|
|
İsmail BERK |
AB gündemine dönelim |
|
AB ilerleme raporu, Ekim ayında önümüze gelecek öncelikli gündem görünüyor. Demokratikleşme adımları; PKK’nın terörü azdırması ve Ortadoğu’daki sıcak gelişmeler yüzünden tavsadı.
İç politikayı etkisizleştirmeye çalışan bir kısım medyanın laiklik kâbusu ve paranoyak saldırıları ile askerî cenahı kışkırtıcı yayınları, hükümeti geriletiyor. Hükümet, “Dikkatli olayım” derken, duruşunu dengeleyemiyor.
AB gündemi, neredeyse unutuldu. Kıbrıs konusu buzdolabına kaldırılıp seçimlere göre sessizleştirilse bile, insan hakları ve yasaların uygulanmasına yönelik eğitici ve kültürel dokuyu yapılandıracak çalışmalarda ciddi bir gevşeme var.
Uluslar arası diplomasi merakı ve dış bağlantılara fazla angaje olmuş bir hükümetin dur durak bilmeyen diyalogları, hızlandırılması gereken AB yolculuğunu ikinci dereceye düşürmüş bulunmaktadır.
İngiliz The Financial Times gazetesinin yazdığına göre, Başmüzakereci Ali Babacan Avrupa’ya uğramaz olmuş. Masum yüzlü sayın bakanımızı daha çok Ankara’da tutan esbab-ı mucibe nedir? Neden AB kadrosunu aktifleştirerek ülkeler arası tanıtım kampanyaları ile halkların birbirini kabullenmesi yönünde sempati köprüleri kurmuyoruz?
Sadece masa başı “checklist” yapmak yeterli mi? Ya da müktesebatın şartnamelerini yaldızlı dosyalarda ve istenen formatta düzenleyip yasasını ve kasasını ayarlamak kâfî mi?
Artan iç ve dış tehdit alınganlıkları ve bundan geçinen bilumum ulusalcıların zevahirlerini kurtarma taktiklerine karşı, yeni bir heyecan ve coşkuyla medeniyetler arası geçişin ve yakınlaşmanın yeni adımları atılamaz mı? Avrupa’da gittikçe yaygınlaşan İslâm fobisini, hobiye çevirecek olumlu yaklaşımlar sergilenemez mi?
Avrupalı’ya Müslüman bir ülke sıfatıyla vereceğimiz sıcak mesajlar, resmî görüşün kalıpları ile mümkün değildir. Daha arınmış ve fikrî kapasite taşıyan akademik lisanın hâkim olduğu bir İslâm’ı göstermemiz gerekiyor.
Bu meyanda Diyanet İşleri Başkanlığının Avrupa ülkeleri için, başta liderlere verilmek üzere hazırladığı İngilizce yayın isabetli olmuştur. Diyanetin AB sürecinde kendi fonksiyonunu ve İslâm’ın farklılığını ortaya koyan çalışması, her kurumun kendi alanında yapması gereken bir çalışmadır. Temennimiz, duyurusunu gördüğümüz yayının resmî öğeler taşımamasıdır.
Kültür araştırma başlığı ile kontağını açtığımız AB aracını, artık çalıştırıp yola koyulmalıyız. Dış politikada, açılırken saçılma riski taşıyan ve herkesi memnun etmeye dönük gayretler yerine daha tutarlı bir yol izlenmeli. İç politikada da sessiz çoğunluğun problemlerine daha duyarlı ve iradeli çözümler bulmalıdır.
Bir “Otopan gemisi”nin yüksek oranda asbestle bizden vize almaması, Orman Bakanımızın başarısı olarak medyanın satır aralarında yerini alıyorsa, içimizi yakan ormanların acısını bastırmaya yetmiyor.
Lübnan’a asker gönderme heyecanı ve arzusu hükümeti sarmışken, neredeyse ciddi zamanını ona ayırırken, Kuzey Irak’taki işgalin kanlı bilançolarını ve PKK sızmalarının terör artışını engellemiyor.
Fındık taban fiyatlarını belirleme çabaları, Fiskobirlik’in devre dışı bırakılmasına varan kararlılık, AB müzakere dosyalarının ve yeni paketlerin açılması hazırlıklarına yansımıyor.
Memur maaşlarında gösterilen kılı kırk yarma sıkılığı, başka fon ve ödeneklerde aynı performansta makes bulmuyor.
Hükümet çok yorulmuşa benziyor. Ağır yükü, dahilî ve haricî bütün sıkletiyle Başbakan ve yakınında yer alan kabinedeki iki-üç üyenin sırtında duruyor. Bakanlıklar daha rutin ve iyileştirici uygulamalarla meşguller.
Köklü reformlar azalmaya başladı. Hazmetme anlamında ise yeni mevzuatın ve yaklaşımın çok etkili olduğu söylenemez.
Bütün bu geçici ve kısmen dış odaklı gündemlerin önüne AB alınmadıkça, bu bölgede bize iş bulan ve çalıştırıp gündemimizin dışına çıkaran çok olur. Pusuda bekleyen yerli hafiyelere de gün doğar.
AB rotasında daha hızlı ilerlersek, bir çok oyun bozulur. Eylül ayı da bağ bozumu olur.
31.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
İlâhî cemâlin görülmesi |
|
Ölümsüzlük ülkesinin yolcuları olan insanlar, şu ölümlü dünyada Rahman’ın sayısız nimetlerine mazhar olmaktadırlar.
Yeryüzünü bir sofra yapan Cenâb-ı Hak, onu insan nevinin şerefine açmış ve nihayetsiz nimetlerini o sofrada sergilemiştir. O sofradan diğer canlılar da istifade eder.
Cenâb-ı Hak, Rahman ismiyle bu dünyada yarattığı bütün mahlûkâtına merhamet eder. Hiçbir canlıyı rızıksız bırakmaz. İnanan inanmayan, emirlerine itaat eden etmeyen her insana rızkını verir. Ancak, Rahîm ismiyle âhirette yalnız mü’minlere merhametlidir. Kâfir ve münâfıklara pek şiddetli bir azapla muamele edecektir.
Sevmesine sevmekle karşılık veren ve sevdirmesine ibâdetle mukabele eden mü’minleri âhiret yurdunda sonsuz nimet ve saadetlere mazhar kılacaktır. Bu hususta o kadar müjdeli âyetler vardır ki, insanı şevke ve cezbeye getirir. Meselâ, Bakara Sûresinin 25. âyetinde şöyle haber verilir: “İman eden ve iyi işler işleyenleri müjdele. Altlarından nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerde rızık olarak bir meyve yediklerinde ‘Bu daha önce yediğimiz meyvelerdendir’ derler. Rızıkları dünyadakine benzer şekilde kendilerine sunulur. Orada onlar için tertemiz kadınlar vardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.”
Yemek, içmek ve nikâh, Cennetin en büyük nimetleri arasındadır. Bu dünyada mazhar olduğumuz nimetlerin asılları ve menbaları oradadır. Bundan başka, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de insan hayalinden geçmemiş nimetler de mü’minleri beklemektedir.
Ebedî saadetin bu kısmından daha yüksek olanı ise, Allah’ın rızasına, lütfuna, tecellîsine ve yakınlığına mazhar olmaktır. Bunun nasıl olduğunu îzah etmek mümkün değildir. Ancak, ona mazhar olunduğu zaman anlaşılabilir. Bununla birlikte, Bediüzzaman Hazretleri bunun ne anlama geldiğini ifâde için: “Dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline (Allah’ın cemâlini görmeye) mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâl’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun” demiştir. (Mektûbât, s. 385)
Dünya hayatında iken kendisini had ve hesaba gelmeyen nimetlerle besleyen ve iman ve amel-i salihinden dolayı Cennetin sonsuz nimetlerine mazhar kılan ve son derece merhametli bir Rabbini insanın merak etmesi ne kadar ilgi çekicidir. İşte, bunu en iyi bilen Cenâb-ı Hak, İlâhî cemâlini Cennetten kullarına gösterecektir. Hadisin teşbihiyle, tıpkı yerden gündüzün güneşi ve geceleyin ayı seyrettiğimiz gibi. Bu öylesine bir haldir ki, Cennet ehline Cenneti unutturacaktır. Cennetteki makamına ve derecesine göre farklılık arz eden Allah’ın cemâlinin görülmesi açısından hadislerin verdiği bilgiler gerçekten çok ilginçtir: “O şuhud (görüş), bütün lezâiz-i Cennetin (Cennet lezzetlerinin) o derece fevkindedir (üstündedir) ki, onları unutturur ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-ü cemâli (yüz güzelliği) o derece fazlalaşır ki, döndükleri vakit saraylarındaki âileleri çok dikkat ile, zor ile onları tanıyabilirler.” (Sözler, s. 1060)
Farklı zaman aralıklarıyla ve farklı derecelerde seyredilen İlâhî cemâlin görülmesinden bütün Cennet ehli nasiplenecek ve her seyirden sonra, Cennet ehlinin güzelliği bir kat daha artacaktır. Cennetin sonsuz nimetlerinden istifâde ile birlikte bu hâl, sonsuza kadar devam edecek ve bu lezzetler artarak sürüp gidecektir. Usanmak gibi bir duygu ise, hiçbir zaman söz konusu olmayacaktır. Çünkü, o duygu insanda bulunmayacaktır.
31.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Gerçek mutluluğun kaynağı din ve imandır |
|
Psiko-biyo-sosyolojinin tesbitlerindendir: Kanunların etkin olması için beşer üstü etkin bir güce ihtiyaç vardır. Zira, beşer, kendi cinsinden olanların yaptığı kanunları pek kaale almıyor. Şöyle düşünüyor: “O da insan, ben de insanım. Neden onun kendinden yana yonttuğu kanunlara uyayım, o benim kanunlarıma boyun eğsin!”
Buna binaen psikolojik bir tesbit olarak, “Şeriatın kestiği parmak acımaz!” denmiştir. Demek, dinden başkasının kestiği parmak acır! Dinin, kestiği parmağın acımamasının sebebi, meselelere üst makamdan bakmasıdır. Din hissinin yerini başka bir şey tutamaz. Çünkü, fıtrî olan hak dinin sözü daha faydalı, hükmü daha yüce, tesiri daha etkilidir.1
Öte yandan, vicdanımıza yol gösteren, emreden, onu teşvik eden dinden başka bir olgu yoktur. Din, vicdanın istikameti; mutluluğun ışığıdır. Hak din mutluluğun fihristesidir.2
Test edilmiş gerçeklerdendir: Çirkin, kötü, menfî haslet ve duyguların yegâne törpüsü din/imândır. Yine, olaylar göstermiştir ki, dinsiz insan en bedbaht bir yaratıktır.3 Dinsizlik medeniyetin tahribatçısıdır.4 Diyanetsizliğin sonucu ise, merhametsizliktir.5 Bu hakikate binaendir ki, eğer Hak din olmazsa dünya bir zindan olur.6 Kalbin sadefinde Hak dinin cevheri bulunmazsa beşerin başında maddî-mânevî kıyametler kopacağı;7 ve koptuğu açık.
İnsanlık kâinatın hücumlarına karşı dayanacağı ve sınırsız isteklerini yerine getirecek Hak dini elde etmezse, yani iman etmezse yaşayamaz. Çünkü, dinsiz bir millet yaşamaz. Öyle ise, beşer dinsiz, imansız olamaz.8
Dipnotlar:
1. Münazarat, s. 45.; 2. Lem’alar, s. 130.; 3. Sözler, s. 38.; 4. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 70.; 5. Muhakemat, s. 38.; 6. Sözler, s. 38.; 7. Hutbe-i Şâmiye, s. 31.; 8. Münazarat, s. 86.
31.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tevhid açısından kelimelerimiz ve ölüm- 2 |
|
Muhammed Ünverdi: “1- Risâle-i Nur’da icat yaratma mânâsında kullanılmış. İcat kelimesini insanlar veya başka varlıklar için kullanmak doğru olur mu? Meselâ ‘Ben yeni bir makine icat ettim’ demek doğru olur mu? Bilindiği gibi, yaratma kelimesi Cenâb-ı Hak’tan başka hiçbir varlığa isnat edilmez. Risâle-i Nur’a göre Allah’ın icad edişini biraz açar mısınız? 2-İnsan ruhunun alınması olayı nasıl gelişiyor? Ve öldükten sonra insan ruhu nerede bekliyor?”
Allah’ın icad edişini araştırmaya dün kaldığımız yerden devam edelim:
Demek Allah’ın hem ibdâ’ ile yani yoktan var etmek sûretiyle, hem de inşâ ile, yani daha önce yoktan var ettiği mevcut unsurlardan sanatla bir araya getirmek sûretiyle icadı vardır. Varı yok etmek ve yoğu var etmek, en kolay ve hem de Allah’ın sürekli yapa geldiği umumî kanunudur. Bir baharda üç yüz binden fazla canlı çeşidinin şeklinden sıfatlarına, hatta ana zerrelerinden başka bütün hallerine kadar hiçten var eden Allah’ın kudretine karşı “Yoğu var edemez!” denemez.1
Bize gelince; biz ‘İcat ettim’ fiilini kullanırken; kendi çapımızda bir buluş gerçekleştirdiğimizi, bu buluşun Allah’ın icat edişi çapında bir icat olmadığını kastetmemiz yeterlidir. Çünkü bizimkisi buluştur, keşiftir; var olan nesneleri ve maddeleri bir araya getirerek, ana vasfını değiştirmeden yeni bir ürün meydana getirmekten ibarettir. Zaten yaratılmış olan yağı, şekeri, unu bir araya getirip helva yapmaktan ibarettir. Bunu biliyor ve itiraf ediyorsak icat fiilini bu mânâda kullanmamızda sakınca olmaz.
Yani “Ben yeni bir makine icat ettim” demek, tabiî ki—hâşâ—”Onu yoktan yarattım” demek değildir. Eğer bu mânâda kullanırsak şüphesiz şirk olur. Burada kullandığımız icat etmek, “buluş ve keşif”ten başka bir şey değildir. Bunu bilerek bu anlamda kullanmamızda bir şirk tehlikesi olmaz.
Görmek ve işitmek fiillerinde olduğu gibi. Gördüm derken, kendi çapımızda bir görmek ile gördüğümüzü, görüşümüzün Allah’ın görüşü çapında bir görüş olmadığını, bir kul nasıl ve ne kadar görüyorsa bizim de o sınırlar içinde görebildiğimizi kastetmemiz, görmek fiilini bize kullanma izni verir. Yoksa “Gördüm” demekle, Allah’ın gördüğü gibi bir görüşü kastedersek hem yalan söylemiş, hem de şirke düşmüş oluruz.
Çünkü Allah’ın görmesinde vasıta yoktur, aracı yoktur, madde yoktur, uzaklık yakınlık kavramı yoktur, büyüklük küçüklük mefhumu yoktur. Göze, ışığa ihtiyaç duyma problemi yoktur. Bakıp görmeme problemi yoktur. Gözden (dikkatten) kaçma problemi yoktur. Yani Allah’ın görüşü bizim görüşümüzden çok farklı bir görüştür. Sonsuz ve sınırsız bir görüştür. Görmek fiilini kullanırken de şirke düşmemek için Allah’a ait olan bu ayrıcalıkları kast etmememiz gereklidir.
2- Ölüm en klasik ifadesiyle ruhun bedenden ayrılmasıdır. Allah emir veriyor. Azrail Aleyhisselâm emri alınca, derhal emri uygulayacağı mahalle geliyor. Ve emri üzerinde uygulayacağı kulu,—tabir caizse—derhal masaya yatırıyor. Bu masa bir kaza, bir hastalık, bir kaldırım, bir hatalı adım, bir dikkat kilitlenmesi, bir kalp krizi, bir yumruk, bir silâh… vs. olabilir. Artık ölüm için masanın niteliği, cinsi, şekli, çapı mühim değildir. Hangi cins ve çapta olursa olsun; ölüm getirir. Çünkü emir vardır. Eğer emir yoksa, en ağır cinsten de olsa hiçbir kaza ölüm getirmez. Hurdahaş olmuş araçların içinden sağlam çıkmış insanları çok görürüz. Yürürken kaldırımdan ayağı kayıp düşerek ölen insanı da çok görür veya duyarız.
Emir gelmişse, artık o kul için kurtuluş yoktur. Ölünecektir. Doktorlar, hekimler, tabipler çare olmaz.
Ölünce beden kabre, ruh berzah âlemine gider. Berzah âlemi ruhları kıyamet gününe kadar, yani diriliş gününe kadar, yani mahşer gününe kadar barındıran âlemin adıdır. Oradan ancak yeni bir dirilişle, yani eski bedenine yeniden dönmek sûretiyle çıkabilir. Bu da yeni bir emirle olur. İşte Kur’ân’ın: “Ve sur üflenir. Ve onlar, kabirlerinden kalkıp Rablerinin huzuruna koşarlar. ‘Eyvah bize’ derler. ‘Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? İşte Rahman’ın vaad ettiği! Demek Peygamberler doğru söylemiş!’ İşte tek bir sesledir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler. O gün hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Ancak işlediklerinizin karşılığını görürsünüz”2 âyetleriyle verdiği haber budur.
Allah bizi ve sizi, o gün bağışladığı kullarından eylesin. Âmin.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 195
2- Yâsîn Sûresi: 51, 52, 53, 54
31.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Hayat okumaları- 1 |
|
İnsanı süzer imiş hayat. İmbiklere koyar imiş, üstte kalmaya takat mi var? Nefes almayı zorlar imiş.
Hayat hakkında ne çok cümlemiz vardır. Hepimiz kendi yaşam deneyimlerimizle şekillendirir ve isim koyarız ona. Hangimizin yüreğinde ne şekil alıyorsa o olur.
Elleri nasırlı, gün görmüş geçirmiş bilge bir ihtiyar gibi devamlı bir şeyler okutturur. Onun yanında pek söz düşmez bize. Ya da cümlelerimiz çok değer taşımaz. Kendi okutturmak istediklerini getirir kor önümüze. Bize de onu yaşamak düşer sadece…
Bazen yaşadığımız olaylar hayatla ve kendimizle bağlantımızı koparır. Bir silüetin içerisindeyizdir sanki. Yoldan geçenler vardır, ama onlar bizim dışımızdadır. Hatta en yakınlarımız dahi böyledir. Onlar bile bize ulaşamazlar, bizim onlara ulaşamadığımız gibi. Loş bir koridorda, dağılan yüreğimizin zerrelerini toparlamakla meşgulüzdür. Kalbimizin labirentleri her zamankinden daha karmaşıktır. Ormanımızın derinliklerinde kaybolmuş bir yolcu gibi şaşkın ve korkulu izleriz olanı biteni.
Etrafımızda bir sürü insan vardır, ama sanki biz her şeyden soyutlanmış cam bir odadayızdır ve bizimle konuşanlar o camın arkasından konuşuyor gibidir. Sesler yok, sadece dudak kıpırdamaları ve bazı bedensel hareketler vardır. O kadar. Ne konuştuklarını anlamaya çalışırız sadece. Anlayabildiğimiz bir iki cümleyi geçmez. O da içimizden kopan parçaları birleştirmeye yetmez. O kadar yoğundur ki hisler, dağılan her zerrenin ayrı ayrı duygularını yeniden devşiririz.
Aslında bu dönemler varlığımızla karşı karşıya geldiğimiz ruhumuzun tüm çıplaklığıyla bize açıldığı dönemlerdir. En çıplak ve saf haliyle buluşuruz kendimizle hayatın tam orta yerinde. Belki de hayat okulundan öğreneceği bir çift cümlenin peşindedir yürek. Onca yaşananlar bu iki cümle içindir. Hani der ya Bediüzzaman; “Kırk yaşımda dört kelime öğrendim” diye. Ama kırk yaşına kadar o dört kelimenin bedelini ödemiştir. Hayat cümlelerini ağır bedellerle öğretir bize. Ama o bedeli ödemeden de öğrenemez işte insan ve dolayısıyla var olamaz. Var olmasının sırrıdır adeta acılardan geçmek. Yüreğindeki sonsuz hislerin, duyguların, latifelerin, duyuşların, dokunuşların ayrı ayrı acılarını çekerek keşfeder kendini ve bu keşifle lezzete ulaşır. Yani lezzetin varlığı, pişmekte gizlidir.
Şimdi desem ki size, acı da bir tür serinlemedir. Eminim çok saçma gelecek ve beni mazoşizmle suçlayacaksınız. Ama inanın öyledir. Başımıza gelen her bir acı verici olayın arkasından rahmet yağmurlarıyla yıkanır duygularımız. İşte tam burada başlar serinlik. Daha önce tatmadığımız kadar lezzetlidir bu duygu. Hüzün vardır, ama o hüznün içinde gizli olan huşu, farklı âlemlerin kapılarında yıkar ruhun acılarını.
31.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsrail tarafından Lübnan ve Filistin’de başlatılan savaş sayesinde bütün bölge barut ve kan kokmaya başladı. Görülmedik bir şekilde şehirler yerle bir edilerek insanlar yurtlarından uzaklaştırılıyor. Tarihte okuduğumuz savaş sahnelerinden çok farklı savaşlar oluyor günümüzde. Dün kılıçla sadece savaşanların göğüs göğüse çatıştığı savaş, günümüzde sivilleri de kapsayacak şekilde toplu katliamlara dönüşmektedir. Artık beşer bu kadar tahripten sonra uyanmalı ve kılıçlar kınına girmelidir. Ayrıca ilmi insanlığın zararına ve yok olmasına karşı kullananlardan da hesap sorulmalıdır. Bugün yapılan savaş yüzünden deniz, kara ve hava dahi kirlenmekte büyük çevre feleketleri meydana gelmektedir. İsrail tarafından Lübnan’da 15 gün önce bombalanan Ciye santralindeki yakıt tanklarından dnize 10 ila 15 bin ton akaryakıt dökülerek kara lekeler oluşturmuştur. Lübnan Çevre Bakanı Yakup Saarraf kara lekeleri “Akdenizin şimdiye kadar karşılaştığı een büyük çevre felaketi” olarak niteleyerek Akdeniz ülkeleri için “korkunç” etkileri olabileceğini, ayrıca kara lekelerin doğu-batı rüzgârının etkisiyle Türkiye sahillerine kadar gelebiliceğini de söylemiş. Ülkemizi ilgilendiren böyle bir olayda çevreci dernek ve vakıflar neden suskun anlamak mümkün değil.
Gürültü mührü
31 Temmuz tarihli gazetelerin bir kısmında güzel bir haber vardı. Yüksek ses ve çevre kirliliğine sebep olduğu gerekçesiyle İstanbul’da sekiz eğlence merkezine kapama cezası verilmiş. Gürültüden dolayı ceza uygulanmasını müşahade etmemiştik. Bu uygulama özellikle büyük şehirde olanlar için sevindirici bir haber. Çünkü gürültüye en çok maruz kalan bu insanlar. Tabiiki gürültü kaynağı sadece bu mekanlar değil. Bozuk egzosla dolaşan araçlar, gereksiz klakson çalanlar ve yaz mevsiminde kapısının önünde düğün şenliği yapanlar ve maçlardan sonra sokağa dökülüp taşkınlık yapanlar... Evet Çevre ve Orman Bakanlığının bu uygulamasını halkın huzur ve sükunu için güzel bir başlangıç olarak görüyorum. Fakat aynı uygulamayı İEET’nin özellikle eski araçlarında da yapmalarını tavsiye ediyorum. Çünkü ciddi ceza almaları muhakkak.
Kara elmasların fakir bekçisi
Köyümüzde bir akrabamla ormanda bir gezinti sırasında, kestane, meşe, çam ağaçlarıyla kaplı yaklaşık on dönüm arazisiyi göstererek “Bak bu arazi sana ait, aslında sen arazi zengini bir kişisin” dediğimde güldü. Bir taraftan da hoşuna gitti. Çiftlik sahibi olmak hayal da olsa güzel bir şeydi. Bu akrabamız ve bütün köylü böylesine orman sahibi ama halen beton evlerde oturuyorlar. Çok garip. Ormanda gezinirken kocamış kestane ve çam ağaçları görünce üzüldük. Elimiz ve kolumuz bağlı, kesmek, kullanmak yasak. Altın değerindeki o ağaçlar ormanda çürüyecek. Bu durum kişinin bir yakınınnın çaresiz bir hastalığa yakalanıp da elinden bir şey gelmeyip sadece onun uzerine bakmasına benziyor. Bir kısım ülkeler orman ürünlerini satarak milyarlarca dolar kazanırken biz sadece onların üzerlerine bakıyoruz. Akan sularımıza gem vurmayıp akmalarına baktığımız gibi. Ormanda gezinirken şunu düşündüm. Zılliyeti köylüye ait olan bu ormanlar köylüye verilmiş olsa. Bir ziraatçı tarafından belirlenmek şartıyla odunluk ve kersetlik olarak ağaçlar belirlense... Böylece ormanlar işlenmiş, yaşlı ağaçların yerine yenileri yetişmiş olurdu. Köylü de bu kazancı seyesinde toprağından ayrılmazdı ve ciddi bir istihdam kapısı olurdu. Ama ne yazık ki, kara elmaslarımız çürüyüp gitmektedirler.
31.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Yiğit düştüğü yerden kalkar! |
|
Günümüzde tanımsız, kimliksiz ve hissiz genç kuşaklar türedi. Ve yeni nesilleri ve kuşakları yozlaştırmak için özellikle de kadınlar üzerine odaklanıyorlar. Yığınak ve tahşidat bu alanda yapılıyor. Kadın kimliğini tahrif ederek ve onun üzerinden hedefe varabileceklerini; aileyi ve erkeği de yozlaştırarak cemiyeti çökertebileceklerini düşünüyorlar. Bundan dolayı bütün oyunlar kadınlar üzerinde oynanıyor. Dolayısıyla cemiyetin zayıf ve kırılgan noktası haline getirilmek istenen kadın ayağını güçlendirmek ve tahkim etmekle yükümlüyüz. Yiğit düştüğü yerden kalkarmış. Öyle de olmalı. Binaenaleyh seküler kesimlerin (laiklik devletin dinle bağının koparılması ise sekülerizm de cemiyetin dinle bağının koparılmasıdır. Bundan dolayı sekülerizm, laikliğin ikinci ve derin aşaması sayılmalıdır. Modernizm veya postmodernizm gibi) kadın üzerine yoğunlaştıkları kadar hatta daha fazla kadınlar üzerine yoğunlaşmalıyız.
Ertuğrul Özkök’ün teşhiri savunması boşuna değildir. Teşhir ve açıklık teşvik edilirken dünyada başörtüsünün kısıtlanması boşuna veya tesadüfî değildir. Şimdi fikrî ihtilat sonucu ve kompleksli bazı kapalı bayan yazarlarımız tuhaf şeyler söylüyorlar. Başörtüsünü ve başörtülü olmayı tanımsız hale getirmek istiyorlar. Sekülerizmin değirmenine su taşıyorlar. Peki bunları hangi saikle ve ne amaçla yazıyorlar? Bu ‘türbanlı yazarlara’ dobra dobra cevabı Vatan gazetesinden yine Dilek Önder vermiş. Döşenmiş desek daha doğru olur. Daha önce dansın dikey bir ilişki biçimi olduğunu yazarak doğru söylediği için kendi kesiminin bazı kadınlarının şimşeklerini üzerine çeken Dilek Önder yine bu defa da ‘yine doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar’ hesabı ‘bizim kesimin’ türbanlılarını kızdırmaya aday.
***
“Her gazeteye bir türbanlı yazar’ başlığında aslında ince bir iğneleme var. Son sıralarda laik kesimin dergilerinde bir bir boy atıyorlar. Gazetelerine de korsan bir şekilde veya yandan çarklı olarak sızıyor veya misafir ve konuk yazar oluyorlar. Ve bu konuk modelleriyle gazetelerin reytingini yükseltiyorlar. Kül yutmaz Dilek Önder demek istiyor ki: “Madem (dergilerden sonra) laik kesimlerin gazetelerinde de düzensiz bir şekilde ara sıra boy göstermeye başladılar öyleyse düzenli yazarları haline geliversinler...” Haksız mı? Aslında çifte kimlikle ve çifte şapka ile oyunun kuralını bozarak haksız bir ün veya mevki elde ediyorlar. Dindar kimlikle laik kesimin yapacağını yapıyorlar ve bu çifte kimliğin cazibesiyle de iyi bir reyting malzemesi oluyorlar.
***
Kendilerine ve topluma karşı dürüst olmalarının vakti gelmiştir. Tercih yapacaklar. Ya kaplarında duracaklar ya da kimsenin onların başörtüsüne ihtiyacı yok. Onların başörtüsüne ihtiyacı var. Onu zaid görüyorlarsa kimseyi kandırmasınlar. Zira iğreti duruyor. İğreti gelin yerine iğreti başörtülü. Bakın Dilek Önder ne yazmış: “Önce, Tempo dergisinin türbanlı yazarı Elif Çakır, ‘Başörtülü kadın da aldatabilir, kötü yola düşebilir, günahkâr olabilir, âşık olabilir. Akla gelen her türlü günahı başörtülü kadın da işleyebilir’ dedi. Sonra, Yeni Şafak gazetesi köşe yazarlarından Fatma K. Barbarosoğlu, İslamcı erkeklerin eşlerini Sibel Can’a benzetmeye çalıştıklarını, hatta bu uğurda onlara lens parası verdiklerini yazdı. Sonra Ayşe Böhürler... O da ‘Siz şeytan, biz melek değiliz’i anlattı. Zaten siz meleksiniz diye hiç düşünmedik ki! Kendimizi de hiç şeytan gibi görmedik. Başörtülü kadının aldatmayacağı da hiç aklımıza gelmedi. Ama İslâmcı erkeklerin Sibel Can merakını hiç bilmiyorduk. Bunları okudukça, benim aklıma tek bir soru takılıyor: ‘Neler oluyor?’ Haydi biraz daha sorayım: Bu tespitlerin ne önemi var? Niye söylüyorlar bunları? Kendilerine bir yer mi açmaya çalışıyorlar? Nedir yani? Bizim dünyamıza mı girmek istiyorlar yoksa bizi mi o dünyaya almak istiyorlar? Anlamadım... Yakında onların dünyasıyla ilgili magazin programları görürsek, şaşırmayalım. ‘Cuma keyfi’”...
Netice-i kelâm, başörtülülerden başörtülerinin hakkını vermelerini istiyoruz. Kendileri olsunlar ve kimsenin rolünü de çalmasınlar. Fark yoksa neden başörtüsünde ısrar ediyorlar? Fark varsa, neden hakkını vermiyorlar? Yoksa Ahmet Hakan’ların bir de kadın tipleri mi oluştu yoksa?
31.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Tezkere |
|
Hiç kimse ondan daha güzel söyleyemedi.
Hiç kimse bir şarkısıyla kışlaları inletemedi.
Esmeray, “Gel tezkere, gel tezkere bitsin bu gurbet” derken hüzünlendi kışla kışla, tabur tabur askerler.
“Evde baban anan yüzüne hasret” derken duygulandılar.
Hüzne sevgiyi karıştırdı, “Yolunu gözleyen yarin yüzüne hasret “ sözleri.
Türkiye yeni bir tezkere ile karşı karşıya. Ama bu Esmeray’ın tezkeresi değil elbette ki...
Lübnan’a asker gönderilmesiyle ilgili tezkerenin takvimi belli oldu.
Tezkere bugün meclise sunulacak.
Salı günü ise oylama var.
5 Eylül’de Lübnan’a asker gönderme kararı alan Türkiye, 6 Eylül’de BM Genel Sekreteri Kofi Annan’la masaya, elinde asker gönderme kararı ile oturacak. Bu durum diplomaside fayda mı sağlayacak yoksa, Türkiye’nin elini mi zayıflatacak onu zaman gösterecek.
Eylül sonuna doğru asker yola çıkıyor.
1 yıllık süre için yetki istenecek Meclis’ten. Ancak her defasında uzatılarak, ortalama 3 yıllık bir süre öngörülüyor.
Tabiî henüz Ortadoğu denklemine girilmeden yapılan hesaplar bunlar.
Lübnan’a asker gönderme kararının ele alındığı toplantılardan birkaç bilgi kırıntısını aktarmak istiyorum.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı devir-teslim töreni sırasında Özkök Paşa esprili bir şekilde Sezer’e dönerek, “Sayın Cumhurbaşkanım, bir işaretiniz yeter. İsterseniz sizi kurtarırım” demiş, ancak Sezer’den, sert bir ses tonu ile “Benim kurtarılmaya ihtiyacım yok” karşılığını almıştı.
Sezer’in bu tepkisinin MGK’dan kaynaklandığı belirtiliyor.
Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkan Cumhurbaşkanı Sezer’in MGK’daki değerlendirmelerine, askerden beklediği desteği bulamadığı, bu konudaki tepkisini ise Kara Kuvvetleri Komutanlığı devir teslim törenini sırasında Özkök Paşa’ya bu şekilde yansıttığı ifade ediliyor.
Bir başka not ise bakanlar kurulu toplantısından...
1 Mart tezkeresinin görüşüldüğü kabine toplantısında 3 bakan tezkerenin aleyhinde konuşmuştu. Peki bu kez hava nasıldı? Aleyhte konuşan bakan olmamış. Sadece daha çok bilgilendirme istemişler. Hiçbir bakanın karşı çıkmadığı belirtiliyor.
Son bir not ise AK Parti MYK toplantısından. Başbakan Erdoğan, Lübnan’a sadece asker değil, ülkenin imarında görev alacak teknik timlerin ve sağlık ekibinin de gönderileceğini anlatmış. Türk askerinin asıl vazifesinin Lübnan ordusunun eğitimi olacağını belirtmiş.
Tabiî Lübnan’da görev yapacak olan Türk deniz gücünün asli vazifesinin deniz yoluyla İran’dan Hizbullah’a gelmesi muhtemel silâhların engellenmesi olduğundan söz etmemiş.
Söz edilmeyen ancak gizliden gizliye yayılan bir değerlendirme ise, PKK ile ilgili.
Eğer yakında kulağınıza,”Kandilin yolu Lübnan’dan geçer” sözleri çalınırsa, şaşırmayın. AK Parti kulislerinde, MHP lideri Bahçeli’ye de cevap olması açısından, PKK ile mücadelede ABD’nin desteğini almanın yolunun Lübnan’a asker göndermekten geçtiği tezi işleniyor.
Biz Lübnan’a gideriz, biz Lübnan’dan döneriz. Bir de bakarız ki, PKK orada duruyor...
Hani biz Çekiç Güç’ün görev süresini uzattıkça PKK gibi bir sorunumuz olmayacaktı. PKK’dan kurtulamadık bu vesile ile bir de kendi ellerimizle Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurduk....
Ortadoğu’daki Kürt varlığı üzerindeki Amerikan hesaplarının kısa vadeli olmadığını bir gün anlayacağız. Ama geç olacağından kuşkum yok...
31.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Mescidle uğraşanlar yorulur |
|
İnkâr edilse de Türkiye’de bir ‘mescid sorunu’ yaşanıyor. Buna, ‘mescid açma yasağı’ da diyebiliriz.
Demokrasi yolunda atılan adımlara karşı çıkan ‘engelleyiciler’in ileri sürdüğü bahaneyi hatırlamak lâzım. Bunlar, “Türkiye’nin kendine has/özel şartları var. ‘Demokrasi’ bize uymaz!” anlamına gelecek beyanlarda bulunurlar.
Aslında Türkiye’ye has/özel şartlar var, ama bunlar demokrasi yolunda atılan adımlara engel olan ya da olması gereken şartlar değildir. Aksine, “Müslüman Türkiye” gerçeğini kabullenmeyenlerin dayatmaya çalıştıkları ‘şartlar’dır. Meselâ bir yerde ‘mescid’ açılması talebi, bu ‘dayatmacılar’ tarafından ‘Bize uymaz’ diye reddedilir. Oysa asıl, talebin reddedilmesi “Türkiye gerçekleri”ne uymayan bir tavırdır.
Türkiye’de bu yıl ikincisi gerçekleştirilen Formula 1 yarışı organizasyonunda da “mescid” krizi yaşandığı iddia edildi. (Sabah, 28 Ağustos 2006)
İlgili habere göre, Türkiye’de düzenlenen yarışın son hazırlıklarını yürüten organizasyon komitesi ‘ilginç bir istekle’ karşı karşıya kalmış. Formula 1 yarış alanında bir adet “mescit” açılması istenmiş. İstek karşısında ‘şaşıran’ organizasyon komitesi, durumu Formula 1 yarışları merkezi yetkililerine iletmiş. Ancak Formula 1 tarihinde kilise, sinagog ya da cami açılması gibi bir uygulamanın şimdiye kadar hiç yapılmadığını ileri süren yetkililer önce bu isteğe karşı çıkmış. Israrlar karşısında organizasyon komitesi “Park İstanbul”da mescit açılmasını kabul etmiş.
Aslında bu talebin ‘ilginç’ karşılanması ve komitenin ‘şaşırmış’ olması da “Türkiye gerçekleri”ne uymaz. Aksine, bu talebe şaşıranların hayat anlayışına şaşırmak lâzım. Çünkü mescid, ihtiyaç duyulan her yerde açılabilir ve açılmalıdır. Evet her yerde.
Türkiye’de ‘mescid’ tartışması bu şekilde yapılırken ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşan ülkelerde neler oluyor, bir de ona bakalım: Bizde F1 yarışlarının yapıldığı mekânda mescid açılması bazılarınca ‘suç’ görülürken, Danimarka üniversitelerinde ard arda mescid açılıyor.
İlgili haber şöyle: “Danimarka’nın önde gelen üniversite ve liseleri artan Müslüman öğrenci sayısını dikkate alarak mescid açmaya başladı. Kopenhag Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi ile Amager Kampüsü ve Roskilde Üniversitesi’nin ardından Güney Danimarka Üniversitesi’nde de (SDU) mescit açıldı. (...) Özellikle Müslüman öğrencilerin kendilerine müracaat ederek ibadet yeri istediğini belirten SDU Rektörü Jens Oddershede, ‘Müslüman öğrencilerin uygun olmayan yerlerde ibadet etmesini doğru bulmadığımız için mescid açmaya karar verdik’ açıklamasını yaptı. (...) Arhus Üniversitesi de yakın bir zamanda Müslümanlar için mescid açacağını duyurdu. Danimarka’da bazı liselerde de mescid bulunuyor, okullarda Cuma namazı kılınmasına izin veriliyor.” (Zaman, 29 Ağustos 2006)
Bugün için Türkiye’deki üniversitelerde mescid açılmasını istemek belki ‘suç’ addedilir, ama üniversite dahil ihtiyaç duyulan her yerde mescid açılmalıdır ve inşaallah açılacaktır. Bundan, ‘suların tersine akamayacağı’ kadar eminiz.
Bugün değilse yarın, ama Allah’ın izniyle mutlaka...
31.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|