Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


M. Ali KAYA

Bid’at nedir, ne değildir? (1)



“Kavâid-i Şeriat-ı Garra ve desâtir-i Sünnet-i

Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra yeni icatlar ile o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalâlettir, ateştir.”

Bediüzzaman Said Nursî

İslâm öncesi “Cahiliye” âdetleri vardı ve bunlar dört temel üzerine oturmaktaydı. Birincisi, imansızlık. İkincisi, ırkçılık. Üçüncüsü, müstehcenlik. Dördüncüsü ise istibdattı. İslâm bunları yasakladı ve buna geri dönüşü irtica olarak gördü. Din insanlığın kıyamete kadar her ihtiyacına cevap vermektedir. Dinin bu husustaki hükümlerini beğenmeyerek zamanla değiştirmeye çalışmak ve yerine yeni hükümler koymaya bid’at denilmiştir.

Kur’ân inanç ve ibadet hususunda dini tamamladı. Yüce Allah “Bugün dininizi tamamladım” buyurdu. Din tamamlandıktan sonra dine herhangi bir hususu ilave etmek de, dinden çıkarmak da bid’attır. İnanç ve ibadetle ilgili olmayan hususlar bid’at kavramına girmezler. Onlar insanlığın ihtiyaçları ve gelişimi ile paralel olan teknolojik gelişmelerdir. Bunların dinin ibadet ve inançları ile ilgisi yoktur. Dinin ibadet ve inancına yardım edecek şekilde kullanılması güzeldir. Ezanın daha uzağa ulaşmasını sağlayan minare ve hoparlör gibi vasıtalara bid’attır denemez. Hac ibadetini kolaylaştıran araba ve uçak için bid’attır denemez. Bunlar Allah’ın emrine uymayı kolaylaştıran vasıtalardır.

Bid’at daha önce mevcut olmayan, sonradan ortaya çıkan inanç ve amel anlamına gelen bir kelimedir. İslâm fıkhında ise Hz. Peygamber ve Ashâb-ı Kirâm dönemlerinde görülmeyen, bir benzeri olmayan ve İslâm’dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan ve ibâdet kabûl edilen görüş, inanç ve ameller ile sünnete aykırı davranışlara denilmektedir.

Kimi âlimlere göre bid’at, Hz. Peygamberden (asm) sonra meydana gelen her şeydir. Bu tarifi yapan âlimler kelimeye sözlük anlamından daha geniş bir anlam yüklemişler ve bu sebeple de sonradan çıkan amel ve inançları iyi ve kötü olmak üzere ayırmak mecburiyetinde kalmışlardır. Buna göre Kur’ân ve Sünnet’e muhâlif olmayan şeylere bid’at-i hasene; muhâlif olanlara ise, bid’at-i seyyie ismini vermişlerdir.1

Diğer âlimlere göre ise “Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan, din ile alâkalı olup bir ilâve veya eksiltme mahiyetinde olan her şeye bid’at denir.”2 Bu âlimlere göre önceki gruptakilerin “bid’at-i hasene” kapsamına soktukları şeyler haddi zatında bid’at değildir. Onlara bid’at ismini vermek yanlıştır. Çünkü bu gibi şeylerin Kur’ân ve Sünnet’te dayanakları vardır. Bunlara sonradan çıkmış şeyler nazariyle bakılamaz.

Bid’alar, nassların yanlış yorumlanması ve sünnetin terk edilmesi ile ortaya çıkmıştır. Sünnet terk edilerek yerine bir başka âdet koymak ve onun ile amel etmek bid’attır.3 Yine Allah’ın farz kıldığı ibadetlerin yerine yenilerini koymak, haram kıldığı hususları yeni adetler ile meşrû hale getirmek haram olan bidatlardır. Burada farzı terk ettirmek ve haramı başka isimler altında yaygın hale getirmek söz konusudur. Böylece bid’alar İslâm’ın hükümlerini ortadan kaldırarak yerlerine yeni âdetler koymuş olur. Bunun için Peygamberimiz (asm) “Bütün bidatlar dalâlettir. Bütün dalâlet yollarının sonu cehennemdir” buyurmuşlardır.

İmam-ı Rabbanî (ra) Mektubat isimli eserinin 186. Mektubunda bid’ayı “bid’at-ı hasene” ve “bid’at-ı seyyie” olarak ikiye ayırır ve şöyle der: “Sünneti ortadan kaldıran ve sünnetin yerine geçen âdetlere ‘bid’at-ı seyyie’ denir.” Peygamberimizin (asm) dinde ortaya çıkarılan yeni âdetlerden sakınmamız gerektiği konusundaki hadislerine yer verir. Söz konusu hadislerde Peygamberimiz (asm): “Sözlerin en iyisi, Allah’ın kitabıdır. Yolların en iyisi, Muhammed’in (asm) gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bidatlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır. Allah’tan korkunuz! Sözümü iyi dinleyiniz ve itaat ediniz! Ben öldükten sonra gelecek olanlar çok ayrılıklar göreceklerdir. O zaman, benim ve halifelerimin yoluna sarılınız! Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız! Çünkü bu yeni şeylerin hepsi bid’atdir. Bid’atlerin hepsi dalâletdir, doğru yoldan ayrılmaktır” buyurdular. İmam-ı Rabbanî’nin naklettiği bu hadise göre de bid’at sünneti ortadan kaldıran âdetlerdir. Sünnetin uygulamasını sağlıyor ve sünnete güç veriyorsa ona bid’at denemez.

İmam-ı Rabbanî, kıyas ve içtihadın bid’at olmadığını ifade eder. Çünkü bunlar her ne kadar Peygamberimiz (asm) zamanında yoksa da, sonradan dinin uygulanması ve anlaşılması için lâzım ve şart olduğunu belirtir. Yüce Allah’ın “Ey akıl sahipleri, iyi anlayın!” âyetinin kıyası ve içtihadı emrettiğini söyler.

Huzeyfe b. el-Yaman’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte: “Allah bid’at sahibinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, yardımını, şahadetini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi İslâm’dan çıkar”4 buyrulmaktadır. Buradaki bid’atlar ise inançta ve itikatta olan bid’alardır ki bunlar İslâm inançları yerine geçmiş ve inananları da yoldan çıkarmıştır. İnançta ortaya çıkan bir zaaf ve yanlış kanaat insanı dininden uzaklaştırır. Bu husus, Abdullah b. Abbâs’dan (ra) rivayet edilen bir hadisle şöyle ifadesini bulur: “Allah, bid’at sahibinin amelini, bid’atından vazgeçinceye kadar kabul etmez.”5 Ezanı aslı dışında okumak ve ibadeti ibadet dili dışında yapmak ve İslâm ahkâmının geçerliliğini kaybettiğine inanmak bu gibi bid’alardır. Yine Peygamberimizi (asm) sadece vahyi tebliğ eden bir elçi gibi görerek sünnetine değer vermemek ve ibadeti sünnetine aykırı şekilde yerine getirmeye çalışmak da bu nevî bid’alara girer. Kadınların baş açık namaz kılmalarına cevaz vermek gibi.

Bir zamanlar Kur’ân-ı Kerîm’i bir Mushaf içerisinde toplamak, hadisleri derleyip toplayarak kitap haline getirmek, camilerin yanında minare yapmak gibi hususlara da bid’at denerek karşı çıkıldığı olmuştur. Bu işler her ne kadar Hz. Peygamber’den (asm) sonra olmuş iseler de, bunlar bid’at kapsamına girmeyen güzel şeylerdir, İslâma aykırı olmadığı gibi bunlar İslâm’ın korunmasına yardımcı olan en önemli hususlardır.

Bediüzzaman Hazretleri, Peygamberimizin (asm) “Bütün bid’atlar dalâlettir ve bütün dalâlet yolları cehennemde son bulur”6 hadisine açıklık getirir. Bu hadisin, “Bu gün dininizi tamamladım ve din olarak İslâmdan razı oldum”7 âyetini izah ettiğini ifade eder. “Kavâid-i Şeriat-ı Garra ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra yeni icatlar ile o düsturları beğenmemek veyahut–hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalâlettir, ateştir”8 der. Bid’anın, Şeriatın kanunları ve sünnetin prensiplerinin yerine konulan yenilikler olduğundan bahseder. Bu durumda Allah’ın emrini ve peygamberin sünnetini kaldırarak, onların yerine konulan âdetler ve prensiplerin bid’a olduğu anlaşılmaktadır.

—Devamı yarın—

Dipnotlar

1- Tahânevî, Keşşâfu İstilahâti’l-Funûn, (İstanbul 1984) 2: 133

2- Hayreddin Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, (İstanbul 1982) 2: 248

3- Ahmet bin Hambel, Mişakâtu’l-Mesabih, 1:66

4- İbn Mâce, Mukaddime, 7:49

5- İbn Mâce, Mukaddime, 7:50

6- Müslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünnet,5; İbn-i Mace, Mukaddime, 16, 23

7- Maide, 5:3

8- Lem’alar, (2001-İstanbul) s.105

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Okuma zamanı



‘Okumanın zamanı olmaz’ derler. Doğrudur. Gerçekten okumanın zamanı olmaz.

Ama ‘okuma zamanı’ olur. Daha doğrusu olmalıdır.

Çünkü okumak insana has bir hâl ve haslettir. İnsanlar, ancak okumayı ciddî bir iş telâkki ederek zaman ayırdıkları takdirde okuyarak kendilerini tanıyıp hayatlarına mânâ kazandırabilirler.

Bu itibarla her insan, hayatının akışı içinde günün bazı zamanlarını okumaya ayırmalı, okuyacağı kitabı seçip onun türüne göre okuma şartlarını hazırlamalı ve o zamanı behemehâl okuyarak değerlendirmelidir.

Okumak sadece ferde münhasır bir faaliyet olmadığından aileler, cemaatler ve cemiyetler de okumayı ortak bir meşguliyet addetmeli ve zaman zaman bir araya gelerek birlikte kitap okuyabilmelidirler.

Bunu günün, haftanın, ayın, mevsimin veya yılın muayyen zamanlarına yayarak mutat hâle getirip muntazaman uygularlarsa, okumayı ferdî bir meziyet olmaktan çıkarıp millî bir haslet hâline de getirebilirler.

Zaten fertler, cemaatler ve cemiyetler ancak okudukları nisbette büyüyüp gelişirler.

Hatta, münhasıran okuma üzerine müesses cemaatler bile vardır.

Nur cemaati de onlardan biridir.

***

Okumak Nurcuların şiârıdır.

Nur Talebeleri cemiyetin çok okuyan kesimlerinin başında gelir. Kur’ân’ı ve Kur’ân tefsiri olması hasebiyle Risâle-i Nur Külliyatını okumayı ibadet telâkki ettiklerinden okumaktan mânevî bir haz alırlar ve mütemadiyen okurlar.

Üstelik bunu yalnız fert olarak değil, cemaat hâlinde de yaparlar.

Her Nur Talebesinin takip ettiği günlük bir okuma plânı vardır. Günün en sakin zamanını okumaya ayırır. O vakte kadar dinlenir, kendisini okumaya hazır hissettikten sonra kitabını alıp köşesine çekilir ve okuma faslına başlar.

Bu fasıl bazen bir paragraftır, bazen yüz sayfa. Zamanı değerlendirmek kastı taşıdığı gibi bahsi anlamak maksadı da taşır. Bir bahis bazen bir sefer okunup geçilir, bazen tekrar tekrar okunur.

Fakat hiçbiri bununla iktifa etmez. Zîra her Nur Talebesi kendini, Risâle-i Nur’u muntazaman okumak kadar başkalarına okutmakla ve yapılan derslere iştirak etmekle de vazifeli bilir.

Bilhassa Said Nursî’nin “Her bir adam, eğer hânesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa, kendi hânesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları hâneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin” tavsiyesine uyanlar birlikte Risâle okumanın ilk uygulamalarını evlerinde ve işyerlerinde yaparlar.

Böylece evlerini ve işyerlerini ‘küçük bir Medrese-i Nuriyeye’ çevirirler.

Bunu yapanlar ‘ders’ tabir edilen bu toplu okuma fasıllarına iştirak edenlerin, müteakip derslere de kendi istekleriyle gelmelerine ve yaşayışlarındaki olgunlaşmaya bakarak başarılı oldukları kanaati taşıdıkları zaman yeni merhaleye hazırlanırlar.

Nur hareketinin işleyişindeki bu merhale, mahallinde haftanın muayyen günlerinde, evlerde veya o maksatla tutulan dairelerde Nur dersleri yapılıyorsa iştirak etmek, eğer öyle bir faaliyet yoksa ilk fırsatta başlatmaktır.

Birlikte hareket ettikleri aile fertleri, akrabaları, arkadaşları ve komşuları ile bu merhaleyi de gerçekleştirdikten sonra sıra, hâli vakti müsait olanlarla birlikte haftada bir mahallin merkezî derslerine iştirak etmeye gelir.

Bediüzzaman’ın “Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risâle-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakîki talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar olurlar” şeklindeki teşvik ve tebşirleri, onların dünyasında okumayı herkesin her hâl ü kârda yapılabileceği hayatî bir faaliyet hâline getirir.

Onun için kendini Nur hareketine mensup hisseden veya onların muhitine yakın olan insanlar, ferdî okumaya zaman ayırmanın yanı sıra, haftanın muayyen günlerinde yapılan mahallî ve merkezî derslere gitmeyi de mânevî bir vazife bilirler.

Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden biri olduğundan onun okumaya verdiği değeri çok iyi bilen ve ondan fiilen okuma dersi alan Zübeyir Gündüzalp’in ‘Şimdi oku, kabirde okuyamazsın’ şeklindeki tavsiyesine uyanlar bütün ömrünü bir nevî okuma zamanı olarak telâkki ederler.

Bu itibarla onların nazarında hayatın her anı yeni bir okuma zamanıdır.

Hal böyle olunca geriye sadece okumak kalıyor.

Okumak, ama nasıl?

***

Her kitabın, türüne göre farklı bir okunuş tarzı vardır.

Kitabın türü san’at eseri de olsa, fikir eseri de olsa genellikle bir kişi tarafından alınıp okunduğundan bu tarz, okuyan kişinin içinde bulunduğu hâlet-i ruhiyeye ve yaşadığı şartlara göre değişir.

Fakat Risâle-i Nur Külliyatı gibi geniş muhtevalı, büyük hacimli eserlerin okunuş tarzını şartlar veya hissiyatlar değil eserler tayin eder. Bilhassa yazılı kültürümüzün, yazılmasının yanı sıra müşterek de okunan belki de tek eserler topluluğunun okunuş tarzı kendine has özellikler taşır.

Nitekim Külliyatın müellifi Bediüzzaman Said Nursî bu tarzı “Siz onların mütalâasını kıymettar bir ibadet olan tefekkür nev’inde telâkki ediniz. Ve onlardaki ilmi envar-ı imandan ve marifetullahdan tasavvur ediniz ki usanç vermesin. Hem sizde ve müstemiînde iştiyak olduğu zaman okuyunuz” şeklinde ifade etmiştir.

Nur Talebeleri zaten Risâleleri bu telâkkî ve tasavvur içinde okuyorlardı.

Fakat Risâle-i Nurların hızla intişar etmesinin yolunun çok okunup iyi anlaşılmasından geçtiğini düşünen Nur müdebbirleri; bilhassa Nurlarla yeni muhatap olan insanların iştirak ettiği müşterek okumalarda, okuyanın da, dinleyenlerin de iştiyak duyacağı şartları sağlama cihetine gittiler.

Bu maksatla, Risâlelerin ekseriyeti dağlarda ve kırlarda yazıldığından o bahisleri öyle yerlerde okumanın insanın tefekkür ve tasavvur hassalarını hareketlendireceğini de nazara alarak kır dersleri ve okuma programları ihdas ettiler.

Böylece günün bazı vakitlerinin ve haftanın muayyen günlerinin yanı sıra yılın bazı mevsimleri de ferdi okumaların, toplu derslerin ve müşterek mütalâaların yapıldığı hususî okuma zamanları addedildi.

Genellikle okullar tatile girdikten sonra başlayan ve Haziran, Temmuz, Ağustos ayları boyunca devam eden bu faaliyetler her yıl muntazaman tekrarlandığından yaz ayları tam bir okuma mevsimi hâline geldi.

Bu yıl da Haziran ayında başladı bu mevsim.

Bilhassa üniversitesi bulunan illerde çeşitli adlar altında yapılan mezuniyet günleri ile üniversitenin eski ve yeni mezunları, o mahalde mukim olanlarla birlikte toplanıp kırlara gittiler.

Gün boyu temiz havada ve güzel manzaralar içinde mekâna münasip bahisler okudular, farklı mütalaalarda bulundular. Hususî okumaları müteakip birlikte yemekler yediler, maçlar ve yarışmalar yaptılar.

Bu sayede hem meşrû dairede eğlenip dinlendiler hem eski hatıralarını yâdedip yeni maceralar yaşadılar ve uhuvvet bağlarını kuvvetlendirerek şahs-ı mânevî olmanın kuvve-i mânevîyesini hissettiler.

Temmuzla birlikte okuma programları girdi devreye.

İnsanın bedenini dinlendirirken ruhunu ihtizaza getiren okuma ikliminin bu safhasında değişik yaş gruplarına ayrılan talebeler on beş, yirmişer kişilik gruplar hâlinde bir araya geldiler. Belli bir program dahilinde ve tecrübeli eğitimciler nezaretinde bol bol kitap okuyup mütalaalar yapıyorlar.

Bu programlar genellikle bahçeli evlerde, yazlıklarda ve benzeri âsûde yerlerde yapıldığından, iştirak edenler yalnız kitap okumakla kalmıyorlar. Çevre gezilerine çıkıp yüzme, yürüme, koşma, yarışma gibi sportif faaliyetler de yaptıklarından kendilerini her yönden geliştiriyorlar.

Bilhassa ilköğretim seviyesindeki çocuklar bu vesile ile ilk defa evlerinden dışarıya çıkıyorlar. Pek çoğu ilk defa çıplak ayakla taşa, toprağa, suya basıyor ve tabiatla iç içe yaşamanın hazzının hissediyor.

Bazıları, o zamana kadar ancak pazardan, manavdan aldıkları meyveyi, sebzeyi ilk defa bahçede ağacıyla ve köküyle birlikte görüyor. Meyveyi dalından koparıp sebzeyi yaprakları arasından almanın hazzını hissediyor.

Pek çoğu ufku ilk defa bu kadar geniş, gökyüzünü böylesine berrak görüyor. Geceleri yeni yıldız kümeleri, gündüzleri de farklı bitki türleri tanıyor. Arılardan kaçıp kelebekleri kovalarken yeni kuş sesleri, böcek hışırtıları duyup çiçek kokuları hissederek tabiî hayata biraz daha âşina oluyor.

Bunların yanı sıra, onlarca akranı ile günlerce bir arada yaşamanın mesuliyetini hissedip mutluluğunu tadıyor. Onları yakından tanıyarak bazıları ile mesafeli dururken bazıları ile daha sonra da devam edecek samîmî arkadaşlıklar kuruyorlar.

Ağustosta sıra ailelere ve meslek guruplarına gelecek.

Onlar da her gün muntazaman hususî ve umumî okumalar yapacaklar, bazı bahisler hakkında müzakerelerde bulunacaklar. Memleket ve beşeriyet meseleleri üzerinde hararetli sohbetler edecekler, siyasî ve içtimaî fikir alış verişinde bulunacaklar.

Neticede bir okuma mevsimi daha bitecek ama yaşananlar hatıraları süslemeye, öğrenilenler hafızaları zenginleştirmeye devam edecek.

***

Zîra, onların da üç kitap birden açılacak önlerine.

Kur’ân’ın kâinatı, Risâle-i Nur’un da Kur’ân’ı tefsir etmesi hasebiyle onlar da kâinat kitabını, Kur’ân’ı ve Risâle-i Nurları birlikte okuyacaklar.

Okudukça arzdan arşa çıkacak, mavera ile masiva arasında muhayyel seyahatler yapacaklar ve hayatın mânâsını daha iyi anlayıp, kâinatı tanıyarak hilkatin sırlarına vakıf olacaklar.

Tabi merhum Hasan Feyzi’nin işaret ettiği okuma inceliklerine de riayet edip ‘güzel okudukları’ takdirde:

“Güzel oku, her zerrede coşkun birer mânâ var.

Dert ehline bu mânâda canlar sunan edâ var.

Vermek için parlaklığı gamlı gönül evine.

Bir bak hele, her cilâdan üstün olan cilâ var.

Hünerdir ki; yaprak atlas, toprak elmas olmalı.

Çünkü bir bak ne yaprakta, ne toprakta beka var.

Kısa görüp denizleri damlalara çevirme,

Hakikatte her damlada gizli birer derya var.”

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Farklı bir açıdan öfke



DÜNYANIN MERKEZİ

İnsanî ilişkilerimizi iç içe geçmiş daireler tarzında tasavvur edersek, en önemli daire her zaman en küçük dairedir.1 Kendimiz-kalp dairemiz, eşimiz, çocuklarımız, komşularımız, akrabalarımız, mahalle ve şehrimiz...

İç dünyamız, duygu ve düşüncelerimiz, kalbimiz kendi âlemimizin merkezidir. Hani Nasreddin Hoca’ya, “Dünyanın merkezi neresidir?” diye sorduklarında, “Benim bulunduğum noktadır” demiş ya, öyle... Hoca bu, “Yapma Hocam!” diyenlere de, “İnanmazsanız ölçün, o zaman!” cevabını vermiş.

Yapılışındaki san’at cihetiyle gerçekten de her insan kâinatın merkezi konumundadır. Çünkü, çiçeklerden güneşe kadar her şey onun için yapılmıştır. Yeryüzünde sair mahlûkatın zıddına kendini ve kâinatı idrak edebilen muhteşem bir varlıktır insanoğlu.

BERİ YANDA...

Dağların bile çekindiği öyle bir emanet yüklenmiştir ki omuzlarına, Sanatkârını düşünmediğinde, kendinin ve kâinatın var oluş sırrını da çözemez, ben-merkezci olur. Sadece kendi fikirlerini, çıkarlarını ön plâna alıp muhatabını önemsemez ve problemler de bu noktada çıkmaya başlar. Kendiyle, ailesiyle, komşusuyla çekişmeler başlar.

İnsan bu halini fark ettiğinde, problemlerin çözümüne de başlamış demektir. İnsanın kendi ben merkezciliğini fark edebilmesi, iç dünyasında mühim inkılâpların, değişimlerin başıdır.

Hz. Yusuf’un (a.s.), “Muhakkak nefis daima kötülüğe sevk eder, ancak Rabbim rahmet ederse, o başka” (Yusuf Sûresi, 53.) demesi, menfaatimiz uğruna her arzu ve hevese itimat edilmemesi gerektiğini bize ders vermiyor mu?

BİZİ YİYENLER

Olmasını arzu ettiğimiz ve çok gayret sarf ettiğimiz bir işte başarısızlığa uğradığımızda üzülür, öfkelenir, söyleniriz. (Böyle anlarda herkesin tepkisi farklı olur. Kimi “Lâ havle...” çeker—ki en güzelidir—, kimi tabak kırar, kimi kapıları çarpar...)

Oysa ki, elimizden geleni yaptıktan sonra, neticeyi Allah’a bırakmak ne emin bir yoldur. Bu hakikati unutur, tam da nefsine zulmedenlerden oluruz!

“O takva sahipleri, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir.” (Al-i İmran Sûresi, 134.)

Öfkeyi “Allah namına” yutmak, hazmetmek, yani affetmek takva sahibi olmanın yollarından bir tanesi!

Öfkeyi dışa yansıtmama, imajı zedelememe uğruna yutma, demir leblebi misali huzursuzluk verir, hazmedilmez ve zamanla adetâ çöplüğe çevirir iç dünyamızı. Tâ ki, umulmadık bir zamanda patlayana kadar!

Doktor mide ağrısı şikâyetiyle kendisine gelen hastayı dinleyip muayene ettikten sonra, ona şöyle der: “Hastalığının sebebi yediklerin değil, seni yiyenler...” Gerçekten ruh halimiz zamanla bedenimizi de etkiler.

İlk çağlardan günümüze ünlü düşünürler insanoğlunun bu halini gözlemlemişler. Sözgelimi Epiktetos, “Önemli olan olaylar değil, onları algılama şeklimizdir” demiş. Günümüz uzmanları da bu görüşü benimsemekte.

Başaramadığımız zamanlarda öfkelenmek, kendi kendimizi yemek ya da acısını başkasından çıkarmak yerine, “Elimden gelebilecek her şeyi yaptım. Bunda da bir hikmet var” diyebilmeye gayret etmemiz gerek. “Neticeyi halk etmek Allah’ın vazifesi, benim vazifem gayret,” diyebiliyorsak Celâleddin Harzemşah vari ne mutlu!

Kaldı ki, aradan zaman geçtikten sonra üzüldüğümüze üzüldüğümüz nice hallerimiz vardır, değil mi?

KUSURSUZLUK ARARKEN

Bektaşi duâ ediyormuş: “Allah’ım, Senden yüz altın istiyorum. Ama 99 olursa kabul etmem!”

Zaman zaman da Bektaşi gibi, her şeyin kusursuz, noksansız olmasını arzu ediyoruz. En küçük bir noksanlığı, hatayı affetmiyoruz, öfkeleniyoruz kendimizde bile olsa. Oysa ki, kusursuzluk Allah’a mahsus. Kulun Rabbini, adetâ imtihan etmesi ne büyük gaflet!

Elden geleni yaptıktan sonra, verilene razı olmak, şükretmek.

İşte iç dünyamızdaki her daim baharın sırrı!

ARİSTO MANTIĞI- KUANTUM

FİZİĞİ-DUYGULARIMIZ

Başarılı-başarısız, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... Bunlar pratikte, olaylar ve insanlar hakkında her daim kullandığımız hükümler.

Bu değerleri matematik diliyle ifade etmek istersek 1 ve 0 rakamlarını kullanabiliriz. Bir şey ya doğrudur, ya yanlıştır, ya siyahtır, ya beyazdır... Başka türlü düşünülemez. Günlük hayatımızdaki bu düşünce tarzını uzmanlar “Aristo mantığı” olarak nitelendiriyorlar.

Bilimin gelişmesi, atom altı parçacıklarda “1-0” mantığının geçerli olmadığını gösterdi. Meselâ; atom altı parçacıklardan foton ya dalga, ya da parçacık halinde olmalıydı, üçüncü bir durum söz konusu olamazdı Aristo mantığına göre. Ama foton hem dalga, hem de parçacık gibi hareket ediyordu. Kuantum fiziğinde "1-0" kesinliği değil, belirsizlik geçerliydi.

Bu durum kâinatı yorumlamada yeni bir bakış açısı kazandırdı ilim dünyasına. İki kere ikinin dört etmediği durumlar da vardı!

***

Dememiz o ki, öfkelenip, uğruna üzüldüğümüz ve başkalarını üzdüğümüz şey hakikatte sevinmemiz gereken bir olay olabilir.

Zaman en isabetli yorumu yapar ve ağaçlar meyveleriyle bilinir!

Elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra neticeyi sabır ve tevekkülle bekle, gör!

“Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır.” (Bakara Sûresi, 216.)

(1) Bediüzzaman Said Nursî, Meyve Risâlesi, 4. Mesele.

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Günü anlamlandırmak



Geçen sabah kalktığımda, kendimi daha dinç hissettim. Çünkü akşam erken uyumuştum. Günü sıkı bir programa boğmadığım için, dünden bir hazırlık telâşı yaşamamıştım.

Şartlar ne olursa olsun güne sakin başlamak ve beyin programlamasını ona göre hazırlamak bizi daha da dinç tutar. Ne yapacağımızı ve ne yapmayacağımızı kesin bir dille kodlar ve beynimize mesaj olarak gönderip, kabul ettirirsek davranışlarımızı kontrol etme şansımız artar.

Vücudun dinlenmiş ve zihnen rahatlamış olması da sükûnet için önemli bir faktördür. Yeterli uykuyu zamanında almak ve gündüzün çalışmaları ile beynin yüklediği bilgileri/mesajları tasnif ve demlendirmeye bırakmak, rahatlatıcı bir karar akışını sağlar.

Beslenme düzenine dikkat etmek de, sakin ve dengeli bir hayat tarzını sağlar. İhtiyacımız olan gıdayı zamanında ve dozajında alarak, vücudun onu tüketeceği kadar bir aktiviteyi oluşturmak gerekir.

Açık hava yürüyüşleri, günün yorgunluğuna karşı stres atmak için iyi bir yöntem olabilir. Bazı bünyeler için ise, sabah yürüyüşü cazip gelebilir. Ritmik ve rahat bir spor olan yürüyüş, zihnî melekeleri ve günün anlamlı gündemlerini tezekkür etmeye ciddî katkı yapabilir. Güzel bir hayalimizi canlandırıp gerçekleştirme yolculuğuna bizi götürebilir.

Günün içinde, ilgi duyduğumuz konular, özellikle o güne ait bilgi tekrarı için özet okumalar ve taramalar yapılabilir. Bir görüşme öncesi fikrî hazırlık olabilir. Bir iş görüşmesinin gelinen aşaması ile ilgili yeni bir görüşme senaryosu olabilir. Bizden istenen ödevlerimizle ilgili özel, sosyal, mensubiyetle ve ailevî ihtiyaçların karşılanması konularında yardımcılarımızla birlikte gerekli araştırma ve değerlendirmeler yapabiliriz.

İş ortamımızda bizi rahatlatan bir müzik, gerektiği kadar bir ses tonu ile ortamın sessizliğine can katabilir. Eğitici bir yönü olan müziğin, insanın beyin ve duygu gücünü tetikleyen bir fonksiyonu ve motive edici yönü olduğunu hepimiz biliyoruz.

Arada bir yakın kitaplığımızın veya masamızın ucunda bulunan bir risâlenin o ana ait bir konumuzla bağlantı kuracağımız bir paragrafı ile diyaloğa geçebiliriz. En etkili ve hayat pratiğimizle uygun olan doğru bir cümle bile yakaladığımızda müthiş bir pekişme olur. Yaşadığımız bir hadise veya ilgilendiğimiz ve şekillenme aşamasında olan bir konuda daha belirgin yaklaşımlara bizi ulaştırır. Bu okuma, teorik okumalardan ayırt edici çok önemli bir okuma tarzıdır.

Kendimize ait ve ihtiyacımız olan bir cevabı arayarak buluyoruz. Bazen de bildiğimizi yeni vak’a ile test ediyoruz. Aradığımız ve bulmak istediğimiz, bizim kendimizi doğrulamak ve bildiğimiz sınırda kendimize âlet etmek için değil, arayışımızı ve fikrî muhayyilemizi netleştirmek için olmalı. O zaman en kritik nokta, ulaşılması gereken metin veya cümleyi bulmak olacaktır. Belki de önce problemi çok tanımlı halde zihnimizde netleştirmek gerekir.

Bu yaklaşım, duânın gücü ile tekâmül yolculuğunda kendimizi muaheze etmenin önemli bir yoludur. Bazen bir satırı veya bir cümleyi yakalamak günler, haftalar veya aylar alabilir. Burada önemli olan, bir ansiklopedi karıştırır gibi fihristlerden veya hazır CD’lerden konu taraması yapıp bilgilenmekten ziyade, bize ait bir anlama süreci, çözüm üretme zorluğu veya bir iç sıkıntımıza ait çare arayışıdır.

Yoksa ezberlediğimiz metinleri kendimize tekrar edip, hatta başkasına da telkin için hareketlerimizi tartışmasız kılacak delil arama ve kendimizi muahezesiz bir “propaganda tekniği” içinde öğrenmeye çalışmak, konumuzun muhtevasına uygun değildir.

En kritik nokta, problem ile cevabını tam denkleştirecek bir konumu elde etmektir. Milimetrik düzeyde tam denk gelecek “mütenasip” dediğimiz oranlı ve eşit eşiği yakalamaktır. Bunu asansörün “tık” dediği noktaya benzetebiliriz. Asansör, komut aldığı kata çıkarken, sadece bir çizgi diyebileceğimiz “tık noktası”nda durur. Onun dışındaki hiçbir duruş bize fayda getirmez. Tam tersine bizi asansörde rehin aldığı gibi zora sokar. Önemli olan asansörü açacak milim düzeyinde sağlam bir kontak yakalamaktır.

Risâle-i Nur eczânesinden en doğru ilacı, kendimiz için kalbî, uzvî ve aklî yaralarımız için günlük hayatın içinde en doğru anı ve kesiti belirleyip, karşılığını çok samimane ve istifade ile mutmain olmak için aramalıyız. Bu arayış, mutmain bir kalbe ait olması için aklî delilleri ve yaşanılan gerçeği göz ardı etmeyen “Tam aradığım buydu” cümlesini dedirtebilmelidir.

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇİFTKAYA

Küçük ev



Bir köylü, bilgenin yanına geldi ve şikâyete başladı:

“N’olur bana yardım edin, yoksa çıldıracağım. Tek odalı bir evde yaşıyoruz. Ben, karım, çocuklarım, karımın akrabaları. Herkesin siniri tepesinde. Birbirimize bağırıp duruyoruz. Evimiz sanki bir cehenneme döndü.”

“Sana söyleyeceğim şeyi yapacağına söz verir misin?” diye sordu bilge ciddî bir sesle.

“Yemin ederim, ne söylerseniz yapacağım.”

“Pekalâ. Kaç hayvanın var?”

“Bir inek, bir keçi ve altı tavuk.”

“Onların hepsini evinize al. Bir hafta sonra yanıma yine gel.”

Bilgenin talebesi aldığı tavsiyeye çok şaşırmıştı, ama itaat edeceğine de söz vermişti bir kere. Çaresiz, hayvanları da odaya aldı.

Bir hafta sonra geldiğinde perişan haldeydi. Acı ve kederli inliyordu.

“Mahvolmuş durumdayız. Pislik! Koku! Gürültü! Hepimizin aklını kaçırmasına ramak kaldı.” Bu defa:

“Şimdi git ve hayvanları evden çıkar” dedi bilge.

Adam eve kadar hiç durmadan koştu. Denileni yaptı.

Ertesi gün bilgenin yanına geldiğinde gözleri mutluluktan parlıyordu:

“Hayat ne kadar güzel. Hayvanlar dışarıda. Evimiz öyle sessiz, öyle temiz ve öyle geniş ki! Sanki bir cennet!”

***

Şikâyet ve şükür, cehennem ve cennet kadar uzak birbirine. Siyah ve beyaz kadar zıt. Siyah yokluğun ve hiçliğin, beyaz varlığın rengi. Siyahın üzerine hangi güzel renk değerse değsin yokmuş gibi görünmeye mahkûm. Beyaz ise en hafif tonların bile bayram yeri. Kim şikâyet ediyor, memnuniyetsizliğini dile getiriyorsa, bilin ki onun gözü karanlığa bakıyor. Üzerindeki nimetleri ne görebiliyor, ne de gösterebiliyor.

Şikâyet, adresini şaşırmış duyguların ağlayışı aslında. Cenneti isteyen, ama bu dünyada inşa etmeye çabalayan insanın kendi kendisine çektirdiği bir azap. Ruhumuz sonsuza aç; sonsuz doyurabiliyor onu ancak. Göz ruhun penceresi olduğundan sonsuza açlığı gözlere yakıştırıyoruz. “Aç gözlü” diyoruz bu dünyada doymaya kalkanlara. Oysa ne bu dünya, ne de içindekiler insan ruhuna yetmiyor, açlığını dindiremiyor. Bu dünyanın sadece tatma yeri olabileceğini unutan insana en büyük dersi ölüm veriyor.

Ölümün ikazıyla hakikate uyanıyor insan. O yüzdendir ki, gözü bir türlü doymayan, hiçbir şeyle memnun olmayan, sürekli şikâyet eden, bin bir türlü nimete gözünü kapayan insanlar için “Gözünü bir avuç toprak doyursun” diyoruz. Bu gözler ancak ölümle, üzerlerine atılan toprakla cennetin varlığını, doyma yerinin ancak orası olabileceğini—iş işten geçmiş de olsa—anlıyorlar.

Ne büyük zarar, cenneti dünyada yaşama telâşı. Ne büyük kayıp. İstediğinin tam tersiyle cezalandırılacak kadar da büyük bir kabahat. Cennet nimetlerinin örnekleri olarak önüne sunulan dünya nimetlerini küçümseyen, yokmuş gibi davranan insan, bu dünyada cehennem hayatı yaşamaktan başka tercih bırakmıyor kendisine. Cehennemin yokluklarla yakan ateşi, daha bu dünyadayken yakıp kavuruyor insanı. Her iki dünyada zarar içinde zarar ediyor, şikâyeti hayat tarzı eyleyen zavallı insan.

Şükredici insanın gözü varlığa, var olana dönüktür oysa. Varlık dairesi ise hayırlarla doludur. Orada ne şer, ne de şikâyet edilecek birşey vardır. Şâkir insan, varlık değirmeninin çarklarının kendi keyfine göre dönmeyeceğini, dönemeyeceğini, dahası dönmemesi gerektiğini bilen insandır. Vücuda gelmiş her olaydaki açık ya da gizli hayrı görmeye adamıştır ömrünü.

Ruhunun ve kalbinin hizmetine verdiği gözü asla “keşke şöyle olsaydı” dedirtmez şükredici insana. O insan bilir ki, birşeyin yok iken varlığını veya var iken yokluğunu temenni etmek, âlemde hükümferma olan ilâhî düzene başkaldırmaktır. O yüzdendir ki, en sevgili kul ve en güzel insan (asm), çevresindeki insanlara asla “Bunu neden böyle yaptın?” veya “Şunu neden böyle yapmadın?” dememiştir.

Yol iki kısacası, şikâyet edip cehennemi lâyık görmek kendimize, ya da şükredip dünyada iken cenneti yaşamak...

www.muratciftkaya.com

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Tatil manzaraları



Çeşni

Gözlerini kırparken önümde yaz tatili,

İçimden gelen bir ses, “yaz” diyor “yaz”, tatili...

Ve işte yazıyoruz bir tatil havasında,

Çok

görmezsiniz bize bu kadar “az” tatili...

Her mesleğin, her işin kendine has “tatil” mânâsında bir hoş havası vardır. Fabrikada çalışan bir işçinin zor bölümden alınarak kolay bir bölümde geçici olarak çalıştırılması, onun için bir nevî dinlenmedir, nefes almadır. Hem de hoş ve “âtıl” kalmadan.

Çeşni’mizde ifade etmeye çalıştığımız da budur. Ciddî ve zor konulardan uzak, kalemi serbest bırakarak yazmak da bir nevî tatil olsa gerek.

Tatil, “âtıl” ve “atalet” kelimeleriyle aynı kökten gelir. Yani “âtıl hale getirme” gibi bir şey. Günümüz “tatil kültürü” ekseriyetle bu çerçevede seyreder. Bu anlayışa göre beynimiz ve vücudumuz olabildiğince az hareket etmeli. Uyuşukluk, gevşeklik, gayesizlik ve tembellik... en belirgin halleridir bu anlayışın. Yeter ki kalabalıklara uy, gerisine aldırma.

Şehrin kalabalığından kaçarak tatile gidenler, teslim olurlar başka bir kalabalığa. Hatta bazı piknik yerlerinde, geç kalan bir aile sofrasını serecek bir yer bulamaz. Kalabalığa teslim olur. Tanımadığı ailelerin sofralarının bitişiğine sofrasını serer, onların dizinin dibine diz çöker. Bunun da adı “tatil” olur, “eğlenme” olur, “dinlenme” olur..

***

Geçen Pazar biz de, Yukarı Avusturya Yeni Asya okurları olarak bir piknik yapalım dedik. İstanbul’da, Almanya’da yapılanlara özenerek.

İlgilenenlerden, “adak” sahiplerinden Allah razı olsun. Rabbimizin sonsuz kudret eserlerini doya doya seyretmemize vesile oldular. Yaklaşık on aile, on araba ile ormanlar içinde, dağ yollarında bir seyr ü sefer ki, dönüşü daha bir muhteşem oldu. Bardaktan boşanırcasına sağnak yağmur altında, ism-i Kuddüs’ün tecellîsini seyr ede ede yol alıyorduk. Gök gürlemeleri, çakan şimşekler ve boşalan yağmur altında sileceklerimiz aşkla görev yaparken, biz de geride bıraktıklarımızı hafızamızdan silmeye çalışıyorduk ama, silecekler kadar başarılı olamıyorduk. Yanan iki torba kömür, etleri pişirecek kıvama gelmişken, çaylarımız tam demini almışken, ateşi öylece yağmura teslim ederek, demlikleri yere dökerek arabalara sığınmamız, “Nasıl olsa ateş de gitti, çay da bitti” diyerek, yağmurun dinmesini beklemeden yola koyulmamız unutulacak gibi değildi. Üstelik son toparlanma işlerini yapan gençler sırılsıklam olmuşlardı. Neyse ki, dershanemize döndüğümüzde ne yağmur vardı, ne bulut... Selâhaddin Ağabeyin bahçesi de bu iş için bulunmaz bir mekânmış meğer...

Biz dersimizi almıştık.

***

Gurbetten sılaya uzanan yollar, tatil serüvenini öyle bir anlatır ki, fazla söze hacet bırakmaz.

Çile, meşakkat, özlem, sevinç, sıkıntı, keyif, tehlike ve macera... Ne ararsan mevcut.

Kazalar, ölümler, hırsızlıklar, yol kesmeler, tehditler, korkular... Saatlerce, bazan günlerce süren kuyruklar. Sıcakta bayılmalar, hastahanede ayılmalar.

Bazan da güzel bir seyahat mânâsında rahat ve keyifli bir kara ya da deniz yolculuğu... Ne çıkarsa bahtına.

Bazan da eğlenceli fıkralara bile girer. Şöyle ki:

Yüzlerce kilometre yol, tam gümrüğe yaklaşırken hanım haykırır:

– Eyvah, ocağı kapatmayı unuttum galiba!..

Beyi sakince tesellî verir:

– Telâşlanma hanım, nasıl olsa geri döneceğiz. Zira pasaportlar evde kalmış...

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Savaş ve rahmet peygamberi



Âlemlere rahmet olarak gönderilen Kâinatın Efendisi (asm), başka bir zaman, başka bir makamda da kendisinin “savaş peygamberi” olduğunu söylüyor. Hem de bunu, rahmet peygamberi olarak zikrettiği cümlenin akabinden “Ben rahmet peygamberiyim, savaş peygamberiyim”1 diyerek.

İlk bakışta rahmetle savaş bağdaşmıyor gibi. Hem barış peygamberi olacak, hem de savaş? Bunu nasıl anlamalı. Birbirine ters düşmez mi?

Düşmez. Çünkü bazan şartlar savaşı gerektirebilir. Tıpkı kangren olan uzvun kesilmesi gibi. İlk bakışta meselâ parmak gidecek, üzülüyorsunuz. Ama o kangren olmuş parmak kesilmezse el, el kesilmezse kol gidecektir.

Bir şerri, kötülüğü önlemek, saldırıya cevap vermek, silâh çekene silâhla mukabele etmek, âdetâ yaramazlık yapan çocuğa tokat atmak gibi birşeydir bu.

Demek bazan barışı ve huzuru sağlamak için savaş şartları doğabilir. O zaman savaş hem hedef, hem de savaş esnasında gösterilen şefkat itibariyle bir rahmet olur.

Hemen belirtelim ki savaş adı altında çapulculuk yapmak, kahramanlık gösterisinde bulunmak, gücü imha ve yok etmede kullanmak, sömürü aracı yapmak yoktur İslâmda. Hele hele barış ve güvenliği sağlamak adı altında savaşı sömürü âleti yapmayı İslâm kesinlikle yasaklamıştır.

Savaşa da bir çekidüzen vermiştir İslâm. O esnada da şefkat ve merhameti elden bırakmayacaktır mü’min.

Savaşta bile yersiz, haksız, merhametsiz imha ve ölümlere set çeken Allah Resûlünün (a.s.m.) kadınlara, çocuklara, savaşmayan sivil halka, mabedlere, din adamlarına, ağaçlara dokunmamayı, çevreyi tahrip etmemeyi emretmelerinde2 barış arayışlarını görmemek mümkün mü?

Maksat toprak almak değil, İlâ-yı Kelimetullah, insanları zulmetten, karanlıktan Allah’ı tanımanın aydınlığı içinde huzura kavuşturmak.

Zaman olur cerrahî bir müdahale hâline gelir savaş. Tıpkı cerrahî müdahale ile hastayı sağlığına yeniden kavuşturmak gibi.

“Ben rahmet peygamberiyim, savaş peygamberiyim”3 diye Türkçemize çevirdiğimiz cümlede “savaş” kelimesi yerinde “melhama” kelimesinin kullanılması da oldukça anlamlıdır. M-l-h kökünden gelen bu kelimenin bir anlamı da barıştır. Onun içindir ki ifade “Ben rahmet peygamberiyim, barış peygamberiyim” şeklinde de tercüme edilir. Nitekim Mekke’nin fethinde resm-i geçit esnasında Ensar’ın komutanı Sa’d bin Ubade, Ebû Süfyan’a duyururcasına, “Bugün büyük savaş günüdür” diye bağırdığında Allah Resûlü bundan hoşlanmamış, Ebû Süfyan’ın şikâyeti üzerine de, “Bugün Allah’ın, Kâbe’nin şanını yücelteceği bir gündür. Bugün merhamet günüdür”4 diye düzeltmiş, o fethi merhamet günü olarak ilân etmişti.

Bugün savaşı barış harekâtı adıyla yâd etmek literatüre girmemiş midir? Kıbrıs’ta Rumların zulümlerine karşı 1974’te Kıbrıs’a yaptığımız çıkarmayı da, “Kıbrıs Barış Harekâtı” diye yâd etmiyor muyuz?

Dipnotlar:

1- Müsned, 5:405.

2- Buharî, Cihad: 102, 143; Müslim, Fedâilü’s-Sahabe: 34.

3- Müsned, 5:405.

4- Vakidî, Meğazî, II:822.

5- Bakara Sûresi: 256.

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Bu bir siyasî yazı değildir



Kader-i İlâhî’nin cilvesine bakın ki bu ülkede ne zaman ki başımıza dindar kadrolar hükümet olmuşlarsa, dine ve dindarlara yapılan haksızlıklar ve baskılar artarak devam etmiş.

Ne zaman ki dinî motifleri ön planda tutan veya millet nezdinde öyle görünen siyasîler iktidar olmuşlarsa, ehl-i din olmadık haksızlıklara, hakaretlere maruz kalmış, onlara yönelik baskılar, hücumlar tahkirler had safhaya ulaşmış.

Dinî değerleri ön plana çıkararak milletin desteğini isteyen ve bu sayede hükümet olmayı başaran kadrolar, milletin dinî yaşantısına değil yardımcı olmak, onların çektikleri sıkıntılar karşısında çaresizliklerini ilân edercesine seyirci kalmayı tercih etmişlerdir.

Muhafazakâr milletin reyleriyle başa gelen, muhafazakâr görünümlü hükümetlere karşı bütün şer kuvvetleri adeta bütün şirretlikleriyle karşı koyarak, hükümete meydan okurcasına, iktidarı yıpratmak gayesiyle milletin kudsî değerlerine hücum etmeyi aralıksız sürdürüyorlar.

Bu söylediklerimiz mevcut hükümetle sınırlı değil. Yakın tarihimizde hükümet olma başarısını başaran aşağı yukarı bütün muhafazakâr hükümetlerin ortak kaderi. Türkiye’nin aşağı yukarı yarım yüz yıldan bu yana gelip geçen hükümetlerini hatırlayabilen herkes, şu ifade etmeye çalıştıklarımızın doğruluğunu çok iyi bilirler.

Yani tekrarla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Dindar görünen kadrolardan oluşan hükümetler zamanında dinî değerlerimiz ve dindar insanlarımız hep zarar gördü. Bu gibi dönemlerde dine ve dindar kitleye verilen zarar, bu ülkede ihtilâl dönemleri de dahil, başka hiçbir hükümet zamanında verilmedi desek mübalâğa olmaz.

Bu söylediklerimi, kesinlikle bir siyasî mülâhazanın ötesinde memleketimizin yakın siyasî tarihini yaşayan ve bilen birisi olarak ifade etmeye çalışıyorum. Söylediklerimizin doğruluğunu tesbit babında, geçmişten bu güne Türkiye’de manevî alanda milletin ihtiyaçlarına cevap olması bakımından, hangi hükümetler zamanında ihtiyaç duyulan Kur’ân kursları, imam hatip liseleri, ilahiyat fakülteleri açılmış? Hangi hükümetler bu çeşit eserleri vücuda getirmiş? Bunları bir araştırıp baksınlar. Bir de hangi hükümetler bunlara sahip çıkıp yenilerini açmak yerine tutarsız söz ve davranışlarıyla bunların tek tek kapatılmasına sebep olmuşlar? Bunun böyle olduğunu merak edenler sorup öğrenebilirler.

28 Şubat örtülü darbesi ve “kamusal alan” zırvası gibi inananları hedef alan icraatların da, Müslümanlara daha iyi imkânlar vaad eden hükümetler zamanında yapılmış olması da calib-i dikkattir.

Evet bütün bu olup bitenler bize neleri gösteriyor? Olan bitenler, birer tesadüf olmadığına göre, bu sûretle ehl-i dine hangi mesajlar verilmek isteniyor? İnananlar olarak bizzat yaşadığımız ve şahit olduğumuz bu garip icraatlardan ibret alıp, ders çıkarmamız gerekir diye düşünüyorum.

Olup bitenlerden gerekli mesajları alabilme basiretini gösteremeyip, düştüğümüz hatalarımızı tekrarlama vartalarından kurtulamazsak, siyasîlerin ve şer kuvvetlerin üzerimizdeki oyunları devam edecek ve bu güne kadar çektiğimiz sıkıntıların ve maruz kaldığımız haksızlıkların ve hakaretlerin sonu gelmeyecektir.

Hak etmediğimiz şu zulme varan haksızlıklar ve baskılar, durup dururken elbette başımıza gelmiyor. Bu noktada ehl-i din olarak payımıza düşen hata ve kusurlarımızı düzeltme yoluna girersek, belki bundan sonrası için bu güne kadar çektiklerimizin sonu gelebilir.

Dindardır, muhafazakârdır, haklarımızı ararlar sâikiyle oylarımızı vererek hükümet olarak başımıza getirdiklerimizin, bu meyanda bu güne kadar, dertlerimize deva olacak bir adım atamamaları, bize yeni bir değerlendirme yapmak için bir ip ucu, bir mesaj olmalı artık.

Ayrıca geçmişte iktidar olup, hükümet olan ve belki de öyle belirgin bir dindarlıkları da bulunmayan, fakat manevî sahada, ehl-i dinin lehine olan iş ve icraatlara imza atma başarısını gösteren, kısmen de olsa ehl-i dinin rahat bir nefes almasına yardımcı olan siyasî kadroların bu başarılarını da yeniden hatıra getirip, bir durum değerlendirmesi yapmakta fayda görüyorum şahsen.

Bunun böyle olduğuna yakın siyasî tarihimiz şahittir. Elbet başımıza gelenlerde kaderin payını unutmamak gerekir. Ehl-i din olarak dinî yaşantımızdaki hata ve kusurlarımızı düzeltme yoluna gitmeyip, kurtuluşumuzu yalnız ve yalnız siyasîlerden bekleme yanlışından vazgeçmezsek, sıkıntılarımızın sona ermesi belki de hayal olur.

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Vasiyetimizi yazdık mı?



Manisa’dan okuyucumuz: “Bir Müslüman hangi şeyleri vasiyet konusu saymalıdır? Her Müslüman vasiyet yazıp bırakmalı mıdır? Böyle bir vasiyet bırakıldığında geriye kalanlar dînen bu vasiyeti yapmak zorunda mıdır?”

Vasiyet, sağlığında kendi sorumluluklarını bizzat yerine getirmekten aciz kalan kimsenin, bu sorumluluklarının yerine getirilmesi için yakınlarının sağlığından yararlanması demektir. Başka bir ifadeyle, bize ölüm belirtileri geldiğinde, yapmak isteyip yapamadığımız işlerimizin yapılmasını veya takip edilmesini, hayatta olan yakınlarımızdan rica etmektir.

Üzerimizdeki kul hakkının ve Allah hakkının ödenebilir kısmının, bıraktığımız malın üçte biriyle ödenmesini vasiyet etmemiz vaciptir. Bıraktığımız malın üçte biri ile yerine getirilebildiği sürece, vasiyetimizi yerine getirmek varislerimiz üzerine de vaciptir. Eğer vasiyetimiz, malımızın üçte biri ile yerine getirilemiyorsa, vasiyetimizi yerine getirmek varislerimiz üzerine vacip olmaz. Yerine getirirlerse iyi olur. Fakat maddî imkânları yoksa bizim vasiyetimizi yerine getirmeye zorlanamazlar.

Her Müslüman’ın mutlaka vasiyet yazıp bırakması şarttır denemez. Esas olan, kişinin mümkün mertebe kendi sorumluluklarını bizzat kendisinin üstlenmesi ve öldükten sonra geriye vasiyet konusu bir şey bırakmamasıdır. Fakat hayatın olumsuz sürprizleri bazen buna izin vermeyebilir. Ve vasiyet yapmak bir zorunluluk halini alabilir.

Her şeyi vasiyet konusu yapmamalıdır. Vasiyet konusu yapacağımız şey hüküm olarak farz şiddetinde olmalı ve geride kalanları sıkıntıya sokmayacak cinsten olmalıdır. Meselâ, mezarının şuraya değil, falan yere kazılması; namazının falanca kişi tarafından kıldırılması; evinin falancaya satılması gibi yapılması imkân ve tercih meselesi olan işlerde bağlayıcı şekilde vasiyet bırakıp varislerin elini kolunu bağlamak doğru olmaz. Farz olmayan işlerin vasiyeti “Mümkünse...” gibi nezaket ifadeleriyle yapılmalı; imkân nisbetinde yapılmasının yeterli olduğu belirtilmelidir. Yapılamadığı takdirde geride kalanlara gönül koymamalıdır.

Konusu günah olan işleri vasiyet etmek günah olduğu gibi, böyle vasiyetleri yapmak da günahtır. Meselâ, falanca kişiyle asla konuşulmaması veya falanca kişinin öldürülmesi gibi günah şeyler vasiyet edilmişse, bu vasiyete uyulmaz.

Keza kişi sadece bedenen yapılan şahsî farzları vasiyet konusu yapamaz. Meselâ kaza namazı olan birisi, bunun kendisi için kılınmasını varislerine bırakamaz. Bunun fidyesinin verilmesini de isteyemez. Çünkü namazda fidye yoktur. Kaza orucunun tutulmasını da vasiyet edemez.

Fakat kişi, malî olup kendi sağlığında yapmaya fırsat bulamadığı–sıhhatinin bozukluğu sebebiyle ilgilenemediği—yükümlülüklerin yerine getirilmesini, yeterli derecede mal bırakmış olmak şartıyla, vasiyet edebilir. Yeterli derecede mal bırakmamışsa yaptığı vasiyetin yine bir anlamı olmaz.

Meselâ zekât borcu, oruç veya yeminle ilgili fidye borcu, hac borcu, kul borcu gibi malî borçlarının ödenmesini, eğer yeterli derecede mal bırakmışsa, vasiyet etmek vaciptir.

Ölenin bıraktığı malın üçte biriyle, yaptığı vasiyetleri yerine getirmek de varisler üzerine vaciptir.

Duâ

Allah’ım! Namazımızı kemale erdir! Orucumuzu kemale erdir! Zekâtımızı kemale erdir! Haccımızı kemale erdir! İbadetlerimizi kemale erdir! Duâlarımızı kemale erdir! İşlerimizi kemale erdir! İsteklerimizi kemale erdir! Sehven yaptığımız hatalarımızı affet! Bilerek hata yapmaktan bizi koru! Hatalarımız sebebiyle ibadetlerimizi reddetme! Günahlarımız sebebiyle bizi kulluğundan atma! Sevaplarımız sebebiyle bize ucb verme! İmanımızı korku ile ümit arasında muhafaza eyle! Bize korku ile ümit arasında hayırlı amel nasip et! Amellerimizi kabul buyurduğun ameller listesine al! Derecemizi razı olduğun kullar derecesine yükselt!

Âmin... Âmin... Âmin...

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sosyetik dayak



Güneydoğu’daki bazı illerimiz, intihar ve ‘töre cinayetleri’yle gündeme geliyor ya da getiriliyor. Medyada yer alan ‘töre cinayeti’yle ilgili haberlerde, özellikle İslâm dini ‘suçlu’ gösterilmek isteniyor ki, bu kadar yanlış bir değerlendirmeyi ancak ‘gerçeklere gözünü kapayan medya’ yapabilir.

Hatta bazı yazarlar, ‘din âlimleri’ ve ‘duyarlı medya’yı bu konuda ‘suskunluk’la suçluyor. Onlara göre bu konuda ‘susmak’ bir çelişki.

Önce bir ‘ortak nokta’da anlaşmak gerekecek: Bu ve benzeri problemlerin ‘çare’si nedir? Bize göre cemiyeti kemiren dertlerin çaresi “İslâmın ter-ü taze iman esasları”ndadır. Doğru İslâm ve İslâmiyete lâyık doğruluk hayatımıza hükmetse, ‘töre cinayetleri’ de yaşanmaz. Çünkü İslâmiyet, problemi ‘kökten’ halleder. ‘Töre cinayetleri’nde açıklanan en büyük sebep, genellikle ‘zina’ değil midir? Öyle ise, ‘zina’ yolunu kapatmadan ‘töre cinayetleri’nin önünü almak mümkün olabilir mi? “Zina olsun, cinayet olmasın” demek; gerçeklere göz yummak anlamı taşır. Kimse, bu beyanlardan; ‘töre cinayetine gizli destek’ mesajı çıkarmaya çalışmasın. Dediğimiz şudur: Zina da olmasın, cinayet de olmasın! Yoksa ‘ateş ile barut’u yan yana getirmeyi savunup, sonra da ‘yangın çıkmasın’ demek ‘fıtrat/yaradılış’ kanunlarına ters olur, bu da bilinsin.

“Töre cinayetleri” üzerinden İslâma hücum etmeye çalışan ‘bır kısım medya’; nedense ‘sosyete’de yaşanan ‘dayak’ hadiselerine ‘magazin malzemesi’ olarak yaklaşıyor. Soruyoruz: Sosyetede boşanmalara sebep olan ‘dayak’ hadiselerinde ‘suç’ kimde?

“Töre cinayetleri” daha fazla gündeme taşınsa da, asıl çirkinlikler ‘sosyete’de yaşanıyor. Gazete manşetlerine taşınanlar ise sadece ünlülerin arasında yaşanan ‘dayak’ ve ‘şiddet’ hadiseleri oluyor. Bir de medya gündemine gelmeyenleri düşünelim...

Yıllar önce, Kuruçeşme’deki ‘Mülkiyeliler Birliği’ salonunda konuşan Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, sosyetede yaşanan ‘iki yüzlülük’e isyan edip şu anlamda sözler söylemişti: “Sosyetik hayat yaşayan aydın erkekler, lütfen dışarda/ sokakta/ işte başka hanımlara gösterdiğiniz saygı, güleryüz ve hoşgörüyü evdeki kendi hanımlarınıza da gösterin!”

Bu beyan, sosyetenin içten içe çöktüğünü ve ‘sırça köşkler’de kavgalar, şiddet ve dayak hadiselerinin yaşandığını ima etmiyor mu? Nitekim, duyulunca kamuoyunun ‘şok’ olduğu ‘ünlü dayak’ hadiseleri yaşanıyor. Bazı profesör ve zengin işadamlarının hanımlarına şiddet uyguladığı, hakaret ettiği ve dövdüğü duyuluyor. Pek çok hadise mahkemeye aksediyor ve neticede—maalesef—eşler boşanma yolunu tercih ediyor.

Medyanın gündeminde yine ‘sosyetik dayak’ hadisesi var. Buna göre, eşinin boşanma dâvâsı açtığı ‘sosyete emlakçısı’ eşine şiddet uyguladığını kabul etmiş ve bunu da ‘sevgide aşırı tepki’ olarak açıklamış. Gazetenin, ‘sosyete emlakçısı’ olarak tarif ettiği kişi, şiddetin sebebini de, eşinin 2 yıldır çocuk istememesi olarak açıklamış. (Sabah, 1 Temmuz 2006)

Gerek ‘töre cinayetleri’ ve gerekse ‘sosyete dayak’larına son vermek için “doğru İslâm”a sarılmaktan başka çare yok. Yanlışta ısrar edip, “var” diyenlerin geldiği nokta, gazete manşetlerini süslüyor...

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Kenan Evren Sibel Can’ı dinleyince!



Geçen haftanın en önemli (!) magazin haberlerinden biri, Marmaris’te mukim Evren Paşa’nın, şarkıcı Sibel Can’a yaptığı iltifattı! Söz konusu iltifatın tarzına, söyleyenin yaşına ve konumuna bakıp eleştiri getirenlere kulak kabartırken arada kaynamasını istemediğim bir nokta dikkatimi çekti…

Boş vakitlerinde resim yapıp sonra da bunları en ünlü ressamları bile kıskandıracak fiyatlara satarak Marmaris günlerini sürdüren Evren Paşa, sahneden yanına inen şarkıcı Sibel Can’a; “Tam olmuşsun Sibel, bravo. Senin resmini yapmak lâzım.” demiş… Yazılı ve görsel medyanın çok geniş yer verdiği bu haberin devamında Sibel Can’ın da durumdan memnun olduğunu, ancak “nü” değil, “portre”ye razı olabileceğini öğrendik aynı kanallardan!

Medyada “iltifat” olarak sunulan kelimelerin, yaşı 80’e doğru yol alan ve “devlet adamı” sıfatı taşıyan biri tarafından, yarı yaşında bile olmayan—şarkıcı da olsa—bir bayana uluorta söylenip söylenemeyeceği tartışmalarından geçtim…

Ama… Kenan Evren, 12 Eylül gününe kadar vatan evlâtlarının kanları alenen akarken neyi bekledikleri sorulduğunda da; “Şartların olgunlaşmasını bekledik!” dememiş miydi?

Millete söylenen “Şartların olgunlaşmasını bekledik!” itirafından 26 yıl sonra bir şarkıcıya söylenen “Tam olmuşsun...” sözü niyeyse aklıma takıldı! Sibel Can’ın muhtemelen ilkokula gittiği yaşlardaki darbeci Kenan Evren’i tanımadığını niye düşündüm?

Neyse… Bilemiyorum!

“Ressam,” “tonton dede,” değil!

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi demokrasi ayıbı dönemlerde yapmaları gerekenleri yapmayan siyasilerin bu gün bile utanmadan meydanlara çıkabildiklerine asla anlam veremiyorum… Onları; günü kurtarmayı yeterli görme ayıpları ve demokrasi üstüne söyledikleri yalanlarıyla baş başa bırakırken, sinemacılarımızdan önemli bir tesbite dikkat çekmek istiyorum…

12 Eylül’de işkence görenlerden biri olan yönetmen Ömer Uğur, o dönemde yaşadıklarını “Eve Dönüş” adlı filmiyle beyazperdeye taşıyacak. Filmin önemli rollerinde Mehmet Ali Alabora, Sibel Kekilli, Altan Erkekli, Erdal Tosun ve Civan Canova oynayacak… Yönetmen Ömer Uğur, 12 Eylül günlerini anlatacağı filmi için; “Yeni kuşağın ‘ressam tonton dede’ olarak tanıdığı Kenan Evren’i, darbeci general yüzüyle tanıtmak istiyorum” diyor. Bu son derece önemli tesbite katılmaz mısınız?

Yönetmen Ömer Uğur’un 6 Haziran günü Günaydın’a yaptığı açıklamada söylediği şu sözler de “Eve Dönüş” filmini heyecanla beklememizi gerektiriyor: “Filmde eleştiri yapmayacağız, eleştiriyi izleyici yapacak. Biz sadece o döneme yönelik tesbitlerde bulunacağız. Mümkün olduğunca da o dönemde yaşananlara sadık kalacağız. Bazıları çok sinirlenerek, ‘Vay be bunlar da yaşanmış!’ diyecek. Bazıları da bizi eleştirerek; ‘Abi biz daha kötü günler yaşamıştık. Acaba filminizde bir yanlışlık mı var?’ diyecek. Hiçbir cunta masum değildir. Başbakan asıldı, bakanlar asıldı, üç genç asıldı. Darbe döneminde siyasî suçtan dolayı cezaevindeydim. İşkence gördüm. Örneğin bu filmde de bulunan falaka sahnesini ben sorgulama sırasında yaşadım. Ben nasıl işkence gördüysem, filmde o işkence sahneleri yer alacak. Filmin galasına Kenan Evren’i de dâvet edeceğim. Evren kendisini ifade ettiği gibi demokrat, hoşgörülü biriyse dâvetimizi kabul etmesini bekliyorum.”

“İnsan”ı unutmanın sonucu...

Her konuda yaşadığımız sıkıntıların kaynağı olarak “insan”ı unutmamızı görüyorum… “İnsan”ı unuttuğunuz, hiçe saydığınız zaman, madde-para öne geçiyor, makam öne geçiyor, kariyer öne geçiyor… Bunlara “insan”ı geriye iten başkaca tercihleri de eklemek mümkün… Ama… Sanıyorum bu kadarı bile yeter ne demek istediğimi anlatmama…

Son zamanlarda turizmde yaşamakta olduğumuz durgunluk için bahaneler üretiliyor… Kimi İsviçre maçında yaşananlara bağlıyor tur iptallerini kimi başka başka sebeplere… Ama bakıyorum da kimse —özellikle—turistle muhatap olan insanlarımızın, esnafımızın bu noktadaki durumuna bakmıyor!

Turistik bölgelere giden medya mensupları kameralarını ve kalemlerini “kum ve deniz haberleri”ne malzeme bulmaktan başka tarafa çevirmedikçe de durum pek değişmeyecek!

Hemen her alanda olduğu gibi turizmde de ana unsurun “insan” olduğunu çok iyi bilmemiz gerek… Gelen de “insan,” ona ev sahipliği yapacak, onu en iyi şekilde ağırlayacak ve bunun karşılığında da hakkı olan ücreti alacak olan karşılayan da “insan”!

“Gelen insan”ları seçme hakkımız da şansımız da yok… Ama durumlarını tesbit edebilme şansımız var… Dünyanın ya da Avrupa’nın başkaca ülkelerine zengin turistler gidip orada bolca para harcarken, maalesef ülkemize belli başlı ülkelerin işçileri geliyor… Onlar da cebinde akrepleriyle geliyorlar ne yazık ki… Ülkemizin turizm tesisleri işletmecileri de “her şey dâhil” dedikleri sistemle bu çarkın devamını sağlıyorlar… Sonuç ortada!

Gelelim o turistleri karşılayan “insan”ımıza… Ne yazık ki ekonomik açıdan baktığımızda bu kitle, gelen “insan”ların hepsini de ne yapıp edip yolunacak kaz olarak görüyor… İşin öbür boyutu ise başlı başına utanç! Yanında eşi olmasına rağmen, gelenlerin “bayan” olanlarının neredeyse tamamına da cinsel meta olarak bakıyor karşılayanlarımızın önemli bir bölümü… Özellikle Akdeniz bölgemizdeki bir iki ilçemizde bu durumun boyutlarını anlamak isteyenler, “turiste tecavüz” tarzı haberleri hatırlasın…

Sadece turisti ve turizmi düşünerek değil… Ülkenin geleceğini düşünerek “insan” yetiştirmeye özen göstermemiz gerek… Hem de her alanda ve acilen… Yoksa yarın çok geç olabilir!

BAŞSAĞLIĞI:

Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a ağabeyinin vefatından dolayı başsağlığı diliyor, sabr-ı cemîl niyaz ediyor, merhuma Cenâb-ı Mevlâ’dan rahmet temenni ediyorum.

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

İttifak cephesi



Ecevit gözlerini açmış.

Fakat o da ne?

Rahşan Hanım, yanıbaşında değil!

Peki nerede?

İttifak peşinde.

Siyasette "ittifak" olur mu?

Neden olmasın. Örnekleri çok. Kimi zaman bazı küçük partiler, iktidara yakın partilerin sırtından meclise girmiş.

Sonra, "evli evine, köylü köyüne" ittifak bozulmuş.

Bu "spor"da da görülür. Başkan olmak isteyenler, "grup"larla ittifak halinde bulunur ve ikbal perdesini aralar.

Ya da:

Dev kulüp başkanları bir araya gelip, "centlimenlik" veya "dostluk" ittifakı kurar...

Peki, bu ittifak neden kurulur? Cevabı basit: Dağıtmak için.

İttifaklar sahiden "bozulmak" için mi kurulur?

Türkiye şartlarına baktığınızda "evet."

Peki, Rahşan Hanım, neden durup dururken "ittifak" peşine düştü?

Bozmak için mi?

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Sağlı-sollu manevralar



Meclis tatile girdi. Milletvekilleri 1 Ekim’e kadar bölgelerinde vatandaşla iç içe olacaklar. Ancak Ankara yaz aylarında siyaset açısından hayli hareketli geçecek…

Cumhurbaşkanlığı ve erken seçim tartışmalarının yapıldığı bir ortamda siyaseti yeniden “dizayn etmek” isteyenler, siyasî manevralar ile seçmenin kafasını karıştırmaya çalışıyorlar. AKP’ye cumhurbaşkanı seçtirmemek ve hükümeti erken seçime zorlamak için siyasette adı “ittifak” olsa da “cepheler” oluşturulmaya çalışılıyor.

Bülent Ecevit 18 Mayıs’ta beyin kanaması geçirdiğinden beri hastahanede yoğun bakımda yatıyor. Eşi yoğun bakımda olan Rahşan Ecevit ise büyük bir misyon(!) üstlenip “sağlı-sollu ittifak” için—nasıl olacaksa—kolları sıvadı. Hafta içi bazı partileri, sivil toplum örgütlerini dolaştı ve—kendi deyimiyle—“güzel güzel” konuştu.

Rahşan Ecevit, bu işe niye giriştiğini ise şöyle özetliyor: “Bülent Ecevit Türkiye’nin kazanımlarının tek tek alındığını düşünüyordu. Bu durumdan kurtulmanın yolu olarak ‘sağlı-sollu ittifak’ı düşünüyordu. Ama sonra hasta oldu. Hastalığı da biraz uzunca sürecekmiş. Onun için ‘Bu iş yarım kalmasın’ dedim…”

Sonuçsuz kalacağı başından belli olan bu girişiminde kendisine desteği sadece kendi partisi DSP verdi! DYP, CHP, MHP ve ANAP’tan Rahşan Ecevit’e “ret” cevabı verildi.

İşin bir başka düşündürücü tarafı ise, iki sol parti DSP ile CHP ittifak konusunda birbirleriyle anlaşamazken, sağlı-sollu ittifak nasıl olacak? Bu sorunun cevabını şu ana kadar kimse vermiş değil…

Rahşan Ecevit, ziyaret ettiği partiler ve toplum tarafından da kabullenilmeyen “sağlı-sollu ittifak girişimleri”ni sürdüreceğini bildiriyor ve önümüzdeki hafta da bazı sivil toplum örgütlerini dolaşacağını söylüyor. Bunlar nafile görüşmeler olsa da…

* * *

Sağlı- sollu ittifak için yola çıkan Rahşan Ecevit, “cepheleşme” iddialarına “Eşim ittifak derken, sağlı sollu bir ittifak dediği için cepheleşme olmaz diye düşünüyorum” dese de bunun “cepheleşme” olduğu konusunda herkes hemfikir…

“Cephe” olayının tutmayacağını ilk fark eden isim DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar oldu. “AKP ve karşısındakiler” şeklindeki bir cepheleşmenin içinde olmayacağını kesin bir dille açıklayan Ağar, “Benim ittifakım milletledir” diyerek bu oyunlara set çekti. Ağar, “Meselenin böyle ortaya koyuluşu fevkalâde yanlış ve inciticidir. Mevcut iktidar partisini rejim karşıtı gibi göstererek, demokrasiyle ilgili hiç kimsenin bir endişesi olmadan ‘rejim tehlikede, laiklik tehdit altında’ söylemleriyle bir cepheleşme gelişimi oldu. Biz zamanında bir tavır koyduğumuz için bugün herkes bunun dışına kaçtı” değerlendirmesi ile yaşananları adeta özetledi. Ağar, bu düşüncelerini “Hoş geldiniz, ama teşekkür ederiz” şeklinde gerçekleşen Rahşan Ecevit’in kendisini ziyaretinde tekrarladı.

Rahşan Ecevit’in randevu taleplerini kabul etmeyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, sağlı-sollu ittifak arayışlarını “Hayalî siyasî senaryolar ve siyasî koltuk değneği arayışları” olarak değerlendirirken, “Biz kendilerine sadece iyi şanslar ve başarılar dileriz” diyerek kapıları kapattı.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise, olaya farklı bir boyut kazandırarak, “CHP’de birleşelim” teklifini getirdi.

* * *

Milleti cephelere ayırma projeleri şimdiye kadar milletten hiç destek görmemiştir, görmezde… Bu cepheleşme de daha başlamadan bitti. Demokratik kurallara göre hükümetin değiştirilmesinin yolu sandıktan geçer, yoksa bu tür girişimler ancak ara dönemlerde olur.

Çünkü bir cephe oluşturulursa, karşısında da başka bir cephe oluşacaktır. Bundan da hem demokrasi, hem de millet zarar görecektir.

Kafaları karıştırmaktan başka bir işe yaramayan bu “sağlı sollu ittifak” girişimlerine milletin de sıcak bakmadığı ortada… Milletin gönlünde yer bulamayanlar, ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir zaman başarılı olamamıştır.

Bu tür “sun’î çözümler” AKP karşısında bir güç birliği oluşturmaktan öte, muhalefet cephesinde zihin karışıklığına yol açmaktan başka bir işe yaramadı.

Bu tür “cepheleşmeleri” bir kenara bırakıp ittifakları milletin iradesine bırakmak gerekir.

Çünkü, millet ne yapacağını çok iyi bilir. İradesine müdahale edilmesini istemez. Müdahale edildiğinde de geçmişte olduğu gibi bugün de, yarın da cevabını verir…

02.07.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İsrail’in kaderi



Newsweek dergisinin son sayısında, ‘son söz’ olarak Elie Wiesel’le bir konuşmayı okudum. Bana konuşma çok ilginç, bir o kadar da çelişkili geldi. Elie Wiesel bilindiği gibi tanınmış Nazi avcılarından birisi. Kendisinin deyimine göre hayatını mazlumlara adamış. Geçenlerde Ürdün’de Petra’da kendisi gibi Nobel ödülü haizleriyle (tam 30 ödül sahibi) ülke liderlerini biraraya getirdi. Bu buluşmada Mahmut Abbas ile Olmert de vardı. Olmert’i Şaron’un halefi olarak görüyor ve barış için sonuna kadar gideceğini düşünüyor. Duyarsız dünyayı duyarlılığa davet ediyor. Özellikle de siyasetçi kuşağı duyarsız görüyor ve onların duyarlılığını tahrike çalışıyor. Bazı tespitleri ilginç geldi. Sözgelimi politikacıların imajı ve tanımı konusunda sarfettiği sözler: “Eskiden politikacı dendi mi şehrine, ülkesine hizmet eden ve güzel çalışmalara kendini adamış kişi veya isimler akla gelirdi. Bugün ise bir kişiye siyasetçi derseniz muhtemelen bu hakaret anlamına gelebilir.

Problem ahlâkî boyut eksikliğinde. Bu boyut yok, sadece bazı kıyı ve köşelerde saklı kalmış vaziyette. Ne yapmalı? Bir fikrim yok, ama bu seçilmiş kişileri bir aylığına kursa tabi tutmalı...” Onun ağzından bunları duyunca gerçekten de umuda kapılıyorsunuz. Sağduyunun varlığını seziyorsunuz veya sezinliyorsunuz. Ahlakî perspektif üzerine oturmuş konuşmanın devamını okuyunca da tam mânâsıyla hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Adam ahlâktan dem vuruyor, ama Allah’ı ahlaksızlıkla suçluyor. Bu aklıma, Kur’an-ı Kerim’deki Yahuduilerin Allah’a atfettikleri nitelemeleri getirdi. Elie Wiesel’in selefleri de Allah’ın eli bağlıdır, cömert değildir diyorlardı. Onların bu küstahlıklarıyla alakalı olarak Kur’an bizlere şunları söyler: “Yahudiler ‘Allah’ın eli bağlıdır’ dediler. Kendilerinin elleri bağlansın ve dedikleri yüzünden lanete müstehak olsunlar, bilakis O’nun iki eli de açıktır, istediği gibi verir... (Maide: 64)”

***

Avrupa’da bir zamanlar Şaron’un Hitler’e benzetilmesinden yakınan ve buna içerleyen Wiesel onun ne kadar barışsever birisi olduğunu söyledikten sonra, kendisine inme indi. Kalp sektesiyle darbe yedi. “Şayet Allah varsa çok esrarengiz yollardan çalışıyor değil mi?” şeklinde edeb maallah denilen sınırları aşmış, çizgi dışına çıkmış soruya bakan Wiesel ne karşılık veriyor: “Adil ve hakça olmayan yollar. Evet, bazen büyük generaller de barış mesajcısı haline gelebiliyorlar...” Burada isimlerinden birisi el Adl olan Cenab-ı Hakka adaletsizlik isnat etmesi sefahetten ve akılsızlıktan başka nedir ki? (Newsweek, July 3/July 10, 2006). Kur’ân da onlara süfeha yani akılsızlar diyor.

***

Fakat Elie Wiesel’in tahliline derinlemesine baktığımızda karşımıza ilginç bir gerçek çıkıyor. İsrail’in kaderi. Rabin ve Şaron’un akibetleri üzerinden İsrail’in kaderine ulaşmamız da mümkün. Onlar da İsrail’in yatışmaz yapısını yatıştıramadılar. Kader buna engel oldu. Bilindiği gibi sertlik ve nobran ve huşunetlikleriyle tanınan Rabin ve ardından Şarın sonunda barışa dümen kırmışlardı. Bu iki eski general barışa en yakın duran iki generaldi. İkisinin akibeti de benzer oldu. Süreçlerinin meyvesini göremeden kahir sebeplerle iktidara veda ettiler. Rabin fanatik bir Yahudinin suikastına maruz kaldı ve devredışı bırakıldı. Ardından ‘barışcı mirası’na sahip çıkan olmadı. Ardından Şaron eski partisine kazan kaldırdı ve Netanyahu’dan ayrıldı ve tek yanlı da olsa, bildiği yoldan, Filistinlileri tatmin etmese de bir barış gerçekleştirmek istiyordu. Yerleşimciler kendisine diş biliyorlardı, ama yerleşimcilerin nasuti eylemine gerek kalmadan ilahi seleksiyon sonucu bir sekte-i kalp darbesiyle kalkmamak üzere yatağa düştü. Rabin ve Şaron dönemi kadar barışa bu kadar yaklaşılan ve kıl payı mesafenin kaldığı bir dönem olmamıştı. İki defasında da engel çıkması karşısında siz de ‘ bu İsrail’in kaderi olmalı. İsrail kader kütüğünde ve kimliğinde barış yok’ demez misiniz? Rabin’in ölümünün ardından 1996 senesinde halefi Şimon Peres’in ilk yaptığı icraat Gazap Üzümleri ile barışı öldürmek değil miydi? Şimdi Şimon Peres’le birlikte aynısını Şaron’un halefi Olmert Gazze’de yapıyor. Gazap Üzümlerine karşı şimdi de Yaz Yağmuru. Barış yanlısı Elie Wiesel’e de Petra’da liderlerle birlikte havanda su dövmek kalıyor.

02.07.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004