bölünme |
|
Pew Araştırma Merkezi Batı ile İslâm âlemi arasında farklılık veya benzerlikleri ortaya çıkarmak amacıyla bir araştırma gerçekleştirmiş. Gerçekten de şark ile garp birbirine nasıl bakıyor? Farklı vizyonlar ve aynalar birbirlerini nasıl etkiliyor? Hep merak edilen şeyler. Gerçekten de Batı ile Doğu arasında zannedildiği nispette bir uçurum ve tezat var mı? Araştırmaya bakarsanız kimi konular etrafında, evet. Ancak bu verilere nihaî veriler olarak bakmak yanlış. Zira bu tarz veriler veya eğilimler toplumsal ve siyasî mühendisliklerin kurbanı olabiliyor. Dolayısıyla kamuoyu genellikle kendi haline bırakılmıyor. Kamuoyunun beslendiği kaynaklar ve bilhassa medya vizyonu ve bakış açısını etkiliyor. Yönlendiriyor. Basını etkileyen faktörleri de aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. Bu açıdan sonuçları ‘nihaî’ veya ‘çok sağlıklı’ olarak nitelendirmek mümkün değil. Bununla birlikte günümüze de muvakkaten de olsa bir ayna tutuyor. İşte bunun analizini yapmamız lâzım. Bir yazarın ifade ettiği gibi İspanya ve Türkiye medeniyetler uyuşması çabalarının eşbaşkanlığını yürütüyor, ama iki ülkede de ötekine bakış negatif. Öyleyse bu ülkelerin ilk önce medeniyetler uyuşmasını kendi içlerinde başlatmaları öncelik arz etmiyor mu?
Radikal gazetesi alınan sonuçları ‘Müslümanlar Mars’tan Hıristiyanlar Venüs’ten’ başlığıyla duyurmuş. Yani bizler ayrı gezegenlerden geliyoruz ve ayrı dünyaların insanlarıyız. Genellikle evlilikle veya beraberlikle bitmeyen denemelerin sonunda taraflar ayrılırken bunu söylerler: Biz farklı dünyaların insanlarıyız.
***
Bir zamanlar kadınlarla erkekler hakkında yazılan ve çok satan bir kitabın adı: “Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten’di. 11 Eylül sonrasında bu tezatla ilgili benzetmeyi Robert Kagan, savaşçı olan ABD ile barışçı olan Avrupa’nın farklı dünyalarını tanımlamak için kullandı. Kısa sürede deyim haline gelen bu söz, Amerikalıları ve Avrupalıları tarif etmek için yeniden tedavüle girdi.
Türkiye’de daha çok Paul Wolfowitz ve Richard Perle gibi siyasete girmiş isimlerle tanınan neo-conservative hareketin en önemli sima ve beyinlerinden biri olan Kagan, rekor satışlar yapan kitabını (Of Paradise and Power, New York: Alfred Knopf 2003) şu gözlemle açıyordu: “Günümüzün en hayatî uluslarası ve stratejik konularında Amerikalılar Mars’tan, Avrupalılar Venüs’ten geliyorlar.” Soğuk savaşın bitmesi ve Sovyetler’in dağılmasıyla bu stratejik kültür ayrışması bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. Sanki gerçek ‘medeniyetler çatışması’ bu iki Batılı güç arasında yaşanır oldu. ‘Savaşçı’ Amerika ve ‘barışçı’ Avrupa klişesini aşan bir gerçek payı var bu kültürler çatışmasının. Bu konuyu en ciddî irdeleyen isim Robert Kagan. Anlaşmazlığın temelinde ciddî bir ‘siyasî ve stratejik kültür’ farkı yatıyor. Bir benzeri tezat da Avrupalı kamuoyu ile İsrail arasında yaşandı. Yapılan anketlerde Avrupalıların yüzde 50’sinden fazlasına göre, İsrail’in İran da dahil bütün dünya ülkelerinden daha fazla dünya barışını tehdit ettiğini ortaya koyuyordu. Bu değerlendirmenin hâlâ geçerli olduğu farz ediliyor. Bu paralelde, Türkiye’de sadece yüzde 15, Pakistan’da yüzde 6’lık bir kitle Yahudilere olumlu bakıyor. Almanya, Britanya ve İspanya’daki Müslüman azınlıklarda da Yahudi karşıtlığı güçlü. Yahudiler için en olumlu düşünenler ise yüzde 71’le Fransa’da yaşayan Müslümanlar.
***
Şimdi aynı deyime bu kez de Müslümanlarla Batılıların ilişkilerini tanımlamak için başvuruldu: Müslümanlar Mars’tan Hıristiyanlar Venüs’ten. Peki öyle mi? Konjonktüre göre. Kadın ve erkek ve daha sonra ABD ve Avrupa münasebeti için kullanılan kavram nasıl bazı konjonktüre göre doğru diğer bazısına göre yanlış ise Müslüman-Batı münasebetlerini tanımlamak için kullanılması da böyledir. Mutlak bir mânâsı yoktur. Gelip geçici ve izafidir. Bununla birlikte, Pew’un 15 ülkedeki araştırması Batı ile İslâm âlemi arasındaki uçurumu ortaya serdi. Batılılar, Müslümanları ‘fanatik, şiddet yanlısı ve hoşgörüsüz’; Müslümanlar da Batılıları, ‘ahlâksız, bencil ve açgözlü’ buluyor.
31 Mart-14 Mayıs’ta 14 bin kişinin katılımıyla, Britanya, Çin, Mısır, Fransa, Almanya, Hindistan, Endonezya, Japonya, Ürdün, Nijerya, Pakistan, Türkiye, Rusya, İspanya ve ABD’de yapılan araştırmanın çarpıcı bulguları şöyle: Türklerin yüzde 69’u Batılıları bencil, yüzde 67’si küstah, yüzde 70’i şiddet yanlısı görüyor. Türkiye’de halkın yüzde 59’u, Endonezya’da yüzde 65’i ve Britanyalı Müslümanların yüzde 56’sı 11 Eylül saldırılarını Arapların yaptığına inanmıyor. Müslüman ülke halkları, Hz. Peygambere yönelik karikatürlerle ilgili krizden ‘saygısız Batı’yı’ sorumlu tutarken, Batıda çoğunluk, ‘Müslümanların hoşgörüsüzlüğüne’ işaret ediyor. Türklerin yüzde 84’ü ‘Batı’nın saygısızlığını’, yüzde 8’i ‘Müslümanların hoşgörü eksikliği’ni gerekçe gösteriyor. Batılılar ve Müslümanlar, birbirlerini ‘kadınlara karşı saygısız davranmak’la itham ediyor. Türklerin ise yüzde 42’si ‘Batılıları kadınlara saygılı’ buluyor. Batılılara göre Müslümanlar kadınlarına değer vermiyor. Kadının içtimaî bir statüsü yok, evine hapsedilmiş durumda. Müslümanlar ise Batılıları bu konuda önyargılı buluyor ve kadın sorunlarını abarttıklarını düşünüyorlar. Buna mukabil, Batı’nın kadını eşyalaştırdığını ve metalaştırdığını da söylüyorlar. İspanyolların yüzde 29’u, Almanların yüzde 36’sı, Müslümanlara olumlu bakıyor. Fransa, Britanya ve Rusya’da oran yüzde 60. Batılılar, Müslüman toplumlarda demokrasinin yaşayabileceği konusunda iyimser değil. Türkiye’de bu soruya olumlu cevap verenlerin oranı yüzde 44.
25.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|