Nihayet karar verildi ve Türkiye Lübnan’a asker gönderme konusunda iradesini belirledi. Bundan sonrası uzun ince bir yoldur artık. Kimse kısa yollu bir süreç beklemesin. Yol uzun da olsa, doğru ise eğer, kısa sayılır. Bundan böyle, bu yolda ilerlerken adımlar dikkatli ve temkinlice atılacaktır. Lübnan’a turistik bir geziye gitmiyoruz. Ne kadar gerilerde, barışçıl bir konumda ve çatışma olmayacak bir mevkide bulunsak da, nihayetinde gönderilen tüm kuvvetler gibi, bizim de kuvvetlerimizin adı “Silâhlı Kuvvetler”dir. Çatışma çıkması muhtemel bölgedeyiz. Bizim için şu anda önemli olan barışın tesisi için uluslar arası kurallar çerçevesinde üzerimize düşeni yapmak ve gelişmeleri beklemektir. Bu yol eğer tıkanırsa ya engeller kaldırılacaktır, ya da hedefe ulaşma uğrunda yeni yollar bulunacaktır.
Lübnan tezkeresi konusunda görüldüğü kadarıyla, başta hükümet ve milletvekilleri olmak üzere, çoğunluğun kafası, 1 Mart tezkeresindeki gibi karışık değil. 1 Mart tezkeresindeki yanılgılar ve bu yanılgıların getirdiği kısa ve orta vadeli kayıplar, siyasîlerimize siyasî manevralar konusunda ufuk açmış olmalı ki, Lübnan tezkeresi oylaması daha kolayca geçti.
İşin ilginç olanı, her iki tezkere arefesinde terör ve sabotaj kokan olayların birden artması, duygusallık unsurlarının öne çıkması ve barış söylemlerinin her zamankinden daha çok sıklıkta ve sertlikte dile getirilmesidir. Lübnan tezkeresinin Mecliste görüşülme günü yaklaştıkça şehit cenazelerinin trajik biçimde gündem oluşturması, bazı medya organlarında oylamanın geçmesinin kışkırtıcı kelimelerle ve argolu biçimde verilmesi gibi bir çok sinir bozucu ve tamamen tahrike dayalı çabalar dikkat çekiciydi. Aczimendi olaylarına benzer bir takım tarikat kanallarından gelen zamansız (zaten bütün ölümler zamansızdır) suikastlar, Türkiye’nin dışarıdan içerisi okunan bir ülke olduğu izlenimini uyandırdı. Ayna galiba dışarıda gibi. Bakabilmek ve görebilmek için dikkat lâzım.
CHP milletvekili Canan Arıtman’ın Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’a yazdığı yazı da dışarıdaki bazı olayların içimizi nasıl gösterdiğinin bir belgeseli gibi. “Ordumuzun bu ihanet ve gaflet, dalâlet zamanında herkese ve her şeye karşı cumhuriyeti koruma görevi”nin derhal devreye girmesini isteyen bu yazı, demokrasimiz açısından içler acısı bir durumu belgelemektedir. Seçilenlerin atanmışlara bu şekilde hitap etmesi ve kendisini o makama çıkaran demokrasi kurallarından bu derece uzaklaşması gösteriyor ki, dışarıdan ziyade içerideki problemler bizi tehlikelerle dolu bir mıntıkaya sürüklemektedir. Faraza bu mektubu bir yabancı kişi ciddiye alarak okumuş olsa, Türkiye’nin asker kökenli generallerce idare edildiği ve genel kurmay başkanlarının görev devir/teslim törenlerinin de kralların tahta geçiş törenleri olduğu zehabına kapılması işten bile değildir. Bereket versin Büyükanıt Paşa ve diğer komutanlarımız üçüncü dünya ülkelerindeki askerler gibi değiller.
Osmanlı padişahlarının, devletin selâmeti uğruna, kardeşlerini katletme fetvasını alarak milletin menfaati için ve milletine zarar gelmemesi için kardeş acısını göze alması, siyaset dünyasında yeniden incelenmesi gereken tarihî bir tez konusudur. Büyük düşünen devletler aslında hep buna benzer risklere ve acılara katlanmasını bilmişlerdir. Kaldı ki siyaset duygusallık kaldırmaz. Siyaset duygularla yürütülemez. Burasını hatırlamakta yarar vardır.
Sayın başbakan başta olmak üzere, yürütme ve icraat makamındaki şahsiyetlerin sözlerinin binbir türlü yorumlara sürüklenmeye çalışılması da pek sağlıklı bir davranış değildir. Sözgelimi, “askerliğin yan gelip yatma olmadığı” ifadelerinin şehit ailelerine cevap ve onların acılarını küçümseme anlamına çekmek pek akılcı bir yaklaşım sayılmaz. Bir ülke başbakanın kendi milletine karşı böyle hitap etmesi düşünülemez. Askerlik mesleğinin, sahip olduğu silâhlı güç itibariyle, zaten rahat değil zahmet ve hizmet mesleği olduğu anlamında söylenmiş sözler olarak anlamak da mümkündür. Kaldı ki, orduların içten ziyade dışa yönelik güvenlik birimleri olduğunu, hemen her devlet ve her asker çok iyi bilmektedir. Bu gün sadece PKK terörü konusunda içteki suikastlerin doğrudan ve öncelikle askerlere yöneltilmesi de boşuna değildir. Çünkü öncelikle silâhlı kuvvetler muhatap olmaktadır bu tip iç saldırılara. Üstelik bu saldırıların dıştan/dışarıdan yönlendirildiği de bir gerçektir. Bu durumda askerlerin rehavet içinde olması, dışarıdaki gelişmelere bigâne kalması ve silâhını sadece içerdeki sivil olaylar ve sivil şahsiyetlere yönlendirerek meşgul olması, ordu olmanın misyonuyla pek de bağdaşmamaktadır. Bu, Mecliste bir kısım milletvekilinin silâhla oylamaya girip, kürsüde konuşmak ve fikir açıklamak yerine silâhlarını konuşturmaları gibi bir şey olur. Demokrasiyle idare edilen ülkelerin hiçbirinde böyle tuhaflıklar olmaz. Yani bir ülkenin askeri yetkilileri içerdeki kendi vatandaşlarına değil, dışarıdaki silâhlı düşmanlarına karşı sert tavır ve askerce duruş sergilerler.
Netice, Lübnan aynasında daha bir çok mesele görüntüye gelecek gibi.
10.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|