|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Kur'ân'a vâris olan o mü'minler Adn Cennetlerine girerler ve orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler; elbiseleri de ipektendir.
Fâtır Sûresi: 33
|
03.09.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Dinini öğretmek uğrunda sabah veya akşam gidip gelen kimse Cennettedir.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3703
|
03.09.2006
|
|
Açık saçıklık, karı-koca arasındaki hürmeti kırar
Üçüncü Hikmet
Bir âilenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü, açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki:
İnsan, hemşîre misillü mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşrûayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsâvîdir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir! Lem’alar, 24. Lem’a, s. 257, Y.A.N.
Lügatçe:
tesettür: Örtünme.
mâbeyn: Ara; iki şey arası.
emniyet-i mütekabile: Karşılıklı güven.
hürmet-i mütekabile: Karşılıklı hürmet etme.
hemşîre: Kız kardeş.
misillü: Gibi, benzeri.
mahrem: Nikâh düşmeyen; evlenilmesi haram olan yakın akraba.
karâbet: Yakınlık.
muhabbet-i meşrûa: Dîne uygun sevgi.
ihsas: Hissettirme.
temâyülât: Meyiller, yönelmeler, arzular.
süflî: Alçak, âdî.
nâmahrem: Nikâh düşen; dinen evlenmeye mani bulunmayan erkek veya kadın.
gayr: Başka, diğer.
müsâvî: Birbirine denk olan; eşit olan.
alâmet-i fârika: Bir şeyi diğerlerinden farklı kılan özellik.
nazar-ı heves: His ve hevesle bakmak.
sukut-u insaniyet: İnsaniyetin alçalması.
|
03.09.2006
|
|
Her şey kaderde yazılı ise...
Cüz-i ihtiyarî veyahut irade-i cüz’iye, insana Allah’ın verdiği az bir arzu serbestliği, dilediği gibi hareket edebilme özelliğidir. Yani kulların hür ve serbest olarak hareket etme arzusudur. Kader ise; varlıkların ve hadiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla, sebepleri ve şartlarıyla, hâiz oldukları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla Allah (c.c.) tarafından ezelde tâyin buyurulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir.
Şimdi akla şöyle bir düşünce gelebilmektedir: “Madem her şey Allah tarafından ezelde tayin buyurulmuş ve kaydedilmiş, öyleyse bizim bir sorumluluğunuz olmaması gerekir.”
Acaba öyle mi? İnşallah bu çalışmamızla ‘kader, cüz-i ihtiyarî ve fiillerimizin yaratılması’ konularını, Risâle-i Nur’daki hakikatlerin ışığında açıklamaya çalışacağız. Gayret bizlerden, tevfik Allah’tan.
Kaidedendir ki, bir şey vücudu vacib (gerekli) olmadıkça vücuda gelmez. Cüz-i irade (kulların iradesi, dilemesi) ile küllî irade (Allah’ın iradesi, dilemesi) bir şeyde birleştikleri zaman, o şeyin vücudu vacib (gerekli) olur ve derhal vücuda gelir. Yani Allah’ın küllî iradesi kulun itibarî bir emir olan cüz-i iradesine tâbîdir.
Allah, cüz-i iradeyi küllî iradesinin taallukuna âdî bir şart kılmıştır. Yani cüz-i irade herhangi bir şeyi tercih ettiğinde, küllî irade taalluk eder ve o fiil derhal vücuda gelir. Demek ki biz irademizle isteriz, dileriz ve seçeriz; Allah da küllî iradesi ve kudretiyle bizim o fiillerimizi yaratır.
Meselâ; Allah (c.c.) mânen “Ey kulum, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana aittir” demektedir. Bediüzzaman bunu şöyle örnekler: “Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp, ‘Nereyi istersen seni oraya götüreceğim’ desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette, ‘Sen istedin’ diyerek itâb edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin irâdesini bir şart-ı âdi yapıp, irâde-i külliyesi ona nazar eder.” (26. Söz)
Aynen bu misâl gibi biz cüz-i irademizle hayır ve şer tercihini yaptıktan sonra Allah’ın küllî iradesi tecellî eder ve o fiil meydana gelir. Ancak biz şer ve günah olanı tercih edersek, mesul olur ve cezaya müstehak oluruz. Çünkü Allah bizi zorlamamıştır, daima hayrı tercih etmemizi istemiş, şerri seçmememizi emretmiştir. O zaman şerri isteyen bizim nefsimizdir ve sorumluluk da bize aittir. Allah bizim istediğimizi yaratmıştır. Çünkü bizler imtihan olmaktayız. ‘Hangimiz daha güzel işler yapacağız?’ diye yaratılmışız. O zaman şöyle diyebiliriz: Bir mü’min, her şeyi, hatta fiilini, nefsini Allah’a vere vere sonunda teklif (imtihan) ve mesuliyetten kurtulmaması için karşısına “cüz-i ihtiyar” (seçme, dileme, meyletme iradesi) çıkmakta, ona “Mesul ve mükellefsin” demekte; yine kendisinden çıkan iyilikler ile gururlanmaması için de “kader” karşısına çıkıp “Haddini bil, yapan sen değilsin” demektedir. (Sözler, s. 427)
Bu meseleyi bir örnekle biraz daha açabiliriz:
Bir asansöre binen kişi, beşinci katın düğmesine basmak yerine, zemin kat düğmesine basarsa elbette ki kimseye kızmaya ve ‘Kaderim böyleymiş!’ demeye hakkı yoktur. Çünkü zemin kata kendi seçimi ile gitmiştir. Onu oraya gitmeye kimse zorlamamıştır. Şuna da dikkat etmek gerek: Asansörün hazırlanmasında ve çalışmasında, o insanın hiçbir dahli yoktur.
Kader ilim nevinden olduğu için, Cenâb-ı Allah, ilm-i ezelîsiyle geçmiş, hâl ve gelecek zamanları bir bütün olarak kuşatmakta ve tüm zamanlar Onun ilminde hâl, yani yaşanan an hükmünde olmaktadır. İşte Cenâb-ı Hak, tüm zamanlardaki her şeyi birden gören nazarıyla mukadderatı takdir etmiştir. Bu sebeple ‘ihtiyarî kader’ dediğimiz kaderimizi, biz kendi irademizle yazdırmışızdır. Bizim tüm fiillerimizi ve seçimimizi, Allah ezelî ilmi ile bildiği için kadere yazmıştır. Fakat Allah’ın yazmış olması, bizim irademizi ortadan kaldırmaz. Bu hususu da şöyle anlayabiliriz: Malûmunuz, bilim adamları, Ay ve Güneş tutulmasını aylar ve yıllar öncesinden bilmekte, bunu bir yere kaydetmekte ve yazmaktadır. Şimdi can alıcı soru gelmektedir: “Acaba Ay ve Güneş, bilim adamları yazdığı için mi tutulmuştur? Yoksa Ay ve Güneşin tutulacağını, ilim ve hesaplarıyla önceden bilmişler de, öyle mi yazmışlardır?” Elbette ki bilim adamları yazdığı için tutulmamıştır. Onlar sadece cüz’î ilimleriyle ileride olacak tutulmaları bilmişler ve bir ilim olarak bir yere yazmışlardır.
Aynen öyle de Allah, ilm-i ezelîsiyle, bizim meyillerimizi ve yapacağımız tercihleri bildiği için kadere yazmıştır. “Kaderimizi biz yazdırıyoruz” cümlesinin izahı bu olmalıdır. Demek ki kader, ilim nevinden olduğu için zorlayıcı değildir. Seçen biziz, küllî ve sınırsız ilmiyle bunu bilen, yazan ve de yaratan Allah’tır.
‘Izdırârî kader’ ise tamamen Allah’ın iradesine bağlı olduğu için, bizler zaten orada mesul değiliz. Cinsiyetimiz, soyumuz, boyumuz, göz rengimiz… gibi bizim irademiz dışında kalan durumlar, ızdırârî kadere örnek verilebilir. Izdırârî kader, sorgulanmaz ve itiraz da edilmez. Allah, burada istediği gibi küllî iradesi ile tasarruf eder; çünkü mülk Onundur.
Cüz-i irademizle Allah’ın emirleri yerine getirmeyi ve nehiylerinden de sakınmayı tercih etmek için, duâ edelim inşallah.
|
Baki ÇİMİÇ
03.09.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur'ân
NİSÂ
1. Ey zerre kadar haksızlık etmeyen! İyilik olursa kat kat arttıran, kendi katından pek büyük mükâfat veren! (40)
2. Ey semâvat ve arzda olanların sahibi! Ey sonsuz zenginlik sahibi Ganî ve her türlü övgüye lâyık olan Hamîd! (131)
MÂİDE
1. Ey dilediği gibi hükmeden! (1)
2. Ey içinde doğru yola ulaştıran hükümler ve nur bulunduğu halde Tevrat’ı indiren! Böylece Allah’a tam bir teslimiyetle uyan peygamberler onunla hükmeden (44)
3. Ey kudret ve rahmeti geniş olup dilediği gibi ihsan eden! (64)
4. Ey göklerin, yerin ve içlerindeki her şeyin mülkiyeti Kendisine âit olan ve her şeye gücü yeten! (120)
|
03.09.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden
Numûne-i imtisâl fedâiler
Evet, hem Risâle-i Nur’la imân hizmetine bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar “gaddar din düşmanlarının” çok defalar tecavüz ve taarruzuna ve taharriyâta mâruz kaldığı halde, Risâle-i Nur’un nâşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer numûne-i imtisâl olan imân ve İslâmiyet fedâileridir.
|
03.09.2006
|
|
Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)
‘Kırbanı sakla!’
Yine Müslim ve İbni Cerîr-i Taberî gibi, hadisin dâhi imamları başta olarak, kütüb-ü sahiha, nakl-i sahihle, meşhur Ebu Katâde’den haber veriyorlar ki:
Ebu Katâde diyor: Mûte gazve-i meşhuresinde, reislerin şehadeti üzerine, imdada gidiyorduk. Bende bir kırba vardı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana ferman etti: “Kırbanı sakla; onun büyük işi var.” Sonra susuzluk başladı. Yetmiş iki kişi idik. (Taberî’nin nakline göre, üç yüz idik.) Susuz kaldık. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dedi: “Kırbanı getir.” Ben getirdim. O da aldı, ağzını ağzına getirdi. İçine nefes etti, etmedi, bilmem. Sonra yetmiş iki kişi geldiler, içtiler, kaplarını doldurdular. Sonra ben aldım; verdiğim gibi kalmıştı.
İşte, şu mucize-i bâhire-i Ahmediyeyi (a.s.m.) gör.
Allahım, suyun damlaları adedince ona (asm) ve âline salât ve selâm et.
Mektûbât, s. 123
|
03.09.2006
|
|
Kuddüs
Allah (c.c.), Kuddûs’tür. Yani her şeyden ulvîdir, her kusurdan mukaddestir, her hayalden uzaktır, fânilere ve sonradan olanlara mahsus her halden aczden, fakrdan, zaaftan, noksanlıklardan ve eksikliklerden münezzehtir. Zât-ı Akdes, mutlak mânâda mukaddes ve münezzehtir. Bütün sıfatları kemâl derecededir, sonsuz biçimde ârîdir ve pâktır. Cenâb-ı Hak Kuddûs ismi gereği, temizliği ve bedenen, ruhen temiz olmayı sever; bunu, kâinat çapındaki faaliyetlerinde açıkça gösterir. Kâinat, bu yüzden tertemiz yaratılmış ve öylece devam edegelmektedir. Kâinatın kemâlâtı kendi kemâlâtına milyonlarca âyet ve işâret hükmündedir. Kâinat san’atta, güzellikte, intizamda, âhenkte, pâklıkta ve temizlikte eşsiz oluşuyla, Kuddûs isminin eseri olduğunu gösterir.
Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği Kuddûs ismini Kur’ân’da da görmekteyiz. Zât-ı Hakîm, “O Allah ki, kendisinden başka İlâh olmayan, Melik, Kuddûs, Selâm, Mü’min, Müheymin, Azîz, Cebbâr, Mütekebbirdir. Allah, müşriklerin koştukları şirklerden münezzehtir”1 buyurur. Bir diğer âyette ise, “Göklerde ve yerde ne varsa, Melik, Kuddûs, Azîz ve Hakîm olan Allah’ı tespih ederler”2 buyurulur.
Kuddûs ism-i şerifinin Hazret-i Ali (r.a.) hakkında İsm-i Âzam hükmünde olduğunu beyan eden3 Bedîüzzaman, bu ismin esrârını ayrı bir bölüm hâlinde inceler.4
Bedîüzzaman’a göre, bu kâinat dâimâ işleyen bir büyük fabrika; her vakit dolar, boşanır bir han ve bir misâfirhâne hükmündedir. Böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misâfirhaneler döküntülerle, enkazlarla, süprüntülerle çok kirlenirler, çok bulaşık olurlar, kirli ve atık maddeler her tarafında birikir. Eğer dikkatle bakılıp temizlenmezse içinde yaşanmaz hale gelir ve insanı boğar. Halbuki bu kâinat fabrikası ve bu yeryüzü misâfirhanesi öylesine pâk, öylesine temiz ve öylesine nazîftir, o kadar kirsiz, bulaşıksız ve atıksızdır ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve bir tesâdüfî kir ve leke aslâ içinde bulunmaz ve barınmaz; geçici olarak bulunsa da, bir arıtma makinası hemen onu yutar; o kir kaybolur ve orası temizlenir.
Bu fabrikanın öyle temizliği seven bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizletir, tertemiz düzenler. O pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde atık ve enkazından kalma kirli maddeleri ve süprüntüleri hiçbir yerinde bulunmuyor. Bilâkis büyüklüğü nisbetinde temizliğine ve arıtılmasına dikkat ediliyor.5
Bu âlem sarayındaki temizlik, pâklık, sâfîlik ve nûrânîlik, mütemâdiyen hikmetli bir temizliğin ve bir dikkatli arındırmanın eseridir. Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sayfalarını temizlediği gibi; bu arz tayyaresinin ve bu semâvî kuşların kanatları ve bu kâinat kitabının sayfaları öyle kolay temizlenmekte ve öyle rahat güzelleşmektedir ki, âhiretin sonsuz güzelliğini görmeyen ve îmânla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine ve bu güzelliğine âşık olmaktadırlar ve tutkun hale gelmektedirler...
İşte bu tek fiil, yani bir tek hakîkat olan temizlik fiili, Kuddûs ismi gibi bir İsm-i Âzamdan gelerek kâinatın bütün dâirelerinde gözükmekte; doğrudan doğruya Allah’ın varlığına ve birliğine sayısız işâretler taşımakta, geniş ve dürbün gibi gözlere Allah’ın birlik tecellilerini göstermektedir.6
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Kuddûs isminin cilvesi ve gereği olan bu ulvî ve umûmî temizlik fiili, kötü hasletlerden, bâtıl itikatlardan, günahlardan, bid’atlardan, dalâletten, küfür hallerinden ve bütün mânevî kirlerden arınmayı da kapsamaktadır. Nasıl, bütün mahlûkatın tesbihatı ism-i Kuddûse bakmaktaysa; bütün mahlûkatın maddeten olduğu gibi, mânen temiz olmalarını da Kuddûs ismi istemektedir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) temizliğin bu kutsî değerindendir ki, “Temizlik îmandandır”7 buyurarak temizliği îmânın nûrundan saymıştır.
Cenâb-ı Hak da; “Allah çok tövbe edenleri ve çok temiz olanları sever”8 buyurmak sûretiyle, Kuddûs isminin istediği tövbenin, arınmanın ve tahâretin, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesîle olduğunu bildirmiştir.9
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Haşr Sûresi: 23; 2- Cum’a Sûresi: 1; 3- Lem’alar, s. 520; 4- A.g.e., s. 486; 5- A.g.e., s. 487; 6- A.g.e., s. 488; 7- Müslim, 1: 203; 8- Bakara Sûresi: 222; 9- Lem’alar, s. 489
|
03.09.2006
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Bir gün bedevi bir Arap geldi ve Peygamber Efendimiz’e (asm) cennetten sordu. Peygamber Efendimiz de (asm) her sorusunu cevapladı. Arap dedi ki:
“Ya Resulallah! Cennette meyve var mıdır?” Peygamber Efendimiz (asm):
“Evet, vardır. Ayrıca, Tuba denilen bir ağaç da vardır.” Buyurdu. Adam:
“Bu Tuba ağacı bizim toprakta yetişen hangi ağaca benzer?” dedi. Efendimiz (asm):
“Senin toprağında bulunan hiçbir ağaca benzemez. Sen Şam’ı gördün mü?” buyurdu. Adam:
“Hayır, Ya Resulallah!” dedi. Efendimiz (asm):
“Şam’da bir ağaç vardır. Ona ceviz derler. Tek gövde üzerinde yeşerir ve üst kesimi yanlara dal budak salar. İşte o ağaca benzer.” buyurdu. Adam:
“Salkımlarının büyüklüğü ne kadardır?” dedi. Efendimiz (asm):
“Her bir salkımın büyüklüğü hiç durmadan uçan bir ala karganın bir ayda uçabileceği yer kadardır.” buyurdu. Adam:
“Gövdesinin kalınlığı ne kadardır?” dedi. Efendimiz (asm):
“En genç bir deveye binip gövdesinin etrafında dolaşmaya başlarsan, hareket ettiğin yere ulaşmadan deven yaşlanır da köprücük kemiği kırılır.” buyurdu. Adam:
“Cennette üzüm de var mıdır?” dedi. Efendimiz (asm):
“Evet, üzüm de vardır.” buyurdu. Adam:
“Tanelerinin iriliği ne kadardır?” dedi. Efendimiz (asm):
“Senin baban davar sürüsünden hiçbir iri teke kesti mi?” buyurdu. Adam:
“Evet.” dedi. Efendimiz (asm):
“Derisini yüzüp annene, “bunu bize bir kova yap” dedi mi?” buyurdu. Adam:
“Evet. Demek o kadar büyük. Bir tanesi beni ve çoluk çocuğumu doyurur, değil mi?” dedi. Efendimiz (asm):
“Evet. Yalnız seni ve çocuklarını değil; bütün soyunu ve kabileni doyurur.” buyurdu.
(İbn-i Kesir Tefsiri, 4/290)
|
Süleyman KÖSMENE
03.09.2006
|
|
|
|