|
|
Davut ŞAHİN |
Şöhret yıpratıyor |
|
Şöhret zehirli bal. Ünlülerin de zaman zaman ekrana yansıyan sıkıntıları, dertleri oluyor.
Mahmut Tuncer Kanal 7’de dargın çiftleri barıştırıp, onlara çiftetelli düğün yaptırırken, kızının da kendisini, aynı duruma düşüreceğini bilemezdi...
İbo Show’da (atv) Tatlıses, aynı zamanda aile dostu olan Tuncer ailesini barıştırma çabasındaydı.
Ekrana yansıyan görüntülere göre, Tuncer çifti, kızıyla barıştı.
Ancak magazin medyasının bunu didik didik edeceği endişesi taşıyorum. Çünkü, medya eğer “arabuluculuk” üstlendi mi, bu işin düzelmesi mümkün değil. Çünkü, ellerindeki malzemeyi tepe tepe kullanmak ister ve kullanacaktır.
Ne dedik: Şöhret zehirli bal.
Ünlü olmanın dezavantajları olduğunu söyleyen bir ünlünün sözlerine kulak verelim.
Diyor ki: “Şöhret, bir insana verilecek en büyük ceza!” (Gözcü)
Bunu söyleyen, yıllardır müzik piyasasında at koşturan Ajda Pekkan...
Pekkan, “Ünlü olmak yalnız olmak demektir. Yani şöhret bir insana verilecek en büyük cezadır. Çünkü kendi kimliğinizle şöhret arasındaki şizofreni, insanı çok yıpratıyor. Kendinize karşı yabancılaşıyorsunuz. Hayatınız alt üst oluyor. Bu nedenle şöhret öyle dışarıdan göründüğü kadar kolay değil” diye konuşuyor. Kuşkusuz bu ifadeler bildik... Üstelik zaman zaman medya yoluyla “şöhret”in getirdiği olumsuzlukları kendi ağzıyla “ikrar” edenler olduğu gibi, intihara kadar giden yolların da açık olduğunu dehşetle görüyoruz.
Yine aynı gazete, “psikolojik destek alan” ünlüleri yazmış. Tarkan, Sibel Can, Gülben Ergen, Gamze Özçelik, Yeşim Salkım, Nadide Sultan ve diğerleri... Pek çok ünlü, şöhretin dışarıdan göründüğünün aksine, “ağır darbeleri” olduğunu da itiraf ediyorlar.
Ortak kanaat şu:
“Hep gözönünde olduğumuz için sorunlarımızı da milyonların önünde yaşamak psikolojimizi daha çok bozuyor. Biz de bu sıkıntıları psikolog desteğiyle aşıyoruz. Aksi takdirde ayakta kalamayız.”
Benim anlamadığım nokta şu:
“Ünlü” olmaktan dert yananlar, “şöhret”in zararlarını yaşayarak öğrenenler neden ısrarla aynı hayatı yaşamaya devam ediyor?
Hem “normal insan”lara gıpta edeceksiniz, hem de “şöhret”in “en büyük ceza” olduğunu söyleyeceksiniz!.
Bu bir çelişki değil mi?
DİZİ DİZİ DİZİLER
Kışlık diziler vitrine çıktı. Eylül ayına girdiğimiz şu günlerde kanallar yapımlarını birer birer ekrana çıkardı.
Özellikle “derin” mevzuları işleyen diziler öne çıkarılıyor: “Kod Adı,” “Sağır Oda” bunlardan ikisi (Kanal D).
Özellikle “Kod Adı”nın yapım ekibine baktığımızda ilginç isimler görüyoruz. Yapımcı, Eski Kültür Bakanı Fikri Sağlar... Proje Danışmanına baktığımızda gazeteci Derya Sazak’ı görüyoruz. Yönetmen, Çağatay Tosun ve Tevfik Şenol... Süpervizorlüğünü ise, adından çok söz ettiren genç yönetmen Çağan Irmak yapıyor.
Yeni yayın dönemine baktığımızda haftada 80 dizi görücüye çıkıyormuş. Yani, her güne ortalama 16 dizi... Kanallara bir bakalım:
KANAL D: Polisiye dizilerin öne çıktığı bu dönemde Kanal D 15 projeyle rekoru elinde bulunduruyor. ‘Sağır Oda’, ‘Kod Adı’, ‘Yaprak Dökümü’, ‘Karınca Yuvası’, ‘Bin Bir Gece’ gibi yeni dizilerin yanı sıra ‘Sev Kardeşim’, ‘Gümüş’, ‘Kırık Kanatlar’, ‘Hırsız Polis’, ‘Ihlamurlar Altında’, ‘Yabancı Damat’, ‘Fırtına’, ‘Arka Sokaklar’, ‘Acemi Cadı’ ve ‘Ah Polis Olsam’ bu dönem ekrana gelmeye devam ediyor.
ATV: Yetkin Dikinciler ve Yonca Cevher’in rol aldığı, ‘Gözyaşı Çetesi’ni izleyicinin beğenisine sunan atv’de ‘Kadın Severse’, ‘Ah İstanbul’, ‘Selena’, ‘Erkekler Ağlamaz’, ‘Sıla’ gibi yeni yapımlar görücüye çıkıyor. ‘Avrupa Yakası’ ile ‘Beyaz Gelincik’ yoluna devam ederken ‘Aliye’nin ise beş bölüm sonra ekrana veda etmesi bekleniyor.
TRT: Geçtiğimiz yıllara nazaran bu yıl dramalara ağırlık veren TRT’de henüz tam netleşmemekle birlikte yedi dizinin ekrana getirilmesi planlanıyor. Geçen yıldan devam eden ve Van’dan ayrılan ‘Hayat Türküsü’nün çekimleri İstanbul’da sürüyor. Kanalda ayrıca; ‘Pertev Beyin Üç Kızı’, ‘Dede Korkut’ ve ‘Kınalı Kuzu’ bu dönem ilk kez izleyiciyle buluşacak yapımlardan.
STAR: ‘En Son Babalar Duyar’, ‘İki Aile’, ‘Ümit Milli’, ‘Yalancı Yarim’ gibi eski dizilerin yanına beş yeni yapım daha katan Star TV bu yıl da iddialı. Kanalda ‘Candan Öte’, ‘Sırça Köşk’, ‘İmkânsız Aşk’, ‘Taşların Sırrı’ ve başrolünü adını Deniz Feneri ile duyuran Uğur Arslan’ın oynadığı ‘Karagümrük Yanıyor’ bu dönem izleyicinin karşısına çıkacak.
SHOW TV: Geçen yıllara oranla az sayıda yeni proje hazırlayan Show TV’de ‘Emret Komutanım’, ‘Yanık Koza’, ‘Hacı’, ‘Acı Hayat’, ‘Kızlar Yurdu’, ‘Kız Babası’, ‘Sahte Prenses’, ‘Sevda Çiçeği’, ‘En İyi Arkadaşım’ izleyiciyle buluşmaya bu dönem de devam ediyor. Kanal, çoğu tutmuş olan bu yapımlara ‘Adak’, ‘Gülpare’ ve başrolünü Kadir İnanır’ın oynadığı ‘Pişman Değilim’i de ekleyerek reytingde üst sıralara çıkmayı hedefliyor.
STV: ‘Sırlar Dünyası’, ‘Beşinci Boyut’ ve ‘Büyük Buluşma’ gibi dizilerle reyting sıralamasında “ben de varım” dedirtecek gibi görünüyor. (nezgazete.com)
Bu dizilerin analizlerini, izledikten sonra nazarlarınıza sunacağız.
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Darbeler ve 12 Eylül |
|
Eylül ayı, yakın tarihimizin hüzünlü aylarındandır. Acı dolu taze tarih sayfalarının hafızası aralandıkça, husumetin kol gezdiği askerî müdahalelerin adalet dışı sonuçları ile karşılaşıyoruz. İçimizden bir feryat, iç tepki, nefret ve acımasızlığa prim veren mekanizmanın gaflet hali gözümüzün önüne geliyor.
Alın bir Yassıada mahkemesini... 27 Mayıs askerî darbesinde alt komuta kademesinin ihtirasla kendi meslekî hiyerarşilerini bile devre dışı bırakarak cunta kurmalarının ve sonrasında Milli Birlik Komitesi olarak idareyi ele geçiren hareketlerinin affedilebilir tarafı yok...
Maalesef askerî cunta ve darbeciler, bugüne kadar yargılanmadılar. Tam tersine masum insanların kanı üzerine kan lekesi sürdüler. Üç memleket evladı, Rahmetli Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı da idam ettiler.
Mahkeme arşivleri yeni açıldı. Bu konuda gizli kalmış belgeleri açıklayan Zaman’dan takip ettiğimiz kadarı bile, geçmişin acı izlerini bir daha yenilemeye yetti.
İdama götürülen bir başbakana, ürolojik muayene yapacak kadar iğrençleşen bir siyasî hınç, Türkiye’de millete rağmen kendi varlığını despotça, kanun kılıfında ve antidemokratik teâmüllerle yürütmek istiyor. Yaşadıklarımız bize yeterince bir çerçeve veriyor.
Demokrat Parti’nin çıkışı ve yükselişi, gerçek bir halk hareketiydi. Demokrasinin “Hasso Memo” için reva gördüğü, oligarşik yapının dizayncı görüşle halk iradesine tepeden baktığı alışkanlıklar ve uygulamalar, çok şükür ki gittikçe azalıyor.
Salim Başol’un, Egesel’in, dönemin yargılanan parlamenterlerinin hatıralarına ve yaşananlar ile yaşatanların gün ışığına çıkan belgelerine ulaşıldıkça, ihanetin kotları ve demokrasi düşmanlarının inanılmaz tahripleri de boy vermektedir.
İhtilâlcilerin değişmez bir klasiği var: Ülkeyi kurtarmak.
Kimi kimden kurtardıkları meçhul. Ancak meçhul olmayan bir gerçek var ki, böylesi kapalı ve trajik dönemlerde meşru kaynaklara dadanan aktörlerin yakın çevreleri ve bunlarla beraber nemalanan bir kesimin kendi geleceklerini kurtardıklarıdır. İstikballerini planlıyorlar. Sözüm ona vatanı kurtarma bahanesiyle.
Bu milletin kamu vicdanı emsal alınarak, devletin bütün organları bir gün açık beyan bir özürle darbe yapmaktan dolayı kurumları adına milletten ve mağdur edilen seçilmiş iradelerden özür dilemeliler.
Geçmişin yaralarını kaşıma niyetinde değilim. Ancak kabuk bağlamış yaranın müzmin etkileri hâlâ gözümüzün önünde post modern versiyonlarla ve siyasete kayıt dışı müdahale edebiliyorsa ve toplum buna maruz kalıyorsa; sivillerin ve siyasilerin atmaları gereken daha cesur adımlar var. Demokratik düzenlemeleri hızlandırmalıdırlar.
Kan çanağı üzerine 5 bin gencin öldüğü bir dönemde ihtilâli olgunlaştırmak için bir yıl beklediklerini söyleyen darbecilerden dönemin 2. Ordu Komutanı Orgeneral Bedrettin Demirel’in bu ifadesi, korkunç ve karanlık bir dönemin itirafıdır. Tüyler ürperticidir.
Bir defa asker siyasî demeç vermemeyi öğrenmelidir. Halkın egemenliği tartışılmamalıdır. Laiklik kavramının tanımsızlığı ve muğlaklığı arkasına sinmiş niyet ve görüşlerin resmî üslupları ve tehditkâr beyanları, toplumu ve değerlerini rahatsız etmemelidir.
Darbelerin tutun birini vurun ötekine. Hiçbir gerekçe, meşruiyetin kaynaklarına ve ortak iradenin hükmüne saldırmayı ve müdahaleyi mazur gösteremez.
Marmaris-Armutalan sakini Evren ve arkadaşları, 1982 anayasasının geçici 15. maddesiyle kendilerini yargılamaktan ve tasarrufları ile ilgili sorgulamaktan koruyan anayasal bir şemsiye altına girdikleri halde, diğer taraftan anayasa metninin inanç hürriyetine karşı tevili ve kullanılması da ayrı bir garabet ve talihsizliktir.
Ne diyelim? Büyük hesap günü ve Türkiye’nin demokratik sürecinin olumlu yönde artması, bizi nispeten rahatlatıyor. Yoksa yapılan haksızlıkların ve irade gaspının gölgesi dahi, bugünümüze karabasan gibi çökmektedir.
Daha çok birey hakları, teşebbüs hürriyeti, ortak iradeye saygı ve demokratik eğitim ve kültürle inşallah bu kâbuslar bertaraf edilecektir. Maşerî vicdan tahakkuk edecektir.
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Radar icat oldu, mertlik bozuldu |
|
Köroğlu, tüfek ile ilgili olarak şöyle demişti:
Düşman geldi tabur tabur dizildi,
Alnımıza kara yazı yazıldı.
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu.
Eğri kılıç kında paslanmak gerek.
Gerçekten de orta çağda fizikî güç ön planda idi. Top ve tüfeğin icat edilmesi ile birlikte, sayısal güç fiziksel gücün önüne geçmeye başlamıştı. Öyle ki aşılması imkânsız olan surlar top gülleleri ile devriliyor, güçlü ordular tüfek atışları ile yere seriliyordu. Mohaç Savaşında birbirine zincirle bağlanmış Macar askerleri Osmanlının atış gücü karşısında ezilmiş, tarihte o güne kadar görülmemiş bir kıyım 2–3 saat içinde gerçekleştirilmişti.
Avrupalılar ve özellikle de Fransız Ordusu, Napolyon döneminde yivli topları geliştirdiler. Bu sayede daha uzun menzilli silâhlara sahip olmuşlardı. Ayrıca gelişmiş topları gemilere yükleyip dünyaya hükmetmeye başladılar. Artık savaşlarda topçular piyadeden daha önemli olmuşlardı.
I. Dünya Savaşında da savaş stratejileri çok değişmedi. Sıklet merkezi denilen cephenin en önemli noktasına kuvvetlerini yığabilen ordular savaşları kazanıyorlardı. Bu durum deniz savaşlarında da geçerliydi. İsabetli vurmak, kuvvetli ve sür'atli vurmak savaşın can alıcı noktasını meydana getiriyordu.
Ama II. Dünya Savaşında her şey değişti. Radar denilen bir cihaz sebebiyle bütün savaş stratejileri değişmek zorunda kalmıştı. Özellikle denizlerde düşmanın mevki tespit edilerek kısa zamanda yok edilmesi mümkün oluyordu.
Radar daha sonra güdümlü mermilere yerleştirilmeye başladı. Artık düşmanı görmeden sadece yerini tesbit ederek imha etmek mümkündü. Yakın zamanlardaki Falkland, Körfez ve Sırbistan Savaşları fiziksel veya sayısal gücün yerini elektronik gücün aldığını gösteriyordu.
Falkland Savaşında eğer Arjantin’in elinde 24 değil de meselâ 50 güdümlü mermi olsa İngiltere’nin yenilmesi işten bile değildi.
Körfez Savaşında Irak tankları tam bir demir tabut haline gelmişti. ABD’nin elindeki güdümlü mermiler hedeflerini kolayca buluyor, hiçbir risk almadan tankları kolayca imha ediyordu. Bu savaşta göze çarpan bir husus ABD’nin ciddî olarak savaşa girmeden önce Irak’ın radar ve elektronik tesislerini 15 gün boyunca vurması idi. Sonunda Iraklılar o çok güvendikleri tanklarını ve uçaklarını kullanma fırsatı bulamadan ülkelerini işgal kuvvetlerine teslim etmek zorunda kaldılar.
O yıllardaki başka bir savaşta Boşnak katili Sırplar, Kosova’daki Arnavutları öldürmeye başlamıştı ki NATO güçleri hiçbir kara gücü kullanmadan Sırbistan’ı vurmaya başladı. Binlerce kilometre uzaktan ateşlenen Tomahawk ve Cruise füzeleri, Sırp sanayi tesislerini, uçaktan atılan daha kısa menzilli güdümlü mermiler ise Sırp askerî hedeflerini vurmaya devam ediyordu. Sonunda Sırplar yenilgiyi kabul ettiler, hatta devlet başkanları olan Miloseviç’i kendi elleri ile teslim etmek zorunda kalmışlardı. Hiçbir piyade askeri kullanılmadan hatta asker kaybetmeden kazanılan savaş, aynı zamanda geleceğin savaşlarının da nasıl olabileceği konusunda büyük dersler veriyordu.
Ne olmuştu da savaş, güç dağılımı ile büyük orantısızlığına rağmen modern silâhlara sahip olan ülkelerin lehine gelişmeye başlamıştı.
İşte savaşların kaderini değiştiren cihazlardan biri olan radarı anlatabilirsek bu sorunun cevabını bulmak daha kolay bir hale gelecektir.
Radar ismi, Radio Dedection And Ranging kelimelerinin baş harfleri ile meydana gelmiştir. Kısaca uzaktaki cisimlerin yerini radyo dalgaları ile gönderip, geri dönen ekoları analiz eden sisteme verilen isim de denilebilir.
İlk basit radar sistemi İskoçyalı fizikçi Robert Alexander Watson tarafından keşfedilmişti. Fırtınaları takip ederek uçakları kötü hava şartlarından korumak amacı ile geliştirilen radar, günümüzde birçok savaş aracının en önemli unsuru haline gelmiştir. Farkında olmasak bile bu cihaz günlük hayatımızın birçok alanına girmiştir. Uçakların havada ve yerde takip edilmesinden hatta yumuşak bir iniş yapmasına kadar her yerde radar kullanılmaktadır. Trafik polisleri karayollarında hızlı ilerleyen araçların kontrolünü de bu cihazla yapıyorlar. NASA dünyanın ve diğer gezegenlerin haritalarını çıkarmak için yine radarı kullanmaktadır.
Uzayda ilerleyen göktaşları ve uydular da radarlar ile takip edilmektedir. Denizlerde de geminin en önemli cihazlarından biri radardır. Seyrü sefer emniyeti ve yanaşma manevralarında bu cihaz sayesinde bütün işlemler kolaylıkla yapılmaktadır.
Yine konumuza yani radarın savaşlarda kullanılarak yepyeni bir strateji geliştirmesine devam edelim.
Buharlı Makineyi icat eden James Watt’ın torunu olan Watson 1917’de İngiliz Meteoroloji ofisinde çalışırken, fırtınaların yerini belirleyen araçlar geliştirmişti. Şimşek çaktığında havayı iyonlaştırarak ortaya çıkan radyo sinyallerini takip etmeyi başaran Watson, pilotları yaklaşan fırtınalardan haberdar ediyordu.
1933 yılında İngiliz Hükümeti hava savunmasını gelişmiş teknolojilerle donatmak üzere bir komite oluşturmuştu. Bu komitede yer alan Watson’u daha sonra 1935 yılında İngiliz Ulusal Fizik Laboratuvarına radyo araştırmalarından sorumlu müdür olarak atadılar.
İlk denemelerde radyo sinyallerini takip etmede başarılı olan Watson, daha sonra bunu daha uzun mesafelerde de yapabileceğini ispat etti.
12 Şubat 1935’te Havacılık Bakanlığına Radyo dalgaları ile uçakların tesbiti ve mevkiinin belirlenmesi ile ilgili bir teklif veren Watson’un teklifi kabul edildi. BBC’nin yayın anteninden 10 km uzaktaki bir mevkiden iki alıcı anten yerleştirildi ve istasyondan yayılan sinyaller filtre edilmeye başlandı. Gizlice uçurulan bir bombardıman uçağı, gayet net sinyaller vermişti.
Edinilen bilgiler çok gizli tutuldu. Nisan ayında Watson radarın patentini alarak araştırmalarda bulunmak üzere 1941 yılında ABD’ye gitti. Radar geliştirildi ve belki de II. Dünya Savaşının en önemli keşfi oldu. Bu olay İngilizlerin savaşı kaybetmek üzere iken yeniden kazanmalarına sebep olmuştu. Zira Almanlar hiçbir karşılık görmeden Londra ve diğer şehirleri ağır bombardımana tabi tutuyorlardı. Avcı uçakları bombardıman uçaklarına karşı etkili olamıyordu. 20 sortide sadece 3 kez düşmanı yakalayabilen avcı uçakları çoğu zaman hedeflerini vuramıyorlardı.
Uçaksavar toplarının erişemeyeceği yükseklikten bombalarını bırakan uçaklara karşı önceleri havada devriye görevi tutulmaya başlanmıştı. Fakat avcı uçakları irtifa kazanana kadar bombardıman uçakları üslerine geri dönebiliyorlardı.
Radar sayesinde bombardıman uçaklarının mevkileri tesbit edildi ve bu uçaklara karşı ağır darbeler vurulmaya başlandı.
Denizde de Alman denizaltıları önce radar ile su yüzeyinde iken tespit edilerek imha edilmeye başladı. Fakat denizaltılar adı üzerinde hemen dalabiliyorlardı. Buna karşılık radara benzeyen fakat radyo sinyalinin yerine ses sinyalleri gönderilerek çalışan sonar sayesinde derinde iken de tespit edilen denizaltılar teker teker yok edilmeye başladılar. Radardaki birçok prensip sonar için de geçerli idi.
Almanların jet uçakları, füzeler, tank ve denizaltı teknolojisine rağmen radar daha etkili bir keşif olmuştu. Düşman daha menzile girmeden tesbit ediliyor, gerekli koordinasyon kurularak menzile girer girmez imha ediliyordu.
Özellikle radarın geliştirilmesi sayesinde Almanlar ve Japonlar yenilgiye uğratıldı. Savaştaki katkılarından dolayı Watson’a 1942 yılında şövalye ünvanı verilerek şereflendirilen Watson, hayatının kalan bölümünü Kanada ve ABD’de geçirdi. Burada “Zafere Üç Basamak” adlı kitabını yayımladı ve ülkesine geri dönerek 1973 yılında öldü.
Radarın keşfinden sonra silâh endüstrisindeki gelişmeler durmadı. Radarı küçülterek mermilerin üzerine yerleştirdiler. Hatta Amerikalılar VT tapa icat ederek top mermisinin ucuna bile yerleştirdiler.
Bu tapa içinden yayılan radyo sinyalleri 75 ft. yaklaşık 25 m mesafedeki uçaklara çarptığı anda tapayı harekete geçirmekte ve mermi kendiliğinden patlamaktadır. Bu gün bile kullanılan VT tapalara karşı en etkili savunmayı Vietnamlılar geliştirmişler VT tapalı mermiler daha namludan çıkar çıkmaz yayılan bir radyo frekansı ile patlatılmaya başlanmıştır.
Vietnamlılardan alınacak en önemli derslerden bir tanesi teknolojinin geliştirildiği takdirde en güçlü silâhları dahi alt edebileceğini bize göstermesidir.
Günümüzde ise radar tapa olarak değil de hedef bulmaya yarayan bir sensor olarak kullanılmaktadır. Güdümlü mermilerin çoğunda radar bulunmaktadır. Gerçi ısıya hassas sensorlar (infrared teknolojisi) radara rakip olarak gösterilse de henüz radarın yerini almak için çok erken bir dönemdedirler.
Savaş endüstrisi son yıllarda en büyük keşfini radara yakalanmayan savaş araçları ile göstermişlerdir. Uçak ve gemileri son keşfettikleri bir cins kaplama ile radarların yakalayamayacağı bir şekilde dizayn etmek günümüzün en önemli teknoloji savaşını doğurmuştur. Bu konuda en etkili savaş aracını dizayn eden taraf üstünlüğü ele geçirecektir.
Bu son tesbit bize radarın hâlâ ne kadar önemli bir cihaz olduğunu göstermektedir. Onu alt etmeden günümüz savaş endüstrisine galip gelmek mümkün değildir.
Milletimiz yıllar önce büyük keşifler yapmışlar “İlim Çin’de bile olsa alın” hadisine uygun olarak birçok teknolojik gelişmeye önayak olmuşlardır. Özellikle pozitif ilimler (matematik, fizik gibi) alanında Müslümanların yetiştirdiği o kadar çok insan vardır ki eğer onlar olmasa idi bugün bırakınız radarı toplama çıkarmayı bile yapamazdık. Romalıların kullandıkları Romen rakamları ile bir çıkarma işlemi yapın bakın ne kadar zor olduğunu göreceksiniz.
Köroğlu gibi tüfek icat oldu mertlik bozuldu diyerek enseyi karartmak yerine yeni keşfedilen bilgileri öğrenip geliştirmek daha önemlidir.
Bu yazımızda içimizdeki İbni Sina’ları Watson’ları harekete geçirebildikse ne mutlu bize. Unutmayalım “İlim Müslüman’ın yitik malıdır.”
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Amerika’ya gelen dindarlaşıyor |
|
Son derece iddialı bir başlık olduğunun farkındayım, hatta hiçbir şekilde test edilemeyecek bir genellemenin içinde olduğumun da farkındayım. Yalnız çok fazla insanda gözlediğim bu halin bir şekilde kaleme alınması gerektiğine inanıyorum. Bunun tam tersi de mümkündür elbette (Amerika’ya gelip ‘hayat’ını yaşayanlar). Benim vurgulamak istediğim, içlerinde değişmek gerektiğine inanmışların dönüşümü.
Yapmak isteyip de yapamadığımız çok şey var öyle değil mi? Çoğu zaman kalbimizi yarıp baksalar bambaşka biriyle karşılaşacaklar, yaşamak istediğimiz hayat aslında bu değil, ya da bu şekilde davranmak istemediğimizden eminiz. Yalnız, çevre, içinde bulunduğumuz şartlar, çalıştığımız kurumun işimize son vereceği endişesi, eşimizin artık bizi sevmeyebileceği, ailemizin artık bizimle görüşmeyi keseceği korkusu var. Asıl korkulması gerekenler, arada bir yoklasa da vicdanı, nefsimiz eninde sonunda bir çıkış yolu buluyor nasılsa.
Kendimize kaçmalıyız her şeyin öncesinde, ama ne zaman, nasıl ve ne şekilde? Aklımızı karıştıracak, bizi oyalayacak onlarca oyuncağın içinden sıyrılmak çok zor.
Birşeylerin değişmesi gerektiğine inanmak bile çok büyük bir aşamadır. Vicdanın rahatsızlığı, içimizi kemiren bir takım şeylerin inadına yoluna devam etmesi tarifsiz bir lütuftur aslında. Çünkü eğer günah işlerken ya da sonrasında içimiz yanmıyorsa, orada ciddî bir sorun var demektir. İşte o zaman “özür makamı” bizden uzaklaşır, biz bizden geçeriz. Ömrümüz geçici zevklerin peşinde koşmak ile heba olur ve hiçbir zaman gerçekten mutlu olamayız.
Yaşlanınca yapılması gerekenler listesi, bize yıllar yılı oldukça güzel empoze edilmiştir. Bu konuda sorunumuz yok çok şükür. Yalnız gençken yapmamız gerekenlerde bir problem var. Ninelerimizden dinlediğimiz ve hiç unutulmaması gereken öğütlere bakarsak, gençken beklemeliyiz, ölümün kontrolü elimizdeymiş gibi.
“Yavrum her şey gençlik zamanında güzel, benimki benden geçtikten sonra ne anlamı var yaşamanın değil mi ama? Bak şu halime, yaşımı başımı almışım, sen şimdi gez toz, başını örtmek de nesi, daha yaşın kaç? Ne namazı yavrum, yaşlanınca kılarsın, güzelce hacca gidersin tövbeni yaparsın, bitti gitti. Hem siz daha gençsiniz, Allah affeder.”
Gençliklerini babalarının dinî baskısından dolayı yaşayamadığını iddia eden bazı yaşlılarımız, dillerinden duâları düşürmeyerek bize çok güzel örnek oluyorlar, fakat gelgelelim; “Sen şimdi bak, sakın uygulama! Sadece benim gibi olunca böyle yapacaksın” tezatıyla. İyi de bilinen ama uygulanmayan şey bize ait olmaz ki. Namaz bir alışkanlık olmalıdır küçükken kazanılması gereken, ya da örtünme güzelliğin doruk noktasındayken anlamlıdır. Nur Sûresi 60. âyetinde söylenenin tam tersi sizin bize öğrettiğiniz.
Türkiye’deyken topluluk içinde kaynıyordum. “Boşver herkes böyle yaşıyor” dedim, geçip gittim üzerinden. Amerika’ya gelince her şey değişti. Bildiklerim anlamını yitirdi, çünkü benim değildiler. Kültürleri, dilleri ve yaşayışları bizlerden son derece farklı insanların içine gelip, Türkiye’deyken yaşadıklarımın özeleştirisini yapma fırsatı elde ettim. Geriye uzaktan bakmak görüş alanımı genişletti. Bir şimşek çaktı, ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. İçe dönük bir hayatın tohumları atıldı, tutunabileceğim tek bir oyalanma cümlem kalmadı. Yalnızlaştığım anlarda değiştiğimi fark ettim. Hayat kısaydı ve ölüm çok yakındı. Ben de inancımı en güzel şekilde yaşamaya karar verdim. Bana, “Amerika’ya mı yoksa Arabistan’a mı gittin anlayamadık?” diyen çevreme rağmen.
İşte böyle diyordu bu değişimi fark ettiğim bir insan, farklı zamanlarda farklı yerlerde karşılaştığım benzer yürekler, tek noktada birleşiyordu: “İyi ki gelmişiz buraya”.
Ayrıca Amerika’daki Türklerin bazıları Türkiye’de yaşıyor olsaydı muhtemelen Anadolu lisesine gönderecekleri çocuklarını, Amerika’da yaşadıklarından dolayı ‘İslamic School’a göndermeyi tercih ediyor. Aman ha! Çocuklar dinlerini unutmasınlar yabancıların içinde yozlaşmasınlar diye.
Sözün sonu: Öncelikler yer değiştirdi. Onlar hayatlarındaki önem sıralamasını inancı baz alarak yapıyorlar artık.
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Perde arkasındaki tatlı hayatlar |
|
Hadiseler ve gerçekler bize, bu dünyanın en acı olaylarının arkasında tatlı hayatların bulunduğunu ve dünyanın en lezzetli ve zevkli yaşantıların arkasında da sıkıntılarla dolu hayatların var olduğunu göstermektedir.
Bu dünya misafirhanesinde insanların kendilerini gerçeklerden sıyırarak mutluluklara kavuşması mümkün değildir. Gerçeklerin zahiri acılığından korkarak, yalanlara ve aldatmacalara sığınırsak korktuklarımız başımıza gelecek ve karşılaşmasını istemediğimiz sıkıntılarla karşılaşacak, onlarla başa çıkmamız oldukça zor olacaktır.
Gerçeklerle yüzleşmek ve bunu alışkanlık haline getirmek yapılması gereken en doğru davranış ve düşünüş şeklidir. Çünkü yaşanması takdir edilen hayat kesitlerinden kurtulmamız ve sıkıntıların bizi bulamayacağı bir iklimde saklanmamız hayatın gerçeklerine uygun değildir. Bizim ve var olan her şeyin yaratıcısı olan Rabbin mülkünün dışında, sığınabileceğimiz en küçük bir sığınak bile bulunmamaktadır.
Sınırlarını aşma imkânına sahip olmadığımız bu âlemde, bizim için çizilmiş olan alanların içinde maddeten olduğu gibi manen de kalarak huzura kavuşmayı bilmemiz gerekmektedir. Maddî imkânlarla dışına çıkmamız mümkün olmayan sahayı düşünce bazında terk etme girişiminde bulunmak akıl kârı olmayacaktır.
Baştan başarısızlıkla ve hezimetle sonuçlanacağı belli olan bir girişimde bulunmak yerine, takdir edileni kabullenmeden başka çaremizin bulunmadığı bu âlemde, Kâinatın Yaratıcısına karşı teslimiyet içinde olmakla, insanlık fıtratına uygun önemli kazanımlara imza atabiliriz. Zaten bizden istenen de ulaşılması mümkün olmayan hayallerin peşinde koşmamamızdır.
Bizden zor bir şey mi istenmektedir? Tâkatımızın dışında bazı yükler mi sırtımıza yüklenmiştir? Yoksa istenen bir yaşantı tarzını hayatına geçiren insanların çok zararlara maruz kaldıklarını, çok sıkıntılara katlanmak zorunda olduklarını mı gördük? Elbette bu suallerin hiçbirisine ‘evet’ diyebilmemiz mümkün değildir.
Kötü emsalin emsal teşkil etmeyeceği gibi, rayından çıkmış, rotasını şaşırmış insanlık âleminin yolcuları bize emsal teşkil edemez. Onların karanlıklarla iç içe olan yaşantıları, ancak böyle bir yaşantının insanlık onuruna uygun olmaması noktasından bize bir örnek olabilir. Yoksa ‘onlar bunu yaşıyor, dünyanın bütün lezzetlerini tadıyorlar’ gibi mülâhazalar bizi onların yaşantılarına yaklaştırmamalı.
Çıkmaz sokakta olduğu açık bir şekilde görünen birilerinin peşinden gitmek, elbette insanlık mertebesine çıkmış ve bu mertebeyi muhafaza etmeyi kendine hayatının en önemli bir görevi bilmiş insanlara yakışmaz. Aklın yol göstericisiyle hareket eden, kalbin aydınlığıyla ilerleyen insanlar, eninde sonunda dünya hayatının geçiciliğinde ebedî bir huzurun bulunduğunu keşfedeceklerdir şüphesiz.
Görünen acı da olsa veya acı gibi görünse de, nazarlarımızı onun ötesi üzerine yoğunlaştırmamız gerekmektedir. Dünyanın en acısından başlayalım isterseniz. Dünyada en acı olanın ‘ölüm’ gerçeğiyle yüzleşmek olduğunu inkâr edebilecek bir akıl sahibi yoktur elbette.
Ölümün öldürülmesi için veya en azından geciktirilmesi için insanlar nelerini vermezler ki? Ama bu dünyada çaresi olmayan bir vakıadır ölüm. Ve insanların karşılaştığı en acı olay olarak görünmektedir. Ancak imanlı olmak ve imanlı olmanın gereğini yerine getirmek şartıyla, ölüm ötesindeki lezzete ve güzelliklere dünyanın hiçbir hali yetişemez. Ve insanların ölümle bağlantı ve yakınlık kurması kadar, bu dünyada insanın hayatını huzura kavuşturan başka bir vakıanın olmadığı konusunda iddiada bulunabiliriz.
Ölümün dünya zevklerini acılaştırması arkasında büyük lezzetler bulunmaktadır. Tıpkı dünya zevklerinin arkasında büyük ıztırapların ve sıkıntıların bulunması gibi. Aslında bu düşüncelerimle, Allah’ı tanıyan ve itaat edenlerin bu dünyada zindanlarda dahi yaşasa bahtiyar ve huzurlu olduklarını, Onu tanımayanların ise saraylarda dahi olsa mutsuzluklar içinde kıvrandığını ifade etmeye çalıştım. Böylece belki bizler de, Onu tam mânâsıyla tanıyan ve itaat edenlerden olmak için bir çaba içine gireriz.
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tebbet Sûresi üzerine (1) |
|
İstanbul’dan okuyucumuz: “Tebbet Sûresinin iniş sebebini, açıklamasını ve tefsirini yapar mısınız?”
Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın dini kendisine gönderilmeye başladıktan sonra bunu Mekkelilerden üç sene gizledi. Mekke toplumunu küstürmemek, toplum barışını bozmadan tebliği gerçekleştirebilmek, yanlış anlamalara meydan vermemek, Allah’ın kâinata koyduğu kanunlardan olan tedricîlik kanununa uyarak halkı derece derece İslâmiyet’e ısındırmak, bunun için zemin hazırlamak… gibi nice hikmetler böyle gerektiriyordu.
Fakat bütün dünyaya hitap eden ve bütün insanlığı kucaklayan bir din sürekli gizli kalamazdı. Elbette ortaya çıkacaktı ve elbette içinde bulunduğu toplumu aydınlatmak için açıktan davet dönemine geçecekti. Nitekim geçti de. “Ey Resûlüm! En yakın akrabalarını uyar”1 âyeti indi ve açıktan davet dönemi başladı.
Allah’ın açık daveti en yakın akrabalardan başlatmak istemesinde hiç şüphesiz yüksek rahmet ve şefkat tecellisi vardır. Akrabaların diğer insanlara nispetle öncelik hakları vardır çünkü; bundan dolayı elimizde bulunan Cennet gibi ebedî bir nimete ulaşma yolunu önce akrabalarla paylaşmak, Cehennem gibi bir azap ülkesinden önce akrabaları uyarmak, puta tapan bir toplumda Allah’a iman gibi bir aydınlık yoluna önce akrabaları çağırmak akrabaların “yakınlık” hakkıdır. İşe en yakından başlamak eşyanın tabiatı gereğidir. Akrabaları yanlış yollardan kurtarmak “yakınlık” hakkının yükümlülüklerindendir. Diğer yandan akrabalarla sırt sırta verilirse tebliğ daha güçlü başlayacak; bu güç birliği içinde diğer insanlara ulaşma konusundaki engeller daha rahat aşılabilecektir.
Fakat öte yandan, toplumun gelenek ve inançlarıyla bütünleşmiş akrabaları birden içinde bulundukları batıl inançlardan sıyırıp arındırmanın zorluğu da ortadaydı. Bu âyetin verdiği yükümlülüğün ağırlığını Sevgili Peygamberimiz (asm), mübarek omuzlarında hissetmeye başlayınca, bir süre bunun nasıl yapılması gerektiği konusunda düşüncelere daldı. Bu süre içinde evinden çıkmadı. Bu sırada bir gün Hazret-i Ali’yi yanına çağırarak:
“Ya Ali! Allah’ın yakın akrabalarımı uyarmamı emretmesi bana çok güçlük verdi. Ben iyi biliyorum ki, ben onlara bu dini anlatmaya kalkarsam onlar beni hoşlanmadığım şeylerle ithama kalkacaklardır” buyurdu.
Açıktan dâveti nasıl bir yol ve usûl ile başlatacağı konusunda derinden derine düşündüğü günlerin birinde ziyaretine gelen başta Hazret-i Safiye olmak üzere halalarına da, Peygamber Efendimiz (asm) durumu açtı:
“Allah bana yakın akrabalarımı uyarmamı emretti. Abdulmuttalip oğullarını toplayıp onları Allah’a imana dâvet etmek istiyorum” dedi. Halaları da:
“Davet et. Fakat Ebu Leheb’den sakın. Ebû Leheb senin davetine uymaz” dediler.
Fakat Allah yakın akrabalardan hiçbir kişiyi istisna etmiyordu şüphesiz. Emir bütün yakın akrabaların hiç birisini dışarıda bırakmayacak şekilde davet edilmesi yönündeydi.
Peygamber Efendimiz (asm) de Hazret-i Ali’ye (ra):
“Bir kişilik et yemeği yap. Bir kap da süt doldur. Sonra bana Abdulmuttalip oğullarını topla. Onlara emrolunduğum şeyi açıklayacağım” buyurdu.
Hazret-i Ali (ra) bir kişilik et yemeği hazırladı, bir kadehe süt doldurdu ve Abdulmuttalip oğullarını dâvet etti.
O günün sabahında Peygamber Efendimiz’in (asm) öz amcası Ebu Leheb de dâhil Abdulmuttalip oğullarının tamamı Ebu Talib’in evinde toplandılar.
Peygamber Efendimiz (asm) kaptaki bir kişilik eti parçaladı ve ziyafette bulunanlara “Bismillah” diyerek ikram etti.
Dâvette bulunanların hepsi o bir parça etten doyasıya yediler. Sonra baktılar ki, et yine hiç azalmadan duruyordu. Hayrette kaldılar. Kaptaki sütü sırasıyla kana kana içmeye başladılar. Fakat süt de hiç azalmıyordu. Şaşkınlıkları iyice arttı.
Yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz (asm) tam söze başlamak üzereydi ki, öz amca Ebu Leheb:
“Şimdiye kadar böyle bir sihir görmedik. Arkadaşınız sizi büyük bir büyü ile büyüledi” dedi.
Sonra da patavatsızca konuşmalarını sürdürdü. Yeğeni olan Peygamber Efendimiz’i (asm) küçümsemeye, ileri geri konuşarak ona hakaretler yağdırmaya başladı. Derken Peygamber Efendimiz (asm) o gün konuşmaya fırsat bulamadan Abdulmuttalip oğulları dağıldılar.
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnot: 1- Şuara Sûresi: 214
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yassıada belgeleri |
|
Geçtiğimiz hafta Zaman gazetesinde yayınlanan "Yassıada belgeleri" başlıklı yazı serisi, fikir ve siyaset dünyasında önemli ölçüde mâkes buldu.
Aynı belgelerin içinde, Üstad Bediüzzaman'a ait olduğu kesinlik kazanan birçok mektup (lâhika) da bulunuyor.
Bu mektuplar, başta Adnan Menderes olmak üzere, Demokrat Partinin üst düzeydeki yönetim kadrosuna hitaben kaleme alınmış. Bunların bir kısmı da, bilâhare Emirdağ Lâhikası isimli esere dahil edilmiş.
Öyle anlaşılıyor ki, Demokratları deviren 27 Mayıs darbecileri, Üstad Bediüzzaman'a ait sırf vatan ve millet menfaati için kaleme alınan o mektupları da "aleyhte delil" olmak üzere kullanmak istemiş.
Oysa, o mektupların ağırlıklı kısmında, Şark vilâyetlerinde din ve fen ilmini birlikte sunacak ve İslâm unsurları arasındaki düşmanlığı kaldırıp kardeşliği tesis edecek üniversiter bir eğitim modelinden söz ediliyor.
Ne garip değil mi? On yıllardır Türkiye'nin (ve Ortadoğu'nun) başını ağrıtan çeşit çeşit belâ ve marazların tedâvi ve telâfisi için vaktiyle ileri sürülen düşünceler dahi sakıncalı addedilmiş...
Neyse ki, aradan geçen 45 yıllık bir sürenin ardından, bugün hemen herkes o mektuplarda dile getirilen fikir ve tavsiyeleri dikkate alıp takdirle karşılayabiliyor.
Öyle ki, bugün bir kısım hamiyetli CHP'liler dahi—hakkı teslim kabilinden—Üstad Bediüzzaman'ın Dârülfünûn (Medresetüzzehra) çatısı altında yapılmasını arzu ve temenni ettiği "eğitim modeli"ni müsbet bir yaklaşımla değerlendirebiliyor.
Şimdi, Üstad Bediüzzaman'ın "...Vücuda gelmesi için tam elli beş senedir Risâle-i Nur'un hakikatine çalıştığım gibi ona da çalışmışım" dediği "Şark Üniversitesi" hakkında DP'li Bakanlar Kuruluna ve hasseten Maarif Vekili Tevfik İleri'ye hitaben yazmış olduğu söz konusu mektuplardan (belgelerden) birinde yer alan bir kaç cümlesini burada iktibas ederek noktalıyoruz:
"...Hasta olmasaydım, ben de o mesele (Şark Üniversitesi) için Vilâyat-ı Şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh u canımla Maarif Vekilini (Tevfik İleri'yi) tebrik ediyorum.
"Hem elli beş seneden beri, Medresetü’z-Zehra namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbakır’da, biri de Bitlis’te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için, Hürriyetten (1908'den) evvel İstanbul’a geldim." (Age, s. 402-403.)
Mektubun devamında yaşanan iç ve dış çalkantılar, yani darbeler ve savaşlar sebebiyle, bu mühim meselenin geri kaldığını ifade eden Üstad Bediüzzaman, temel düşüncesini bu mektupta şu sözlerle özetliyor:
"...Vilâyat-ı Şarkiye, âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmünde, fünûn-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünûn-u cedide okutturursanız da, Şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk'e hakikî kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde mecburuz."
"Şimdi, ben zehir hastalığıyla ziyade rahatsız vaziyette ve çok ihtiyarlık sebebiyle elli beş senelik bir gaye-i hayatımı görüp takip etmekten mahrum kaldığım gibi, Ankara’ya gidip şark terakkiyatının anahtarı olan bu müesseseye çalışanları ruh u canımla tebrik etmekten dahi mahrum kalıyorum."
El–Bâkî, hüve'l–Bâkî
Çok hasta, çok ihtiyar, garip, tecrid içinde
Said Nursî
Günün Tarihi
12 Eylül'ün yan ürünleri
12 Eylül 1980: En üst komuta kademesindeki beş generalden müteşekkil cunta, ihtilâl yaparak ülke idaresine el koyduğunu açıkladı.
Darbenin yapıldığı tarih, bir Cuma gününe denk getirildi. Sokağa çıkma yasağı sebebiyle, mü'minlerin pekçoğu o gün camiye gidip farz olan Cuma namazını edâ edemedi.
Darbeci generallerin isimleri şöyle: Kenan Evren, Nurettin Ersin, Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer ve Sedat Celasun.
Artakalan meyveler
Cunta idaresinin yaptığı ihtilâlden geriye acaba ne kaldı diye bakıldığında, ilk dikkati çeken mahsüllerden birkaçı şunlar olsa gerektir:
1) Türkiye tarihinde eşi–benzeri görülmedik bir terör örgütü ve terör eylemleri.
İhtilâlden önce legal veya dağınık vaziyette bulunan örgütlerin tamamı kapatıldı. Meydan bütünüyle illegal ve şiddet ağırlıklı bir örgüte (PKK) bırakıldı.
Böylelikle, "anarşi ve terör" gerekçesiyle yapılan bir ihtilâl hareketi, ülkeyi tarihte benzeri olmayan bir terör dalgasına mâruz bıraktı.
Bünyede açılan derin yaralar, 25 yıldır kanamaya devam ediyor.
2) Siyaset parçalandı, hatta iş rayından çıktı. Ülkede köklü, oturaklı şahsiyetli politikalar yerine, şahıslara dayalı nevzuhur ve deneme–yanılma metoduyla iş gören misyonsuz politikalar meydan aldı.
3) Ekonomi, eğitim, sağlık gibi temel alanlarda Türkiye'nin hızı kesildi; GAP gibi ülkenin kalkınma ve ilerleme projelerine ağır darbe vuruldu. Keza, AB hedefi de benzer bir akıbete uğradı.
Çeyrek asır sonra
İhtilâlin üzerinden çeyrek asır sonra, yurdun çeşitli merkezlerinde protesto gösterileri yapılıyor.
Kimileri de, "İhtilâlciler yargılansın" sloganı arkasına saklanarak, "Yaşasın devrim! Yaşasın sosyalizm!" ciyaklamasında bulunuyor.
Oysa, cunta lideri Evren Paşa, daha ihtilâlin ilk günü yapmış olduğu basın toplantısında şunu söylemişti: "Eğer biz darbe yapmasaydık, devrimci–sosyalist geçinen yapacaktı darbeyi. Karşınızda bizim yerimize onlar olacaktı."
Dolayısıyla, "Yaşasın devrim, sosyalizm" türünden mavallar, darbeciler için sadece bir malzemeden ibarettir.
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hiç 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat özeleştirisi yaptınız mı? |
|
Bugün 12 Eylül 1980 darbe-i münafıkanesinin yıldönümü. Siyasî tercihleriniz için hiç özeleştiri yaptınız mı; yapmadıysanız; düşünür müsünüz? Geçmiş hatalardan ders alırsak, aynı deliğe iki, üç defa girmez veya aynı delikten yılan bizi üç sefer ısırmaz! İsterseniz önce kendimize verelim bu telkini, salkımları yutmadan:
Camiamız, dolayısıyla gazetem ve dolayısıyla şahsım ne siyasal İslâm, ne de milliyetçi aldatmacaların peşine takıldık. Daima demokratları destekledik; millet, vatan ve Kur’ân hesabına iktidarda kalmaları için bir ihtiyat kuvveti olarak çalıştık.
Neden? Çünkü, hürriyet imanın özelliğidir. Kâinatın Sahibi, bu imtihan dünyasını hürriyet üzerine bina etmiştir. Herkes inancında, düşüncelerinde serbest olacaktır. Dileyen iman eder. Dileyen küfre gider. Peygamber bile bekçi değil, gözetleyici değil, hidayete erdirici değil. Sadece tebliğcidir. İnançsızın inançsızlık hürriyeti dahil, tüm hürriyetler için çalışmak, imana hizmettir!
Siyasî tercihimiz asla şahıs endeksli değil, düşünce, misyon endeksli oldu. Yani, asgarî ve azamî şartımız hürriyetçi/demokrat olmaktır. Demokratları desteklediğimizden dolayı da asla pişman değiliz. Zira, ayrıca, bugün, maddî ve manevî nerede bir gelişme, ilerleme, yükselme ve iyileşme varsa yüzde 80 demokrat damgası taşır!
Temelde hep isabet ettik, doğru davrandık ve hiçbir zaman zikzak çizmedik. Ancak, demokratlara destek verirken; teferruatta ve üslûpta belki aşırılıklara kaçmışızdır, bazı hatalar yapmışızdır.
İkinci özeleştirim: Bediüzzaman Said Nursî’nin günümüz için öngördüğü Kur’ânî ve Sünnetî siyaset stratejisini hissiyatlardan arınmış ve gerektiği şekilde kamuoyuna duyuramadık… Kur’ânî ve Sünnetî siyaset stratejisini en isabetli şekilde belirleyen Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu ölçü ve prensipleri lâyıkıyla anlatamadık…
Bunları ifade ettikten sonra devam edecek olursak:
27 Mayıs’ın Bağdat Paktı ile sebep sonuç ilişkisinin olduğunu hiç düşündünüz mü?
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra nâhak yere Başbakan, Dışişleri, Maliye bakanları neden idam edildi?
Türkiye’nin rotasını, hürriyetten, demokrasiden, İslâm ülkelerinden yana eski değerlerine çevirmek isteyenlere ‘hadleri bildirilme harekâtı’ olan 27 Mayıs’ı fikren, iltihaken veya iltizamen desteklediniz mi? 12 Mart’ta demokrasiyi bilmeyen bir ordu ve zayıflamış siyasetteki payınız nedir? 12 Eylül 1980 darbe-i münafıkanesi, göz göre göre hazırlandığını, özelikle bekletildiğini; komünizm korkusu, Konya mitingi kışkırtıcılığı ile gerçekleştiğini biliyor musunuz? 12 Eylül diktatörlerini alkışlarken; hak ve hürriyetlerin ihlâlinde ne kadar tuzunuz var? Şimdi yerden yere vurduğumuz ve AB uyum yasalarıyla dahi bir türlü düzeltemediğimiz 12 Eylül dikta anayasasına “Evet!” dediniz mi? 12 Eylül diktatörlerinin desteklediği, tasvip ettiği, istihdam ettiği siyasetçilere ve partilere destek verdiniz mi?
28 Şubat’ta irticaı öne çıkardılar. Toplumu iğdiş ettiler. “28 Şubat’ın gizli sebebi, Ankara egemenlerinin, jakoben elitlerin kontrolü kaybetme korkuları idi. 28 Şubat’ın gerçek sebebi para musluklarının istendiği gibi kullanılamamasıydı. 28 Şubat’tan sonra OYAK BANK’ın kurulması, ordunun holdingleşme eğilimine girmesi, dünyada bankası olan bir ordunun ortaya çıkması tesadüf müydü?”
Fikren, zikren, iltizamen veya iltihaken 12 Eylül’e, 28 Şubat’a vs. destek verdiyseniz, pişman olmadınız mı? Mağdurlardan, mazlûmlardan, milletten, Kur’ân’dan, vatandan ve demokratlardan nasıl özür dilemeyi düşünüyorsunuz?
12.09.2006
E-Posta:
[email protected] - [email protected].
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Mürted’ devrim lideri |
|
Bir dönem ülkemizde ‘mürid-i mürted’ kavramı meşhur olmuştu. Şimdi Sudan da galiba tersi geçerli: “Mürşid-i mürted’. Sudan’ın ‘dinî lider’i ve mürşidi olmaya aday olan Hasan Turabi şaz fetvalarıyla kimileri tarafından ‘mürşid-i mürted’ ilân edildi. Sudan’ın ilginç bir kaderi var. Zıt kutuplar aynı suçlamalara muhatap oluyorlar. Cumhuriyetçilerin lideri olarak bilinen Mahmud Muhammed Taha ‘sapık’ fikirlerinden dolayı irtidatla suçlanarak 1985 yılında idam edilmiş. Taraftarları bundan birinci derecede Hasan Turabi’yi sorumlu tutuyorlar. Batılılar tarafından hikâyesi hâlâ ilgiyle izlenen Mahmud Muhammed Taha’nın taraftarlarına göre liderleri yenilikçi yani müceddit, mütefekkir ve düşünce adamlarından birisi idi. Taraftarlarına göre Mahmud Muhammed Taha Sudan’ın Hallac’ı ve Sühreverdisi idi. O sıralarda NYTimes’in Kahire Temsilcisi olan Judith Miller, Taha’nın idamında hazır bulunmuştu. Daha sonra da God has Ninety Nine Names isimli kitabının birinci bölümünde Taha’nın idamını konu edinmişti. Yahudi bir baba ve Katolik bir anneden dünyaya gelme olan Miller, İslâmî konularda daima peşin fikirli oluşuyla ün yapmıştı. Aynı zamanda neocon ekibe de yakın duruyordu. Plame Case olarak anılan Plame’in adının sızdırılmasında kaynağını açıklamadığı için 85 gün içeride kalan Miller, Lewis Libby’nin sorumluluğu üstlenmesiyle dâvâdan yakasını kurtarabilmişti. Sonra da hatırladığım kadarıyla yıllarca çalıştığı gazetesinden ayrılmıştı. Daha sonra dışişleri bakan yardımcılarından Richard Armitage, Valerie Wilson ismini ilk sızdıranın kendisi olduğunu itiraf etmiştir.
***
Taha meselesi daha sonra uluslar arası bir ilgiyi mazhar olmuştur. İşin ilginç yanı irtidadından dolayı veya zındıklığından dolayı idam edilmesinde kanaat ve yönlendirmeleriyle rol aldığı ileri sürülen Hasan Turabi bugün irtidat suçuna inanmıyor. Fikrî irtidada bir isyan veya siyasî kalkışma eşlik etmedikçe bunun şahsî kanaata ve fikir hürriyetine gireceğini öngörmektedir. Belki burada birbirinden tefrik edilmesi gereken husus fikir hürriyeti ile hakaret hürriyetidir. Dolayısıyla Danimarkalı bir gazetenin yaptıkları fikir değil, hakaret kapsamına girmektedir.
Taha’nın irtidadı konusunda görüşleri merci ve referans alınan Turabi ise bugün aynı suçlamalarla sanık sandalyesindedir. En azından töhmet altında. Onun da aynı suçlamadan dolayı idamı istenmektedir. Hatta Turabi’nin muhalifleri Taha’nın fikirlerinin Turabi’ninkinin yanında masum kaldığını da iddia etmektedirler. Dolayısıyla bugün Hasan Turabi hasımlarının gözüyle 1989’daki Sudan İslâm devriminin ‘mürted’ mürşididir. Sudan Davetçi ve Ulema Şer’i Birliği Başkanı Şeyh Emin El Hac Başkan Beşir’den Numeyri’nin Taha için özel bir mahkeme kurduğu gibi, Hasan Turabi’nin de dinî görüşlerinden dolayı yargılanması için özel bir mahkemenin teşkilini istemektedir. Binaenaleyh Turabi ikinci bir Mahmud Muhammed Taha vak'ası olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaderin garip cilvesi olsa gerek. Hasımları Turabi’yi birçok hususta suçluyorlar. Vahdeti vücud inancı taşımak. Ehl-i kitabın imanını geçerli saymak. Ridde ve içki içmeyi mübah addetmek. Başörtüsünün vücubuna inanmamak. Müslüman kadınların kitabî erkeklerle evlenebileceğine hükmetmek. Buhari ve Müslim’in hadislerine itiraz etmek. Karma namazlarda dahi kadının imametine ve müezzinliğine cevaz vermek (Bu hususta kendisinin Emine Vedut’la alâkası olmadığı ve ona tekaddüm ettiği ifade ediliyor). Kabir azabını inkâr etmek.
***
Bunların bir kısmı itham yollu niyet okumadan başka bir şey olmadığı gibi, bir kısmının da tevili sahihi olduğu ileri sürülüyor. Meselâ başörtüsü meselesinde onun sadece hicap ile himarı birbirinden ayırdığı ve başörtüsünün vücubiyetini reddetmediği ileri sürülüyor. Ehli kitabın müşrikleri ile mutlak ehli şirk arasında bir derecelendirmede bulunuyor. İbn Teymiyye de meselâ hem ehl-i kıble içinde küfre sapanlar ile, hem de gayri müslimler arasında şirk ehli arasında derecelendirmede bulunuyor ki,—bu hem aklın, hem de şer’in bir gereğidir. Bununla birlikte, elbette ki Reşid Rıza’dan beri bazılarının yaptığı gibi Turabi de eşratu’s saa olarak adlandırılan ahirzaman alâmetlerini reddediyor. Nüzül-ü isa ve Mehdi’nin zuhuru gibi meselelerde tam da bugünkü İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın çizgisinin tersi bir çizgiyi temsil ediyor.
Son sıralarda bu gibi hususlarda dindarlar arasında bir kutuplaşma yaşanıyor. Bu kutuplaşma da gerginliğe yol açıyor. Siyasî kutuplaşma gibi dinî kutuplaşmalar da manevî iklimi kurutan etkenlerdendir. Dinî konularda bırakın kutuplaşmayı, tartışma yapmak bile zaid ve zararlıdır. İhlâs yerine nefs-i emmarenin egemenliğini güçlendirir. Halbuki dinin özü ihlâs ve samimiyettir. Bu aradan çıkınca dinî anlayış fasid daireye dönüşür. Bugünkü kutuplaşmanın mihverinde ise tefrit ehli ile ifrat ehlinin cerbezesi yeralıyor. Hasan Turabi’nin söylediklerinin bir kısmının sahih tevili varsa da yönteminin tevili yoktur. Ve tefrit ehli ile, ifrat ehli tezleri itibarıyla zıt kutupları temsil etseler de yöntem olarak aynıdırlar. Bugün birileri yine başka birilerini memnun edebilmek için her yöne çekilebilecek sözler etmekte. Birileri de buna mukabil niyet, zelle ve hata avcılığı yapmaktadır. Bunlar da niyet bekçiliği veya avcılığı yapmaktadırlar. Bu kutuplaşma da fitne ortamını hazırlamaktadır. Yaşadığımız da budur.
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tezgâhta son perde |
|
İsmail Ağa cemaatine yönelik son suçlamalarda, Sauna çetesinin lideri olarak bilinen ve aklî dengesinin yerinde olup olmadığını tesbit için heyet muayenesinden geçirilen şahısla, “müteahhit” olma dışında bir sıfatı bilinmeyen ve nasıl bu işlerle irtibatlandırıldığı da anlaşılamayan bir kişiye izafe edilen iddialar kaynak gösteriliyor.
Ancak iki kaynak da son derece şüpheli.
Çete lideri olarak anılan kişi için, çete ortaklığı iddiasıyla birlikte yargılandığı—28 Şubat'ta Emniyet Genel Müdür Vekili olarak görev yapmış olan—bürokratın “manyak” ifadesini kullandığı daha önce basına yansımıştı.
Yine aynı bürokratın, o tarihlerde söz konusu kişiye “İsmail Ağa cemaatine gir ve istihbarat topla” diyerek “ajanlık” vazifesi verdiği de.
(Bu arada, aynı çeteye adı karışan Özel Kuvvetler mensubu bir yüzbaşının mahkûm olduğunu ve YAŞ kararıyla ordudan ihraç edildiğini de hatırlayalım.)
Çete liderine izafeten ortaya atılan tuhaf iddialar için takviye kuvvet olarak bir anda piyasaya sürülen “müteahhit”in de ne idüğü belirsiz.
İşin garibi, bu esrarengiz şahıs için bir taraftan “Tanık koruma programına alındı” deniliyor, diğer taraftan aynı kişi TV ekranlarında ve gazete sayfalarında arz-ı endam ediyor.
Bizim bildiğimiz, “tanık koruma programı”na alınmış kişiler köşe bucak saklanır.
Tâ ki, başlarına “birşey” gelmesin.
Bu kişiyle ilgili olarak dikkat çeken bir diğer nokta, CHP ile yakınlığını ele veren sözleri. Medyanın “mal bulmuş mağribî” edasıyla üzerine atladığı iddialarıyla ilgili olarak “Baykal benimle görüşmek istedi” diyor. Ama kendisinin önce CHP Ankara Milletvekili Yılmaz Ateş’le görüşmek istediğini söylüyor.
Sonrasında ise telefonlarının dinlendiğini, iddiaları hakkında ifade vermek için Adliye’ye gittiğinde soruşturmayı yürüten savcı yerine başka bir savcıyla görüştüğünü, o savcının kendisini “Seni tutuklatırım. Seni git Deniz Baykal korusun” diye kovduğunu anlatıyor; İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının da “Gerek yok” diyerek kendisini hiç çağırmadığını ilâve ediyor. (Vatan, 11.9.2006)
Savcıları, yani adalet mekanizmasını da töhmet altında bırakmaya yönelik bu suçlamaların sahibiyle CHP arasında nasıl bir irtibat var ki, Baykal son derece enerjik bir tavırla gayrete gelip, bu kişinin İsmail Ağa cemaatine yönelttiği suçlamaları sahipleniyor?
Ve mâlûm “belâgat”ıyla bu ithamları köpürterek ve yeni ilâveler yaparak, dahası “Dindarım diyen herkes bu olaya karşı çıkmalı, tepki göstermeli” gibi sözlerle dindarlara akıl vererek işi kızıştırmaya çalışıyor?
Tabiî, dindarların, Baykal’ın vereceği akla ihtiyacı yok. Şayet sağı CHP’de toparlama fantezisine kendisini fazla kaptırmadıysa bunu herkesten ziyade onun bilmesi lâzım.
Anlaşılan o ki, CHP liderinin asıl hedefi, 28 Şubat’ın ağır tortularından arınma sancıları yaşamakta olan devlet organlarını yeniden benzer baskılara maruz bırakmayı hedefleyen yeni bir kampanyayı tetiklemek.
Umarız, devlet aynı tuzağa yine düşmez.
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Erdoğan’ın rakibi yine Erdoğan |
|
Hayme Ana Şenliklerini düzenleyen milletvekili, “Başbakan alana hâkim olduğumu görünce çok keyiflendi” dedikten sonra ekledi, “Söğüt’ü bilemem ama…”
AKP yönetimi Söğüt şenliklerinde bir gerginlik bekliyordu.
Beklenen oldu.
Başbakanın yeğeni ve yakın koruması Ali Erdoğan’ın yüzüne muşta geldi, bir koruma kolundan yaralandı. Başbakan ve bakanların yer aldığı protokol tribünün hemen önünde olan bu olay, tören dışında da AKP otobüsünün taşlanmasıyla sürdü.
Dilerim bu gerginlik Söğüt’de kalır, başka yerlere sıçramaz.
Başbakan Erdoğan’ın , “Şahsıma olan tüm hakaretleri duymadım ve hakkımı helâl ediyorum” şeklindeki yatıştırıcı tavrı, iki parti arasına siyasî kan dâvâsının girmesini ve gerginliğin başka yerlere de sıçramasını önlemek için söylenmiş, sorumlu bir söz.
Ancak başbakan bir süredir hep böyle kendinden beklenen sorumlulukla konuşmuyor.
Özellikle son zamanlar, freni boşalmış kamyon gibi, vatandaşla girdiği her diyalogdan kırıp dökerek çıkıyor.
Başbakan bir süredir, sadece gaf yapmıyor, siyaseten harakiri yapıyor.
Özellikle şehit aileleriyle girdiği talihsiz polemik, MHP’ye yarıyor. Öyle ki parti Başbakan’ın sayesinde “yattığı yerden” barajı aşacak. MHP’ye Bahçeli’den çok daha büyük katkıyı Erdoğan sağlıyor.
Bahçeli’nin tüm gayretlerine rağmen ne yazık ki MHP bu. Hırçın, kızgın, kavgacı….
“Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda.
Canı, cananı, bütün varımı alsa da Hüda,
Etmese beni tek vatanımdan cüda” derken gözleri yaşaran bir adam…
Çanakkale şiirinden,
“Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın” mısralarını okurken, tüyleri diken diken olan bir insan kalkıp, “Başka şehitler istemiyoruz,”diye bağıran bir şehit ailesine, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” der mi?
“Hitabet ustası” Erdoğan gibi, milyonlarca insanı peşine takıp sürüklemiş bir lider böyle bir lâfı eder mi? Ediyor işte. Kendine çok güvenmenin verdiği bir psikoloji bu.
Danışmanları bir süre Başbakanı konuşturmamalı.
Her gittiği yerde bir vatandaşı fırçalayan, her konuştuğunda bir çam deviren lider konumuna doğru hızla sürükleniyor Erdoğan.
Siyasetin o acımasız kuralı işliyor ve Erdoğan’ın rakibi Erdoğan oluyor.
Başbakan kendi diliyle kendine muhalif bir cephe oluşturuyor.
Belki yakın çevresi bunları söylemez.
Ancak bilsin ki siyasetin şekillendiği kahvehanelerden, berber salonlarında, akşam oturmalarında, sohbetlere, sosyal faaliyetlere kadar her yerde bu sözleri konuşuluyor.
Başbakan ciddî olarak karizmayı çizdiriyor.
Şeyh Edebali’nin manevî ikliminden olsa gerek, Söğüt şenliklerinde öfke değil, bağışlayıcılık hâkimdi Başbakana
Şeyh Edebali’de Osman Gazi’ye,
“Ey oğul, artık Bey’sin!
Bundan sonra öfke bize, uysallık sana.
Güceniklik bize, gönül almak sana.
Suçlamak bize, katlanmak sana” dememiş miydi?
Başka bir şey daha demişti Ertuğrul Gazi:
“Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelâmlısın! Ama; bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.”
Bunlar çağları aşıp gelen öğütler.
Tabiî bir Hazret-i Ali’nin öğütleri var, devlet adamlarına.
“Hiddetine, gazabına (öfkene), eline ve diline hakim ol.”
12.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|