Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

‘Mevlâ görelim neyler...’



Zamanı yaşamak kolay, anlamak zordur.

Anlayıp mânâsına uygun yaşamaksa müşküldür.

Ama zamanı aşmak ancak o zaman mümkündür.

Her canlı hilkati iktizasınca kendine bahşedilen hayatı yaşar. Bitkiler toprağa tohum bırakıp hayvanlar yavrulayarak şahsının olmasa bile neslinin zamanı aşmasını sağlamaya çalışırlar.

Onların yaptığı bu hareket iradî değil sevk-i İlâhîdir.

Kendi iradesiyle zamanı aşmaya meyyal tek varlık insandır. Onun için her insan kendince bir şeyler yaparak zamanı aşmaya çalışır ama bunu pek azı başarabilir. Onların da ancak binde biri başkalarının zamanı aşmalarına zemin ihzar eder.

O ‘binde bir’in içine giren ve ‘ender’ addedilen bazı şahsiyetlerse bu hakikati eserlerinde yazmakla iktifa etmezler. Bir hamle daha yaparlar ve söylediklerini yaşayarak örnek olmaya çalışırlar.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de onlardan biridir.

***

“Geçmişle geri kalma / Müstakbele hem dalma / Hâl ile dahi olma .... ”

Zamanı aşmanın yollarını işte bu şekilde ifade etmiş İbrahim Hakkı.

İnsanların, hayatın en önemli safhaları olan ve bütün zamanı ihata eden geçmiş, hâl ve istikbal karşısında ne yapıp nasıl hareket etmeleri gerektiğini hatırlattıktan sonra tevekkül ve teslimiyet içine girmelerini tavsiye etmiş.

Üstelik bu nasihati önce yaşamış, sonra söylemiş.

Mısralarda muhatabı sair insanlar gibi görünse de o önce kendi nefsine hitap etmiş. Söylediklerinin doğruluğunu, yaşadığı bazı hadiselerle teyit ettikten sonra da hitabını umumîleştirmiş.

Gerçi 18 Mayıs 1703 tarihinde Erzurum’un Hasankale kasabasında dünyaya geldiğinde bunu müdrik değilmiş elbette. Ama babası Osman Efendi ve annesi Şerife Hanife Hanımın hayat hâlleri o mânâları da muhtevî olduğundan, bu haslet onlardan oğulları İbrahim Hakkı’ya tevarüs etmiş.

Böylece hayatı idrak edip hadiseleri iradesiyle yaşamaya başladığında gördüğü aile terbiyesinin de tesiriyle harekete geçmiş. Babası uzun bir seyahate çıktığı için annesinin teşviki ve amcalarının yardımıyla tahsile başlamış.

Aslında ‘Mübarek mekândır, İrem’den nişandır, riyâz-ı cinandır’ dediği Hasankale’yi çok seviyormuş. Aldığı terbiye ve gördüğü eğitim onun orada huzur içinde yaşaması için yeterliymiş.

Fakat o mevcut hâl ile iktifa etmek istemediğinden başka yerlere gidip büyük medreselerde okumak, derin âlimlerden ders alarak ruhunu saran öğrenme iştiyakını bir nebze de olsa tatmin etmek istiyormuş.

Bunun için Hasankale’den ayrılmasının gerektiğini biliyormuş. Geçmiş olarak addedilen değerlerinden ve doğup büyüdüğü yerlerden büsbütün kopmak istemese de ilk fırsatta oralara giderek kendisini yetiştirmeyi arzu ediyormuş.

Annesine maksadını anlatıp izin istediği takdirde vereceğinden eminmiş. Hatta çok memnun olacağını da hissediyormuş. Lâkin kendisi gidince onun yalnız kalacağını ve üzüleceğini düşünerek niyetini ona söyleyememiş. Her hadise karşısında yaptığı gibi bu meselede de tevekkül ve teslimiyet içine girerek hayatının akışını Allah’ın takdirine bırakmış.

Bir süre sonra annesi hastalanmış, çok geçmeden de ölmüş. Amcası Şeyh Ali kendisine çok iyi bakmasına rağmen orada kaldıkça ilim iştiyakının söneceğinden korkan İbrahim Hakkı, ona başka yerlere gidip ilmini irfanını geliştirmek istediğini söylemiş.

Onun eğitimi ile fiilen ilgilendiği ve ilim öğrenme iştiyakına vâkıf olduğu için bu kararını makul karşılayan amcası da İbrahim Hakkı’yı Tillo’ya götürmüş ve babası Derviş Osman Efendiye teslim etmiş.

Tillo, o günün şartlarında pek çok medresesi, tekkesi ve zaviyesiyle halkı tenvir eden büyük bir ilim, irfan merkezi imiş. Bilhassa bu müesseselerin pek çoğu birbiriyle kaynaşarak müşterek hareket ettiğinden herkes her gelenle ilgilenirmiş.

Bu haslete babasının yıllardır orada olması da eklenince İbrahim Hakkı’ya tekke ve zaviye müdavimlerinin yanı sıra pek çoğu aynı zamanda şeyh sıfatı da taşıyan müderrisler de ilgi göstermişler.

Fakat o “İlk görüşümde Allah’ın himmeti, o azizin yüzü bana babamdan daha güleç ve tanış gelmişti. Hemen o anda gönlüm ona sevgiyle dolmuştu ve aklım erdiği kadar onun nurlu yüzüne, huyuna, kemâline hayran kalmıştım” şeklinde ifade ettiği gibi İsmail Fakirullah’ın hâl ve hareketlerine hayran kalmış.

Bu ilk karşılaşma esnasında onun mütecessis nazarı ve müstait fıtratı da şeyhin dikkatini çekmiş olmalı ki onu kendi himayesine almış ve hem tasavvuf talimi yapmasını, hem de medrese eğitimi almasını sağlamış.

İbrahim Hakkı’nın öğrenme iştiyakı, böyle münbit bir zemin, mahir hocalar bulunca hızla inkişaf etmiş ve din, tasavvuf, terbiye hikmet sahalarının yanı sıra dilde, san’atta, edebiyatta, içtimaiyatta kendisini yetiştirmiş.

Bilhassa tasavvuf yolunda, astronomi ilminde, edebiyat sahasında çeşitli eserler vererek öğrendiklerini hayatına aksettirmesi ve başkalarına anlatma gayreti içine girmesi, çevresinde hızla temayüz etmesini sağlamış.

Arkadaşları ile her yönden çok iyi anlaştığı hâlde onların oyunlarına, yarışlarına fazla katılmayan ve zamanının çoğunu çalışarak geçiren İbrahim Hakkı, sık sık ahâlinin arasına karışarak onlarla hemhâl olmayı da ihmal etmemiş.

Bu sayede insanların çoğunun; cehalet, yoksulluk gibi sıkıntıların yanında bazı kişilik problemleri yaşadığını, bunları telâfi edecek bir zemin olmadığı için de aile huzurunun, cemiyet düzeninin bozulmaya başladığını müşahede etmiş.

Bunun üzerine içtimaiyat, sosyoloji, psikoloji, pedagoji gibi sahalarda da kendisini yetiştirerek insanları, içine düştükleri ferdî, ailevî ve içtimaî bunalımlardan kurtarma çabası içine girmiş.

İsmail Fakirullah’ın kendisine mürşidlik vasfı verdikten sonra mesuliyetinin arttığını hissederek daha çok çalışmaya başlamış. 1734 yılında şeyhinin ölümü üzerine yerine geçince de irşad faaliyetlerini hızlandırmış.

Hocasının oğlu Abdulkadir de irşad vazifesinde kendisine yardım ettiği için ilmî çalışmalarına devam eden İbrahim Hakkı, hem büyük âlimlerle tanışmak, hem de kütüphânelerinden faydalanmak maksadıyla İstanbul’a gitmiş.

Pek çok ilmî ve içtimaî sahada eser verdiği için namı şahsından çok daha önce Dersaadete geldiğinden, başta tasavvuf ehli, san’at, edebiyat erbabı ve medrese mensupları olmak üzere cemiyetin her kesiminden itibar görmüş.

Bu arada şeyhine duyduğu sevginin de tesiri ile Sultan Birinci Mahmud tarafından saraya dâvet edilmiş, edebiyat ve şiir sohbetlerine katılmış. Padişahın hususî izni ile saray kütüphanesinden istifade etmiş.

Bilhassa astronomi çalışmaları saray erkânı ve medrese çevrelerinde takdirle karşılanan İbrahim Hakkı, çalışmalarını geliştirmesi için İstanbul’da kalması teklif edilmesine ve kendisine pek çok imkânlar sunulup makamlar teklif edilmesine rağmen Anadolu’ya dönmeye karar vermiş.

Onun kararını takdirle karşılayan Sultan Mahmud, orada ders okutup kendisi gibi âlim, edip, fâzıl insanlar yetiştirmesi için onu Erzurum’daki Abdurrahman Gazi Zaviyesine şeyh olarak tayin etmiş.

İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Erzurum’a gelip bu işe başlayan İbrahim Hakkı, kendine göre sistemini oturttuktan sonra Tillo’ya gidip şeyhinin mezarını ziyaret etmiş. Onun türbesini yaptırırken, ‘Yeni yılda doğan ilk güneş ışıkları hocamın türbesini aydınlatmazsa ben o güneşi neyleyeyim’ diyerek dört kilometre uzaktaki tepe ile türbedeki kule arasına yerleştirdiği mercekler sayesinde gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart sabahı güneş ışıklarının şeyhin mezarına aksetmesini sağlayarak şeyhine saygısını göstermiş.

Tillo’da kaldığı zaman içinde oradaki müderrisler, şeyhler ve diğer ilim, irfan ehli insanlarla görüşerek İstanbul’da öğrendiği bilgileri ve kazandığı tecrübeleri onlarla paylaşmış.

Onun en büyük hedeflerinden birisi de pek çok ilim, hikmet ve yaşayış hakkındaki müktesebâtını kullanarak, değişik meseleleri işleyen geniş hacimli ansiklopedik bir eser yazmak olduğundan, seyahat ve ziyaretleri sırasında onun hazırlıklarını da yapmış.

Böyle bir çalışmanın ancak sakin ve güzel bir yerde yapılması gerektiğini düşündüğünden hazırladığı malzemelerini yanına almış, Hasankale’ye çekilmiş ve Marifetnâme adlı eserini yazmaya başlamış.

Hayatında yaşadığı zamanı aşma hamlelerini bu çalışması sırasında eserine de aksettirmiş. O zamanın muteber teamüllerini aşarak psikolojiden astronomiye, insanın ve kâinatın yaratılış hikmetlerinden, beden ve ruh aralarındaki insicama, aile içi ilişkilerden talebe, hoca münasebetlerine varıncaya kadar fert ve cemiyet hayatını ilgilendiren hemen her konuda tesirli çareler ihtiva eden mükemmel bir eser vücuda getirmiş.

Birkaç sefer gittiği Hac sırasında ve Mısır’a yapmış olduğu seyahatlerde yanında bu eserini de götürerek tanıttığı için zamanında bütün İslâm âleminden ve Batı dünyasından rağbet görmüş.

22 Haziran 1780 tarihinde Tillo’da vefat etmiş ve vasiyeti mucibince şeyhi için yaptırdığı türbede, onun ayak ucuna gelecek şekilde defnedilmiş.

***

“Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler”

Erzurumlu İbrahim Hakkı, işte bu beyitle aşmış zamanı.

Tefviznâme’sinin, yani Allah’a tevekkül etme ve her işini O’na güvenerek yapma itikadını işlediği, otuz bir beşlikten müteşekkil manzumesinin nakaratı bu beyit.

Marifetnâme müellifi, bazıları Arapça’ya, Farsça’ya, Batı dillerine de çevrilip medreselerde okutulan altmışa yakın eser vermesine ve dinde içtihat, ilimde icat yapmasına rağmen, günümüzde insanların ekserisi tarafından, tevekkül ve teslimiyeti telkin eden bu veciz beyitle biliniyor.

Her gün pek çok insan tarafından hatırlanıp tekrarlanan bu bercesteye bazı âlim, edip, mürşid ve mütefekkirin eserlerinde atıfta bulunması, şairin zamanı aşmasına vesile olmuş, hâlâ da olmakta.

Nitekim Bediüzzaman Said Nursî de hadiseler karşısında insanları tevekkül ve teslimiyete teşvik etmek için bu beyti kullanmış:

“Madem sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslâh edemediğin şu kâinat bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, O’na bırak, cefâsını değil safâsını çek. O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir, mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir.

Dehşet aldığın zaman İbrahim Hakkı gibi ‘Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler’ de, pencerelerden seyret, içlerine girme.”

25.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (18.06.2006) - Konuşma ve yazma üzerine

  (11.06.2006) - Bir boğaz safâsı

  (04.06.2006) - 'Nurun muallimi'

  (28.05.2006) - Menzilden menzile

  (21.05.2006) - ‘Zalimler için yaşasın Cehennem’

  (14.05.2006) - Said Nursî ve İstanbul

  (07.05.2006) - Sıddık Süleyman

  (30.04.2006) - ‘2011’e doğru

  (23.04.2006) - NİSAN YAĞMURLARI

  (16.04.2006) - Edebiyatımızın gül bahçeleri

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004