Eylül ayı, yakın tarihimizin hüzünlü aylarındandır. Acı dolu taze tarih sayfalarının hafızası aralandıkça, husumetin kol gezdiği askerî müdahalelerin adalet dışı sonuçları ile karşılaşıyoruz. İçimizden bir feryat, iç tepki, nefret ve acımasızlığa prim veren mekanizmanın gaflet hali gözümüzün önüne geliyor.
Alın bir Yassıada mahkemesini... 27 Mayıs askerî darbesinde alt komuta kademesinin ihtirasla kendi meslekî hiyerarşilerini bile devre dışı bırakarak cunta kurmalarının ve sonrasında Milli Birlik Komitesi olarak idareyi ele geçiren hareketlerinin affedilebilir tarafı yok...
Maalesef askerî cunta ve darbeciler, bugüne kadar yargılanmadılar. Tam tersine masum insanların kanı üzerine kan lekesi sürdüler. Üç memleket evladı, Rahmetli Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı da idam ettiler.
Mahkeme arşivleri yeni açıldı. Bu konuda gizli kalmış belgeleri açıklayan Zaman’dan takip ettiğimiz kadarı bile, geçmişin acı izlerini bir daha yenilemeye yetti.
İdama götürülen bir başbakana, ürolojik muayene yapacak kadar iğrençleşen bir siyasî hınç, Türkiye’de millete rağmen kendi varlığını despotça, kanun kılıfında ve antidemokratik teâmüllerle yürütmek istiyor. Yaşadıklarımız bize yeterince bir çerçeve veriyor.
Demokrat Parti’nin çıkışı ve yükselişi, gerçek bir halk hareketiydi. Demokrasinin “Hasso Memo” için reva gördüğü, oligarşik yapının dizayncı görüşle halk iradesine tepeden baktığı alışkanlıklar ve uygulamalar, çok şükür ki gittikçe azalıyor.
Salim Başol’un, Egesel’in, dönemin yargılanan parlamenterlerinin hatıralarına ve yaşananlar ile yaşatanların gün ışığına çıkan belgelerine ulaşıldıkça, ihanetin kotları ve demokrasi düşmanlarının inanılmaz tahripleri de boy vermektedir.
İhtilâlcilerin değişmez bir klasiği var: Ülkeyi kurtarmak.
Kimi kimden kurtardıkları meçhul. Ancak meçhul olmayan bir gerçek var ki, böylesi kapalı ve trajik dönemlerde meşru kaynaklara dadanan aktörlerin yakın çevreleri ve bunlarla beraber nemalanan bir kesimin kendi geleceklerini kurtardıklarıdır. İstikballerini planlıyorlar. Sözüm ona vatanı kurtarma bahanesiyle.
Bu milletin kamu vicdanı emsal alınarak, devletin bütün organları bir gün açık beyan bir özürle darbe yapmaktan dolayı kurumları adına milletten ve mağdur edilen seçilmiş iradelerden özür dilemeliler.
Geçmişin yaralarını kaşıma niyetinde değilim. Ancak kabuk bağlamış yaranın müzmin etkileri hâlâ gözümüzün önünde post modern versiyonlarla ve siyasete kayıt dışı müdahale edebiliyorsa ve toplum buna maruz kalıyorsa; sivillerin ve siyasilerin atmaları gereken daha cesur adımlar var. Demokratik düzenlemeleri hızlandırmalıdırlar.
Kan çanağı üzerine 5 bin gencin öldüğü bir dönemde ihtilâli olgunlaştırmak için bir yıl beklediklerini söyleyen darbecilerden dönemin 2. Ordu Komutanı Orgeneral Bedrettin Demirel’in bu ifadesi, korkunç ve karanlık bir dönemin itirafıdır. Tüyler ürperticidir.
Bir defa asker siyasî demeç vermemeyi öğrenmelidir. Halkın egemenliği tartışılmamalıdır. Laiklik kavramının tanımsızlığı ve muğlaklığı arkasına sinmiş niyet ve görüşlerin resmî üslupları ve tehditkâr beyanları, toplumu ve değerlerini rahatsız etmemelidir.
Darbelerin tutun birini vurun ötekine. Hiçbir gerekçe, meşruiyetin kaynaklarına ve ortak iradenin hükmüne saldırmayı ve müdahaleyi mazur gösteremez.
Marmaris-Armutalan sakini Evren ve arkadaşları, 1982 anayasasının geçici 15. maddesiyle kendilerini yargılamaktan ve tasarrufları ile ilgili sorgulamaktan koruyan anayasal bir şemsiye altına girdikleri halde, diğer taraftan anayasa metninin inanç hürriyetine karşı tevili ve kullanılması da ayrı bir garabet ve talihsizliktir.
Ne diyelim? Büyük hesap günü ve Türkiye’nin demokratik sürecinin olumlu yönde artması, bizi nispeten rahatlatıyor. Yoksa yapılan haksızlıkların ve irade gaspının gölgesi dahi, bugünümüze karabasan gibi çökmektedir.
Daha çok birey hakları, teşebbüs hürriyeti, ortak iradeye saygı ve demokratik eğitim ve kültürle inşallah bu kâbuslar bertaraf edilecektir. Maşerî vicdan tahakkuk edecektir.
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|