|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet o Allah'a mahsustur ki, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Onundur.
Sebe’ Sûresi: 1
|
27.06.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim helâl kazanç için yorgun ve bitkin olarak akşamlarsa günahları bağışlanmış olarak akşamlamış olur.
Câmiü’s-Sağir, c. 3, No: 3609
|
27.06.2006
|
|
Helâl dairesi keyfe kâfidir
Gençlik Rehberinde izah edildiği gibi, gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.
Eğer o fânî ve geçici gençliğini iffetle hayrata istikamet dairesinde sarf etse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semâvî fermanlar müjde veriyorlar.
Eğer sefahete sarf etse, nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşrû dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder. Meselâ, haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz’î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin su-i istimâliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette, ekseriyetle gençlerin gençliğinin su-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşrû keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.
Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlâhiye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’ân olarak çok kat’î âyâtıyla bütün semâvî kitaplar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.
Madem hakikat budur. Ve madem helâl dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette, gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffetle, istikamette sarf etmek lâzım ve elzemdir.
Şuâlar, 11. Şuâ,
5. Mesele, s. 186
Lügatçe:
katl: Öldürme.
zevâl: Yok olma, son bulma.
mücâzât: Ceza, karşılık.
firak: Ayrılık.
vasıta-i hayrat: Hayır işlemeye vasıta.
elzem: En lüzûmlu.
|
27.06.2006
|
|
Zeynep Münteha Polat’ın ardından
25 Haziran 2006 Pazar sabahı eski sohbet arkadaşlarımızdan birisi telefonla arayarak; “Osman kardeş, Münteha Hanım vefat etmiş, cenazesi bugün ikindiden sonra Eyüp Sultan’dan kalkacakmış!” deyip, Bursa’dan bir arabayla cenazeye gitme ihtimallerinin bulunduğunu, geçerken beni de Yalova’dan alabileceklerini söyledi. Ama, maalesef beklememe rağmen gelemediler ve dolayısıyla, ben de cenaze namazına yetişememiş oldum. Tabii, “Allah rahmet eylesin!” derken, gözüm yine mazi derelerine gitti. Oradaki sisler arasından Münteha ablayla ilgili hatıraları çıkarmaya çalıştım. Onunla, hukukumuz vardı.
1980 yılında Erzurum’un Pasinler (Hasankale) kazasında yedek subaylık yapan ağabeyimi ziyaret için Ankara’dan rahmetli annem ve kız kardeşimle yola koyulduk. Birkaç gün Hasankale’de kaldıktan sonra, onlara Erzurum’u gezdirmek için bir arkadaşın arabasıyla gittik. Bizi Selimiye’ye, Kırkıncı Hoca’nın yanına götürdü. Hoca Efendi, ağır bir grip geçiriyormuş. Kimseyle pek görüşmemesine rağmen, benim misafir olmamdan dolayı baş başa 1-2 saat görüştük. “Valide ve kız kardeşini bizim eve bırakın” dedi. 12 Eylül ihtilali olalı 5-6 ay olmuştu. Çeşitli meselelerin yanında, ihtilali de konuştuk. Sohbet esnasında “Osman kardeş evlendin mi?” dedi. “Yok Hocam!” dedim. “Seni Erzurum’dan evlendirelim!” dedi. “Hocam daha hazırlığım yok!” dedim. Öyle bir niyetim de yoktu. O bölgeleri zaten düşünmüyordum. “Bizim kızlarımız kanaatkârdır” diyerek, bana iki arkadaşımızın isimlerini vererek, “Onların kız kardeşlerine validen ve kardeşin bir baksınlar, burada Münteha Hanım’ın dersleri oluyor, oraya gitsinler” dedi. Bizim bu cemaatin mümeyyizlerine karşı devamlı bir hürmetimiz olduğundan, itiraz edemedim ve durumu validemle kardeşime aktardım.
Zeynep Münteha Polat ablayı gıyaben tanıyordum. 60’lı yıllarda Ankara İlahiyat Fakültesi’nde okurken, başörtüsünün ilk kahramanlarından, saff-ı evvellerindendi. Ayrıca Yeni Asya’nın müessisi rahmetli M. Nezihi Polat Ağabeyin de amcasının kızıydı. Yeni Asya’nın ilk yazar kadrosundandı. “İslâm ve Kadın” diye de Yeni Asya yayınlarının ilk kitaplarından biri olan bir eseri de neşrolmuştu.
Rahmetli validem ve kardeşimi Münteha ablanın evine götürürken bunları düşünüyordum. Neticede, bizim hanımı tavsiye ederek, evlenmem vesilesiyle bizim dünür başımız olmuştu. Bilahare evlendikten sonra aynı lojmanda oturduk. 12 Eylül sonrası herkesin korktuğu bir zamanda biz, Münteha Abla’nın beyi olan Necati Kurşunoğlu (dünyaca ünlü fizikçi Einstein’ın talebesi Prof. Dr. Behram Kurşunoğlu’nun kardeşidir) ağabeyin de bulunduğu birkaç arkadaşla lojmanda hiç korkmadan sohbetlerimizi yapıyorduk. Ve devamlı ailece görüşüyorduk. Münteha abla da evinde hanımlarla sohbet ediyordu. Çok hizmetleri olmuştu, çok kimsenin imanının kurtulmasına vesile olmuştu. Daha sonra tayinimiz çıkınca, kesik de olsa irtibatımız oluyordu. En son geçtiğimiz sene, İstanbul’da evlerine gidip, ziyaret etmiştik, rahatsızdı. Vefat ettiğini duyunca bu satırlar döküldü. Onun Zübeyir Ağabey rahmetli olduğunda Yeni Asya’da yazdığı bir yazısını da ekleyerek tekrar Cenâb-ı Hak rahmet eylesin diyorum. Necati Ağabey ve Said ile Nuriye kardeşlerimin de başları sağ olsun.**
|
Osman ZENGİN
27.06.2006
|
|
Yaşanılası hayat
Kötülükler her yeri kaplıyor, sefahat ve sefillik savuruyor, fitne rüzgârları esiyor, hikmetsizlik ve bereketsizlik huzursuz ediyorsa yeryüzü yaşanılası mıdır? Hayat hakikati mânâsızlıkta boğulmak istenirken ümit ışıkları hepten mi söndürülmek düşünülüyor?
Işık hizmeti hizmetkârları hızlandığında karanlıklar kaçacak delik arar. Zulmetin olduğu yerde nur, nurun olduğu yerde zulmet yoktur. Cehennemî rüzgâr önüne kattığını savururken, bir şey yokmuş gibi durmak veya birileri bir şeyler yapıyor rehavetiyle rahatını devam ettirmek büyük bir rahatsızlık göstergesi… Rahatsızlığı rahat bırakmamak için bir şeylerin gayretiyle önce yürümek sonra koşmak “var” kalmamız için kaçınılmaz bir gerçek.
Hem hizmette öyle bir nokta vardır ki ne en ufak bir dünya menfaatine meylettirir, ne de rahatına… Bırakalım da kahraman konuşsun “Dünyanın ahiretin mezrası olduğunu ve bu fani dünyada, ebedî bir hayatın kazanılması için geldiğinizi bu eserlerden (Risâle-i Nur) öğrenecek ve bu iman cihetinden dünyanın cennetten daha zevkli olduğunu hissedeceksiniz” (Konferans, Zübeyir Gündüzalp)
Böylesi bir imana sahip olan yerinde rahat durur mu ve hangi menfaat onu peşinden sürükleyebilir? Seküler ve popüler rüzgârlar onu sarsabilir mi?
“Risâle-i Nur öyle cazibeli bir eserdir ki, Risâle-i Nur’la Kur’ân’a ve imana hizmet etmenin kudsiyet ve büyüklüğünü anladıkça, dünyada iken sizleri cennete dâvet etseler, böyle mukaddes bir vazifeyi, böyle ulvî bir saadeti şimdi bırakıp gitmek istemeyeceksiniz.” (A.g.e)
Dünyaya, hadiselere, eşyaya bu pencereden bakabilecek basîrete erişmek yeryüzünün en yaşanılası hakikati olsa gerek. Zamanın ve mekânın izafîliği, hadiselerin değişkenliği, sevinçlerin ve üzüntülerin geçiciliğinde hizmette karar kılabilmek şükre lâyık büyük bir nimet…Elhamdülillah’ın şükrü yine elhamdülillah ise hizmetin şükrü de yine hizmet…
Nefsî hezimetlere yuvarlanmamak için hizmet hayatını canlandırmak hayatımızın en can alıcı noktası… Tutamadığımız ömür ipi elimizden hızla kayarken tutacağımız hizmet ipine dört elle sarılmak zamanı… Etrafı saran şerler bizi olumsuzluğa sevk edici değil, yeni hizmet hareketlerini tetikleyici olmalı…
İnsan, hatalarından vazgeçerek yükselir. Geçmişi muhasebe edip geleceğe hazırlanmak, bugünü hakikatle hemhal olarak geçirmekle olur. Eksikliklerini, fazlalıklarını gören, söküklerini diken, elbisesini temizleyen hizmete hazır asker edasıyla kendini yetiştirir.
Sebeplerin boğuculuğunda boğulmamak, hakikat yüzmesiyle hizmet sahiline çıkmakla olur. Küçük dalgalara sevinen, küçük dalgalara üzülen hayatın anlam derinliğine erişemeyendir. Dem ve damarlarımıza geçen hakikat bizi yerimizde durdurmayacak, denizleri ve dağları aştıracaktır.
Eksikliğimiz, her halde damarlarımıza giren katkı maddelerinin tıkamışlığından… Popülist dünyevîleşme hakikat akışını engelliyor, hizmet dönüşümünü yavaşlatıyor… Kan ve kalbimiz kirlenmişliği taşımakta zorlanıyor… Zinde bir hizmet vücudunu kazanmak, dünyevîleşme yağlarını eritmekten geçiyor.
Ölüm kazanında pişmiş tefekkür ve tezekkür yemeklerinden bolca yemek, hastalıklarımızın şifası, dertlerimizin devası, şükür borçlarımızın edası için bugünlerde çok gerekli. Bu yemekten her gün birkaç öğün yemeli ve yedirmeli ki insaniyet hayatı devam etsin… Yoksa kâinatın kızgınlığından nasıl kurtulur, nereye gidebiliriz?
Dünün kahramanlarını övmek de bizi kurtarmaz, bugün onlar gibi yaşamadıkça ve yarının kahramanlarını yetiştirmedikçe...
Cenneti arzulamayacak hizmet hayatı… İşte yaşanılası bir hayat…
|
Hüseyin EREN
27.06.2006
|
|
Bir iman âbidesi
(Zübeyir Gündüzalp 1971’de vefat ettiğinde,
Zeynep Münteha Polat’ın Yeni Asya’da
yayınlanan yazısı)
(Büyük mücahidin ardından...)
Bir büyük mücahidi daha aslî vatana uğurladık. Müfarakattan yana gözlerimiz nemli, gönüllerimiz gamlı, düşüncelerimiz hüzünlü...
Evet, ey hayatının her saniyesini İslâm için feda etmiş kahraman, fedakâr ve ihlâs kahramanı ağabeyimiz! Hepimiz bu fâni gökkubbenin altında misafiriz. Siz, Allah’ın lütfuna mazhar olmuş Sahibüzzaman Hazret-i Üstadımızın en ciddî ve vefadar hizmetçiliğine, dostluğuna mazhar olmuşsunuz. Binlerle bu vatan gençlerinin imanını kurtaracak şekilde İslâmiyeti yaşamış ve imanlar kurtarmışsınız. Hayatınızı İslâmiyet istikameti üzere hüsn-ü hatimeyle bitirmiş, Peygamber-i Zîşana lâyık ümmet olduğunuzu ispat etmişsiniz. Binlerin, on binlerin, mü’minlerin kalplerine yerleşmişsiniz. Ne mutlu size ve sizin gibi dâvâ arkadaşlarınıza!
Kara bir günde hüznün zirvesinde iken, mahzunluğumuzu gidermek için mübarek nurânî simanızla tebessüm eden gözleriniz ve tatlı sözleriniz, âb-ı hayat gibi serinleticiydi. Size baş sağlığı dilemiyorum. Çünkü Üstadım vefat ettiği zaman, başınız sağ olsun, diyenlere şöyle söylemiştim: “Keşke başımı taşa vurup kırsaydım da Üstadımdan ayrılmasaydım!”
Hem de hayatını İslâma vakfeden bir ağabeyin ardından ağlanmaz. Sizi tebrik ediyorum. Böyle hadiseler altında rahmet çiçekleri saklıdır ve sümbüllenecektir. Evet, ashab-ı suffadan örnek alarak dünyevî lezzetlere tenezzül etmeyen şefkatli ağabeyim! Şimdi sizin söylediklerinizi bir teyp gibi tekrarlıyorum, ama tesellî bulmak zor. Çünkü size kavuşmak, tatlı nurânî sohbetinizle tekrar şerefyâb olmak ancak mahşere kaldı. Ağabeyimin ayrılışında sizinle teselli bulmuştum; sizin ayrılığınıza ise daha fazla iman hizmetiyle meşgul olmakla tesellî bulmaya çalışıyorum.
Siz bu dünya misafirhanesinde ebedî hayat için istihzaratta bulundunuz. Kendinizi ihlâs potasında erittiniz. Büyüklüğünüzü mahviyet ve tevazu ile kapattınız. Peygamber misâli, Üstadımız gibi ne evlât, ne de mal bıraktınız. Lâkin adınız dillerde Fatiha’larla yâd edilecek tarzda gönüllere nakşoldu. Allah’ı razı ettiğiniz için sizden mü’minler de razı, kâinat dahi razı. Evet, evet, bu dünyada hiç kimse için ümid-i beka yoktur. Siz, Sevgili Peygamberimiz gibi, Muazzez Üstadımız gibi büyük ve örnek insanların göçtüğü âlem-i âhirete gülerek, sevinerek girdiniz. Çünkü ölmeden ölümün sırrına erişmiştiniz.
Sizi uğurlayamadım; lâkin bedelime kardeşlerim olan Nur talebelerinin omuzlarında o ne heybetli gidişiniz vardı. Lâhutî kereme mazhar oluşunuz cemaatinizden belli. Size ahirette komşu olabilmek, en büyük emelim. İlk örtündüğüm günlerde Ankara’da bu fakiri kabul buyurmuştunuz. Sizin varlığınız bana o anda Allah korkusunu, duymadığım bir şekilde telkin etti. Kıyafetimi ve daha bazı hâllerimi sizden ayrıldıktan sonra ıslaha çalıştım. Duâlarınızla Rabbim de nasip etti. Hasta olduğunuzu söylemiştiniz. Size duâ ediyordum; lâkin sizi Rabbimiz ebediyen şifâyâb ederek dünya dağdağasından kurtardı.
Rüyamda, Sevgili Üstadımızla mübarek Mustafa Ağabeyim, Yeni Asya’yı ziyaretle tebriklerde bulunuyorlardı. Uyandığımda sizin de o kervana katıldığınızı haber aldım. Demek, sizi götürmeye gelmişlerdi.
Sizin arkada bıraktığınız hastalığa, musibete rağmen yılmadan, korkmadan iman ve Kur’ân hizmetinde çalışmak, merhale kat’ etmek, bu arada nefsi dahi unutarak “fenâfi’l-ihvan” düsturunca amel etmek azmi bizlere miras kaldı. Allah sizden ebediyen razı olsun. Bizleri de sizin himmetinize lâyık eylesin. Peygamberimize (asm), Üstadımıza, ağabeyime selâm söyleyin.
Yüce Rabbimiz, başta muhterem ve mübarek Tahirî, Mustafa Sungur ve Bayram Ağabeylerimizle birlikte cümle Nur şakirtlerine sabr-ı cemil ihsan etsin. Âmin!
Zeynep Münteha Polat
|
27.06.2006
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Enes bin Malik (ra) anlatıyor:
Ebu Musa (ra) ile bir yolculuk yaptık. Yolculuğumuz sırasında bir toplantıya rastladık. Toplantı yerinde kelli felli bir adamın basit bir iş için sıradan birisine dil döküp, yalvarıp yakardığını gördük.
Bunu görünce Ebû Musa (ra) bana:
“Ey Enes! Gel Rabbimizi analım, Ona yalvarıp yakaralım. Şu adam, bunun yarısı kadar Rabbine yalvarsaydı nice nimetlere ererdi. İnsanlar dünyalık basit işleri için katı yürekli insanlara ne kadar dil döküp yalvarıyorlar. İşleri de olmuyor. O kadar yalvarmaları boşuna gidiyor. Ey Enes! Bu insanlar ahireti bilmiyorlar” dedi.
Ben de:
“Nefisleri ve şeytanları onları bu gaflet ve uykuya sürüklemiştir” dedim.
Ebû Musa (ra) bana:
“Hayır, hayır! Dünya onlara peşin gösterilmiş. Ahiret ise perdelenmiştir. Eğer dünyayı gördükleri gibi ahireti de görmüş olsalardı, ahiretten yüz çevirmez ve dünyaya bu kadar sarılmazlardı.” dedi.
(El-Hılye, 1/259)
|
Süleyman KÖSMENE
27.06.2006
|
|
|
|