Hadiseler ve gerçekler bize, bu dünyanın en acı olaylarının arkasında tatlı hayatların bulunduğunu ve dünyanın en lezzetli ve zevkli yaşantıların arkasında da sıkıntılarla dolu hayatların var olduğunu göstermektedir.
Bu dünya misafirhanesinde insanların kendilerini gerçeklerden sıyırarak mutluluklara kavuşması mümkün değildir. Gerçeklerin zahiri acılığından korkarak, yalanlara ve aldatmacalara sığınırsak korktuklarımız başımıza gelecek ve karşılaşmasını istemediğimiz sıkıntılarla karşılaşacak, onlarla başa çıkmamız oldukça zor olacaktır.
Gerçeklerle yüzleşmek ve bunu alışkanlık haline getirmek yapılması gereken en doğru davranış ve düşünüş şeklidir. Çünkü yaşanması takdir edilen hayat kesitlerinden kurtulmamız ve sıkıntıların bizi bulamayacağı bir iklimde saklanmamız hayatın gerçeklerine uygun değildir. Bizim ve var olan her şeyin yaratıcısı olan Rabbin mülkünün dışında, sığınabileceğimiz en küçük bir sığınak bile bulunmamaktadır.
Sınırlarını aşma imkânına sahip olmadığımız bu âlemde, bizim için çizilmiş olan alanların içinde maddeten olduğu gibi manen de kalarak huzura kavuşmayı bilmemiz gerekmektedir. Maddî imkânlarla dışına çıkmamız mümkün olmayan sahayı düşünce bazında terk etme girişiminde bulunmak akıl kârı olmayacaktır.
Baştan başarısızlıkla ve hezimetle sonuçlanacağı belli olan bir girişimde bulunmak yerine, takdir edileni kabullenmeden başka çaremizin bulunmadığı bu âlemde, Kâinatın Yaratıcısına karşı teslimiyet içinde olmakla, insanlık fıtratına uygun önemli kazanımlara imza atabiliriz. Zaten bizden istenen de ulaşılması mümkün olmayan hayallerin peşinde koşmamamızdır.
Bizden zor bir şey mi istenmektedir? Tâkatımızın dışında bazı yükler mi sırtımıza yüklenmiştir? Yoksa istenen bir yaşantı tarzını hayatına geçiren insanların çok zararlara maruz kaldıklarını, çok sıkıntılara katlanmak zorunda olduklarını mı gördük? Elbette bu suallerin hiçbirisine ‘evet’ diyebilmemiz mümkün değildir.
Kötü emsalin emsal teşkil etmeyeceği gibi, rayından çıkmış, rotasını şaşırmış insanlık âleminin yolcuları bize emsal teşkil edemez. Onların karanlıklarla iç içe olan yaşantıları, ancak böyle bir yaşantının insanlık onuruna uygun olmaması noktasından bize bir örnek olabilir. Yoksa ‘onlar bunu yaşıyor, dünyanın bütün lezzetlerini tadıyorlar’ gibi mülâhazalar bizi onların yaşantılarına yaklaştırmamalı.
Çıkmaz sokakta olduğu açık bir şekilde görünen birilerinin peşinden gitmek, elbette insanlık mertebesine çıkmış ve bu mertebeyi muhafaza etmeyi kendine hayatının en önemli bir görevi bilmiş insanlara yakışmaz. Aklın yol göstericisiyle hareket eden, kalbin aydınlığıyla ilerleyen insanlar, eninde sonunda dünya hayatının geçiciliğinde ebedî bir huzurun bulunduğunu keşfedeceklerdir şüphesiz.
Görünen acı da olsa veya acı gibi görünse de, nazarlarımızı onun ötesi üzerine yoğunlaştırmamız gerekmektedir. Dünyanın en acısından başlayalım isterseniz. Dünyada en acı olanın ‘ölüm’ gerçeğiyle yüzleşmek olduğunu inkâr edebilecek bir akıl sahibi yoktur elbette.
Ölümün öldürülmesi için veya en azından geciktirilmesi için insanlar nelerini vermezler ki? Ama bu dünyada çaresi olmayan bir vakıadır ölüm. Ve insanların karşılaştığı en acı olay olarak görünmektedir. Ancak imanlı olmak ve imanlı olmanın gereğini yerine getirmek şartıyla, ölüm ötesindeki lezzete ve güzelliklere dünyanın hiçbir hali yetişemez. Ve insanların ölümle bağlantı ve yakınlık kurması kadar, bu dünyada insanın hayatını huzura kavuşturan başka bir vakıanın olmadığı konusunda iddiada bulunabiliriz.
Ölümün dünya zevklerini acılaştırması arkasında büyük lezzetler bulunmaktadır. Tıpkı dünya zevklerinin arkasında büyük ıztırapların ve sıkıntıların bulunması gibi. Aslında bu düşüncelerimle, Allah’ı tanıyan ve itaat edenlerin bu dünyada zindanlarda dahi yaşasa bahtiyar ve huzurlu olduklarını, Onu tanımayanların ise saraylarda dahi olsa mutsuzluklar içinde kıvrandığını ifade etmeye çalıştım. Böylece belki bizler de, Onu tam mânâsıyla tanıyan ve itaat edenlerden olmak için bir çaba içine gireriz.
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|