|
|
OTİZM
Otizm nedir?
Otizm, çocuğun sosyal ve iletişim kabiliyetlerinin gelişmesini etkileyen bir gelişim bozukluğudur. Genellikle hayatın ilk 2 yılında ortaya çıkar. Otistik çocuklar genelde öğrenme zorluğu çekerler ve bu çocukların büyük bir kısmında farklı seviyelerde zekâ geriliği vardır, ancak zekâ seviyeleri normal otistik çocuklar da vardır. Zekâ seviyeleri ne olursa olsun, otistik çocuklar çevrelerindeki dünyayı algılamakta ortak bir zorluk çekerler.
Sebepleri nelerdir?
İlk tanımlandığı yıllarda otizmin psikolojik sebeplerden kaynaklandığı, otizme anne-bebek ilişkisindeki bağın kurulamamasının ya da başka bir deyişle “soğuk anneliğin” sebep olduğu düşünülmüştü. Ancak, otizmin sebepleri konusunda günümüze kadar yapılan birçok araştırma bunun doğru olmadığını kesin olarak kanıtlamıştır.
Otizmin nedenleri konusundaki araştırma ve çalışmalar hâlen devam etmektedir. Henüz kesin sebebi ya da sebepleri bulunamamasına karşın, otizmin genetik temelleri olduğu görüşü ağırlık kazanmakta ve dünyada yapılan bilimsel araştırmalar bu konuda yoğunlaşmaktadır. Otizmin sebeplerini genel olarak şu başlıklarda toplayabiliriz.
Genetik sebepler
* Yapısal sebepler (çocuğun kendi yapısına ait sebepler)
* Doğum Öncesi-Doğum Sırası-Doğum Sonrası Dönemleri Etkileyen Dış Etkenler
Otizmin belirtileri nelerdir?
* Otistiklerde, etkilenme dereceleri değişse de, aşağıdaki ortak belirtiler görülür;
* Sosyal ilişkilerde güçlük
* Konuşma güçlüğü
* Sessiz iletişimde zorlanma
* Oyun oynama ve hayal gücünü kullanmada zorlanma
* Değişikliklere karşı tepki ve direnç gösterme
Otizmin tipik özellikleri
Otistik bir çocuk,
* Başkalarına karşı ilgisizdir
* Göz temasından kaçınır.
* Başkaları ile kendiliğinden iletişim kurmaz.
* İsteklerini bir yetişkinin ellerini kullanarak belirtir.
* Diğer çocuklarla oynamaz.
* Sürekli bir konu üzerinde konuşur. Sebepsiz şekilde ağlar, güler ve sebepsiz davranışlarda bulunur.
* Anlamsız sözleri üst üste tekrarlar
* Nesneleri tutup sürekli döndürmekten hoşlanır
* Değişikliklerden hoşlanmaz
Otizm teşhisi nasıl konur?
Otizm teşhisi, çocuklukta görülen gelişim bozukluklarını değerlendirme konusunda uzmanlaşmış, deneyimli kişiler tarafından konur. Eğer çocuğunuzda otistik belirtiler olduğundan şüpheleniyorsanız, en kısa zamanda bir çocuk psikiyatristine başvurmalısınız. Çocuk psikiyatristi, çocuğunuzu gözlemler, sizinle görüşme yapar ve buna göre çocuğunuzu değerlendirir, tıbbî muayenesini yapar ve teşhisini koyar.
Teşhisten emin olmak için klinik psikolog ve çocuk nöroloğuyla da görüşülebilir. Otizmli çocuğun 3 yaşından önce tesbit edilip eğitime başlanması; çocuğun kabiliyetlerini geliştirmesi, toplum içinde yer alması ve eğitimine örgün eğitim sistemi içinde devam etmesinin sağlanması bakımından çok büyük önem taşır.
Tedâvi ve eğitim yaklaşımları
Türkiye’de otizm tedavisini uygulayan bir çok kuruluş vardır. Ayrıca bazı üniversite kliniklerinde de bu tedavi planlanmaktadır. Bunun yanı sıra otizm dernekleri, otistik çocuk ve ailelerine bu konuda birçok yardım imkânı sağlamaktadır. Otistik çocukların tedavisi üç tedavi yaklaşımıyla yapılır.
Özel eğitim: Otistik çocukların tam bağımsız olmaları ya da en az bağımlı hale getirilebilmeleri için gerekli ve yaşına uygun kişisel bakım, zihinsel, sosyal ve iletişim becerilerini kazanmaları, akranlarına benzer seviyeye gelebilmeleri için verilen eğitimdir.
Konuşma ve dil terapisi: Konuşma ve dil terapisi, otistik özellikleri olan çocukların konuşma ve konuştukları dili kullanabilme becerisini geliştirmek, düzeltmek, hızlandırmak ve ilişki kurabilmelerini sağlamak için verilen eğitimdir.
Uğraşı terapisi: Otistik çocukların kişisel bakım becerilerini geliştirmek, denge ve koordinasyon, el ve göz koordinasyonu, kaba ve ince motor kaslarını geliştirmek için uygulanan terapidir. Öğrenme becerilerinin gelişebilmesi için duyu organlarıyla algıladıkları mesajları birleştirerek, anlamlı biçimde kullanabilmelerine imkân sağlayan, Duyu Bütünlemesi Terapisi’de bu grupta yer alır.
|
Hazırlayan: Dr. Selçuk CANSIZ
05.08.2006
|
|
6. Deva
Ey elemden teşekki eden hasta!
Sana sorulsa;
Geçmiş ömründe geçmiş lezzetlerin senin mi?
Elemli, musibetli vakitleri tahattur et.
Şimdi hüzün mü, şimdi elem mi?
O günlerden elde kalan Mahşerde sana dönecek
Ya oh, ya ah.
Şükür ile şakirsen Elhamdülillah,
Şekva ile asiysen ve hasreta va esefa
Hem kalbin hem lisanın diyecek.
Elemin zevali lezzettir dikkat et.
Başından geçen elemin musibetin,
Onlar senin manevî bir lezzetin.
Kalbin ile o hallere
Sevinç ile şükret.
Sana verilen en derunî sıkıntı,
Ruhuna verilecek en firdevsi bir Cennet.
Eyvah, esefler olsun!
Geçmişe dönemiyorsun.
Bir zerrecik hatayı,
Okyanusların suyu ile silemiyorsun.
Daimi bir elem veriyor
Yaşanmış küçük bir lezzet.
Ne vakit düşünsen
Elem deşiliyor,
Oluyor esef ve hasret.
Yine de Rabbinden bir lütuf,
Açık tevbe kapısı,
Aç ellerini yalvar Allah’a
Ağla ve tevbe et.
Bir günlük gayri meşrû lezzet,
Bir senelik manevî elemdir.
Muhakkak bir günlük hastalıkla gelen elem,
Bir ömür ibadet etmiş gibi kazandırıyor sevab-ı lezzet.
Düşün musibetin iç yüzündeki sevabı,
Bu da geçer Ya Hu de.
Şekva yerine şükret.
|
Ömer Faruk TOPÇU
05.08.2006
|
|
HAVALE
Bebeklerin hastalıklarını anlamak çok kolay değildir. Öyle ki, derdini anlatamadıkları için, sadece ağlarlar. Genelde huzursuz ve çok ağlayan bir bebekte ağlama da ipucu olarak değerlendirilmeyebilir. Eğer bebeğin yeme, içme ve uyuma alışkanlıklarında dikkat çekici bir değişme varsa, o çocuğun hasta olduğu düşünülür. Her hastalık ateş yükselmesine neden olmazsa da, bebeklerde ve küçük çocuklarda infeksiyon hastalıklarına daha sık rastlandığı için, hastalıkların büyük bir kısmında ateş yükselmesi olacaktır. Bu nedenle bebeğin ateşini ölçmek sağlığı hakkında bilgi verecektir.
Eğer bir bebeğin ölçülen ateşi 38 dereceden fazla ise, o bebekte yüksek ateş olduğunu kanıtlar. Ancak çoğu zaman ateşin yüksekliğinden çok bebeğin genel durumu daha da önemlidir. Ateşi normale yakın ama halsiz, devamlı uyuyan, mama yemek ya da süt içmek istemeyen bir bebek, 39 derece ateşi olmasına rağmen, canlı hareketli, beslenmesini sürdüren bir bebeğe oranla daha hastadır. Ancak daha düşük rakamlarda da olsa ateş, üç günden daha fazla sürüyorsa, doktora götürmek gerekecektir.
Yüksek ateşin zararları nelerdir?
Ateş yükselmesi vücudun savunma mekanizmalarından biridir. Vücutta virüs ya da bakteri cinsi bir hastalık etkeni olduğunu ve vücudun buna karşı tepki gösterdiğini ıspatlar. Ateş yükselmesi halinde hastalık etkenleri faaliyetlerini sürdüremez ya da ölürler. Bu sebeple ateş yükselmesi hastanın yararına bir durumdur. Ancak, yüksek ateşin devam etmesi, vücudun hastalığı yenemediğini gösterir. Hastalığın devam etmesi organlarda kalıcı bir bozukluk oluşturacağı için, müdahale edilmelidir. Gerekli tedaviye başlamadan ateşi düşürmek yararlı bir davranış değildir.
Ateşin, savunma sistemi için yararlı olduğunu belirttim, ancak bunun tek istisnası, yüksek ateşle gelen havale nöbetidir.
Havale nedir?
Beyin hücrelerinin normal dışı bir aktivite göstermesi sonucu ortaya çıkan, vücuttaki istemsiz kasılmalara, tıp dilinde konvülsiyon, halk arasında da havale adı verilmektedir.
Tipik bir havale nöbetinde bebek şuurunu kaybeder, kol ve bacakları kasılır. Birkaç saniye sonra, kol ve bacaklarla yüzde ritmik kasılmalar olmaya başlar. Bir süre sonra da bütün belirtiler kaybolur.
Havale nöbetleri genellikle 6 aylık ile 5 yaş arasındaki çocuklarda olur. Çoğu zaman yüksek ateş ile beraberdir. Ancak ateşin yüksekliği ile havale geçirme arasında her zaman bir ilinti yoktur. Yani bazılarında çok yüksek ateşte havale olmazken, bazı bebeklerde daha düşük ateşlerde bile havaleye rastlanabilir. Çocukların % 4-5’inde hayatlarında en az bir kez havaleye rastlanırken, bunların yarısında bir kereden sonra havale görülmez.
Eskiden, havale geçiren çocuklarda mutlaka beyin hasarı kalacağı düşünülürken, bunun doğru olmadığı artık anlaşıldı. Önemli olan havalenin kendisi değil, havaleye sebep olan hastalıktır. Bu iyi tedavi edilmediği takdirde hasar kalabilir.
Havale sırasında neler yapılmalı?
Havale nöbeti anne ve babalar için korkutucu olabilir. Ancak bilmeniz gereken en önemli şey, havalenin birkaç dakika sonra kendiliğinden geçeceğidir.
Eğer bebeğin ateşi yüksekse, düşürmek için, giysilerini çıkartmak, başına ve göğsüne ıslak bez koymak, tüm vücudu serin su ile ıslatılmış bezlerle silmek yararlıdır. Havale geçiren bebekte, kolonya gibi alkollü maddeler kesinlikle kullanılmaz. Ayrıca ateş düşürmek için su dolu küvete sokmak da tehlikeli olabilir.
Kusmaya başlarsa, yüzükoyun ya da yan yatırarak kusmuğun nefes borusunu tıkamasını önleyin.
Nefes alması güçleşirse, alt çenesini hareket ettirmeye çalışarak nefes almasına yardımcı olun. Çoğu insan, havale geçiren kişinin dilini ısıracağını ya da yutacağını ve nefes yolunun kapanacağını düşünür. Dil ısırma olursa da çok önemli değildir. Bunu önlemek için ağzına elinizi ya da başka cisimleri sokmak tehlikeli olabilir.
Eğer nefesi durursa, yapay solunuma başlamayın, kısa bir süre sonra kendiliğinden soluk alıp vermeye başlayacaktır.
Havale nöbeti geçtikten sonra, bebeği hemen en yakın doktora götürün. Çünkü havaleye sebep olan hastalık, çoğu zaman havaleden daha ciddî sorun oluşturur.
Ateşsiz havaleler (epilepsi):
Bir çocuğun havalelerinin hiçbir zaman ateşsiz olmama hali önemli bir noktadır. Eğer bir çocuk bazen ateşli, bazen ateşsiz nöbetler geçiriyorsa, bu epilepsidir. Geçirdiği her havale ateşli olsa bile 5. aydan önce ve 5. yaştan sonra geçirilen nöbetler genelde epilepsi hastalığıdır. Kısacası ateşsiz havale daha çok epilepsi lehinedir. Ancak, ateşsiz olup, kemik zayıflığına bağlı olan dolayısı ile epilepsi olmayan havalelerde vardır. Epilepsi hastalığından inşallah ileri ki sayfalarımızda bahsedeceğiz.
Son olarak tekrar hatırlatacak olursak, anneler genellikle ateşli havaleden korkarlar. Ancak epilepsi nöbetleri, onların bildiğinin aksine genellikle ateşsiz olur. Öte yandan, ateşli nöbetlerin çoğu tehlikesizdir. Ancak menenjit gibi ateşli havalelere sebep olabilen bazı hastalıklar, tedâvi olabilecek bir durumun kalıcı beyin hasarı ile sonlanmasına ve ömür boyu sürecek bir vicdan azabına yol açabilir. Bu yüzden ailelere tavsiyemiz bu yaşta havale geçiren çocuklarını en kısa süre içerisinde doktora götürmeleridir.
Kaynak: Nelson of pediatrics
|
Hazırlayan: Dr. O. Turgut DEMİ
05.08.2006
|
|
Hepimiz bedevîyiz
Ben bir bedevîyim. Ordan oraya savrulan bedenim ve ruhumla, ben bir bedeviyim. Burdayım. Dünyadayım. İnsanım. Rüzgârda savrulan bir tüy misali uçuşuyorum durmadan. Göç etmek benim işim. Şehir şehir dolaşmak. Yollar aşmak, yolcularla tanışmak. Ben bir bedeviyim. Kâh Arap çöllerinde, kâh bilmem nerelerde. Sırtımda katlayıp taşıdığım yamalı örtüm. Dolanıp yattığım. Bir kaç parça kabım kacağım. Bir de yedek elbisem...
Yoldur benim evim en çok. Yürürüm durmadan. Ha bire bir hareketlilik, bir koşturmaca. Yol gider ben giderim. Bir şehre girerim. Gezerim her karışını. Ardından bir çok yerini tanımaya başlarım. İnsanlar tanırım, anlık. Sonra gitme vakti gelir. Çıkarım ardıma bakmadan. Geride bir kaç şeyi bırakarak yürürüm yolumda. Belki bir kaç umudu, belki bir kaç isteği. Olsun derim her defasında. “Bu da geçer ya hu”...
“Ben yürürüm yane yane
Aşk boyadı beni kane
Gah akilem gah divane
Gel gör beni aşk neyledi...”
Bir türküdür bu dilimde, ya da bir şarkı... Adını koyamasam da tam anlamıyla, bu benim ritmimdir. Beni anlatır. Beni tanımlar. Ben yane yane yürürüm. Yana yana yürürüm. Hem yürürüm hem yanarım... Yürümemin sebebidir belki de bu yanış. Yanmaya çare bulmak içindir belki de bu yürüyüş... Yanmak ve öylece yürümek... İşte beni anlatır...
Ben bir bedeviyim. Gezerim diyar diyar. Arkamda bıraktıklarım çoktan silinmiştir benim. Bir müddet kalıp ayrıldığım yerlerde bozduğum çadırımla beraber oradaki hayatı da bozmuş olurum. Silmiş olurum her şeyi. Geçmiş yoktur benim için. Sonra yürürüm yollar boyu. Ama gelecek kaygım da yoktur benim. Çünkü yarın yerimin neresi olacağını bilemem, yaşayacaklarımı bilemem...
Ben bir bedeviyim dedim ya. Ardımda ne çocuk, ne çoluk... Geçtiğim şehirlerde kimse tanımaz beni. Yerim yurdum belli değildir benim. Hiçbir şehre ait değilimdir. Ya da bütün şehirler aslında benimdir. Kimsenin tanıdığı değilimdir ya da kimse tanıdık değildir bana. Yol getirmiştir beni taa buralara. Ve gene o götürecektir taa uzak diyarlarıma...
Bense bir şehirliyim arkadaş! Şehirde doğmuşum, şehirde büyüyorum. Ve muhtemelen gene şehirde öleceğim. Varlığım burada başladı ve bir gün gene burada son bulacak. Kalbim burada atıyor. Burada doyuyorum. Burada yatıyorum. Sevdiklerim burada. Her şey şehirli. Kimse yabancım değildir benim. Seni getiren yollarla sadece bir kaç kez görüşürüm. Beni bir şehirden diğerine taşıması için. Öyle çöllere salmam kendimi. Benim evim burasıdır, şehirdir benim yerim. Her şeyim düzendedir.Hayatım düzendedir. Çok bilmem dünyanın diğer şehirlerini, ülkelerini. Gezgin değilimdir çünkü. Ben bir şehirliyim. Ben anlamamki seni. Benim suyum evimin musluğundan akar, ışığım bir düğmenin ucundadır. Yatağım kuş tüyünden, rahat ve geniştir. Param her daim hazırdır bankada.
Ey bedevî nedir senin derdin? Nedir seni söyleten? Nedir bizle alıp veremediğin? Sen bir göçebesin ben bir yerliyim. Aslında merak ederim nasıl bir haldir senin halin. Hiç mi bıkmazsın bu yolculuklardan? Hiç mi yeter demezsin herşeye? Hiç mi sevmezsin düzeni, kalıcı bir hayatı?
Bedevî çöllerde gezinir, çöllerde yaşar. Sadece çevresi çöl gibi kurak değildir, onun hayatı da çöl kadar kuraktır. Ama bedevî kabul etmez bu fikri. Ona göre göçebe yaşamak bir özgürlüktür. Özgürdür göçebe insan. Tüm çevrenin hakimidir. Bugün buranın, yarın öte yanın hakimidir, böylece istediği her yer onun olur bir nevî. Özgür olmak her şeye katlanmayı gerektirir, her şeye değer bu hal ona göre...
Şehir insanı yönetilmeye mahkûmdur daima. Kendi sınırlılıkları vardır ilk önce. Bağlı bulunduğu bir kurallar bütünü içinde yaşamak zorundadır, insanların özgürlük alanları içine dalamaz. İnsanları rahatsız etmeye hakkı yoktur hiç. Her şeyi düzendedir ama düzen beraberinde bağımlılığı getirir.
Şehirli olmak bu noktada zordur işte. Geçmişimiz vardır bizim. Hep aynı mekânda yaşamış olmak anılarımızı daima canlı ve dipdiri tutar. Anılarımız hiçbir zaman yok olmaz. Çünkü tüm anıların birer şahidi vardır etrafımızda. Tanıştığımız kişiler anlık değildir göçebe insan gibi, ayrılıklar bize acı verir. Sevdiklerimizi unutmak zor gelir bedenimize. Geçmiş bizim için çok değerlidir.
Aynı şekilde gelecek de bir kaygı konusudur bizde. Yarın ne olacağımıza dair endişe eder dururuz. Dün bugün yarın hep birlikte, aynı anın içinde yaşanır çoğu kez. Gelecekten korkarız. Bu da çürütür aslında bir çok şeyi. Bir çok anımız, hazır anımız geçmiş ve gelecek konularıyla heba olup gider. Mahkûm oluruz zamana ve de mekâna...
Bir bedevi gibi ufacık bir yük değildir taşıdığımız. Bir elbiseyle yaşayamaz, bir ayakkabıyla dolaşamayız. Bunlarla yetinemeyiz. Hep devamını isteriz her şeyin. Mutlaka bulmak zorundayızdır her ihtiyaç malzemesini. Çok para kazanmak isteriz. Evlerimiz, arabalarımız olsun isteriz. Teknolojinin bütün nimetlerinden faydalanmayı, tatiller yapmayı, gezmeyi, tozmayı isteriz. Hep para isteriz. Çok para isteriz...
Bedevi böyle değildir ama. O az bir yemekle doyurur karnını. Bulabildiği her küçük şey ona büyük, kocaman bir mutluluk verir. En ufacık şeyler onun için çok değerlidir. Havanın, suyun bedavalığıyla mutlu olur. Yeter bu kadarı ona. Biz şehirlilerin hızla tükettiği, farkına bile varmadığı güzelliklerin, o; tam kalbinde yaşar. Bulduğu an, kıymet vererek korur her şeyi. Aynı zamanda kâinatla iç içe yaşar. Bulunduğu dünya gezegenini keşfetme imkânı bulur. Aşkını büyütebilir her geçen gün. Yaratılmış her varlığa âyine olur. Özüne sindirir tüm güzellikleri.
Ne söylenirse söylensin, böyle bir ayrım olmamalıdır aslında. Bedevî de, şehirli de hepsi de aynı isim altında toplanır gerçekte. Şu dünya bir handır, tüm insanlar da içinde birer misafirdir. Bu yüzden aslında herkes bedevîdir. Kimse yerli değil, hiçbir yer hiçbir kimsenin değildir. Kimse aslında hiçbir yere gerçekten sahip değildir. Hepimiz bedeviyiz, göçmeniz. Gezginiz. Gâh burada gâh şurada. Gâh akıllıca, gâh divanece... Bedevî olmak, bir Habîbullah yolu... Az yemek, az uyumak, az konuşmak... Her şeyin azı... Tıpkı bize olmamız öğütlenen hayat tarzının bir kopyası. Bütün mal varlığını sırtına yükleyebildiğin, yarın için tasalanmadığın, hiçbir şeyin, hiçbir şehrin sahibi olmadığını bildiğin.
Bizim de yükümüz taşıyabileceğimiz kadar olmalı, sıkıntılarımız bir oh kadar küçük kalmalı. Dünkü sıkıntılar silinmeli, onlardan ders alınmalı, gelecekten asla korkulmamalı. Tüm bunların yanında, yürünen yollar güzelliklerle, doğruluklarla dolu olmalı. Aşkla, gerçek aşkla dolu olmalıdır. Yolun sonu da gerçek sevgilide son bulmalıdır. Ve gerçek sevgiliye varınca yol, o noktada bir bedevînin alabileceği en muhteşem ödülle devam etmelidir. Bedevîlik, yerleşik olan ama aynı zamanda bâkîlikle yıkanmış, cennet kokulu bir hayatla devam etmelidir...
|
Nurdan HUYUT
05.08.2006
|
|
Testiyi kıranla, suyu getiren bir tutulmasın
Halefim olan İstanbul Millî Eğitim Müdürü Ömer Balıbey, alındığı bu görevden, geçen hafta ayrıldı. Cumhuriyet döneminin, 30’uncu İstanbul Millî Eğitim Müdürü olarak 10 yıl süreyle bu görevi yürüten mevkidaşım, bu görevde en uzun süre kalanlardandı. Benim bu görevi yürüttüğüm sırada ise, o Yozgat Millî Eğitim Müdürü’ydü.
Aslında, İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğünde en uzun süreli görevi ben yapmıştım. Ancak, benim 21 yıllık görev süremin 18 yılı Millî Eğitim Müdür Yardımcısı olarak geçmişti. Bu görevime ek olarak, 3 yıl süreyle Genel Sekreter, 10 yıl da Millî Eğitim Vakfı’nın İstanbul Şubesi Müdürü olarak çalışmıştım. Bu süre içinde, tam 11 Millî Eğitim Bakanı, 8 İstanbul Valisi ve 9 İl Millî Eğitim Müdürü ile birlikte çalışma imkânım oldu.
Sayın Balıbey, bu görevden alındıktan sonra, basında kimi kalemler onu yere göğe sığdıramadı. Hangi alanda olursa olsun, bu memlekete ve millete hizmet edenlerle, özellikle meslektaşlarımın başarılı hizmetleri beni hep mutlu etmiştir. Onlar, benim için ayrıca iyi birer örnek olmuşlardır. Ama, ne yazık ki bu memlekette övgüye lâyık olanlara hep haksızlık yapılmış, lâyık olmayanlar ya da az olanlar abartılarak baş tâcı edilmişlerdir. Yani, eskilerin deyimi ile “Testiyi dolduran da, kıran da hep bir tutulmuştur.”
Şimdi, bu yazıyı okuyan kimi insanlar, benim bir kıskanma ya da haset etme gibi bir duyguya kapıldığımı düşünebilirler. Yeminle söylerim ki, ömrüm boyunca şimdiye kadar hiç kimseyi kıskanmadım ve hiç kimseye haset etmedim. Çok iyi bilirim ki, kıskançlık ve haset, insan yüreğine yüktür. Ancak, ister kendime, isterse kime yapılırsa yapılsın “haksızlık”lara dayanma gücüm zayıftır.
Sayın Balıbey’in ilahiyat eğitimli olması, daha ilk ataması yapılırken, görüşünü paylaşan ve onu bu göreve getiren iktidara karşı onun için önemli bir “avantaj” olmuştu. İktidar değişikliklerinde estirilen rüzgârlar da yelkenini şişirmeye yetince, bu görevde böylece uzun süre kalabildi. O, çalışma arkadaşlarını kendisi seçip, elinden geldiği kadar İstanbul’a hizmet vermeye çalıştı. Ama, ayrılırken kimi kalemlerin abarttığı gibi, üstün bir başarıyı ortaya koyması mümkün olamadı.
Esasen, bir görevde iş üretmeyen insanlar, hata da yapmazlar. Eğer, o abartıldığı kadar iş üretebilseydi, bazı “nasırlara basar” ve bu görevde zaten iki yıl bile kalamazdı.
Onun döneminde (1996-2006) İstanbul’da meselâ;
*Okullara dengeli bir öğretmen dağıtımı yapılamadı.
*Ciddî anlamda, okul ve öğretmen denetimleri hiç yapılamadı.
*Özel dershane sayısı 3 kat arttığı halde, (ÖSS ve OKS de) öğrenci başarısı, taşra okullarının altına düştü.
*Öğretimde, okulların yerini özel dershaneler aldı.
*Uyuşturucu, ilköğretim okullarına kadar girdi.
*Öğrencilerin, birbirlerine ve öğretmenlerine bıçak ve tabanca çekmesi olayları bu dönemde yaşandı.
*Kimi okul bahçeleri, “ticarî çay bahçesi” yapılırken, kimileri ise “otopark”çılara kiralandı.
*1999 depreminde hasar gören okullar, tehlikeyi bertaraf edebilecek biçimde onarılamadı. İstanbul’da halen 57 okul, muhtemel bir deprem felâketinin çok büyük riski altında.
*Bakanlığın talimatına rağmen, bulunduğu yerde 5 yıldan fazla kalan okul müdürlerini değiştirmemekte direnen Balıbey, diğer kusurlarının üstüne böylece “tuz, biber” ekince, koltuğunu kaybetti.
Sayın Balıbey, bu görevi sırasında ayrıca, bazı yolsuzluk ve evrakta sahtecilik suçlamalarından ötürü hem sorgulandı, hem de mahkemelerde yargılandı. Ama, 21 yılda İstanbul’a çok büyük hizmetlerim olduğu ve hiçbir kusurum olmadığı halde, yalanlarıyla ünlü bir gazete, bana yaptığı kötülüğü ona yapmadı. Üstelik, başarılarım il sınırlarını aşıp, “Türkiye’de Yılın Bürokratı” seçildiğim bir zamanda, beni “tü ka ka” eden gazete, ona hep arka çıktı. Bakanlık da, yargı da, kamuoyu da her zaman olduğu gibi, doğrulara değil de, bu gazetenin yazdıklarına inandı. Ve bu durumdan, o hep kazançlı çıktı. Bu arada, “genel af ve disiplin affı” gibi aflar da onun zamanında çıkınca ve böylece o bütün suçlamalardan sıyırınca, hem koltuğunu korudu, hem de işte böyle yere göğe sığdırılamadı.
BU MÜLKE HİZMET, BİR MAHZ-I CİNNET !..
Geçmişte de, yakın tarihimizde de—bazı istisnalar saklı tutulursa—bu ülkeye ve halkına hizmet edenler hep kaybetmişler, aksine davrananlar ise, hep kazanmışlardır. “Bu mülke hizmet, bir mahz-ı cinnet” sözü, “Bu devlete hizmet etmek, cinnettir, deliliktir” anlamını taşır. Bunu ben değil, benim gibi yaşayanlar söylemişler.
Daha 1950’li yıllarda bu ülkenin ufkunu kalkınmaya açan, eski Başbakanlardan merhum Adnan Menderes’di. Onun döneminde, bu ülkede “yolsuzluk” sözcüğünün anlamı bile bilinmiyordu. Ama, onu ve iki Bakanını “eften, püften” sebeplerle astılar. Şimdi ise, “vıcık, vıcık” hale gelen yolsuzluk batağı, yüzmesini bilenlere adeta “plaj” oldu. Bu sebeple kurulan Yüce Divan’a sevk edilen herkes, kapısından artık gülerek çıkıyor.
4 yıla yakın bir süredir AKP hükümete, tek parti hükümeti olarak çalışıyor. Bu sürede hükümet, güzel işler de yaptı. Eğitimci olduğum için, özellikle Millî Eğitim Bakanlığı’nda yapılan çalışmaları izliyor ve takdirle yâd ediyorum.
Ama, ben ısrarla “dikkat” diyorum ve yaptığı hizmetlere güvenenlere, şimdi bir kere daha sesleniyorum: “Bizim ülkemizde, testiyi dolduran da, kıran da bir tutuluyor.” Doğduğum ilçenin belediye başkanını halk, hiçbir iş üretmediği, ancak halkın işine de karışmadığı için tam üç dönem, hem de üst üste Belediye Başkanı seçti. Daha sonra da milletvekili yapıp, Ankara’ya gönderdi. İbret almak isteyenlere, bu bile yeter.
Bu yazımı, değerli mevkidaşım Ömer Balıbey’in İstanbul’a olan hizmetlerini yok saymak ve onu zemmetmek için asla yazmadım. Güven vermeyen devletin, adil olmayan yargının ve taraflı davranan basının karşısında, dürüst, haklı ve başarılı olmak yerine, güçlü ve biraz da şanslı olmak gerektiğini anlatmak esas maksadımdı.
Sayın Balıbey’e ve yerine atanan değerli kardeşime, yeni görevlerinde başarı dileklerimi buradan iletiyorum.
|
Naci AKAY
/ (E.) İstanbul Millî Eğitim Müd
05.08.2006
|
|
|
|