Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Yasemin GÜLEÇYÜZ

Fatih- Harbiye



Yazının başlığı Peyami Safa'nın ünlü romanının adını taşıyor. Hatırlatayım, yazar dinden uzak Batı tarzı hayatla, dinî değerlere uygun hayat tarzını bu iki semtle bütünleştirir ve romanına malzeme yapar. Fatih'te yaşayan, ama gönlü Harbiye'de olan ve iki hayat arasında bocalayan roman kahramanı genç kız, neticede Fatih'i tercih eder.

İlginç semttir şu Fatih

İstanbul'un fethinin nişaneleriyle doludur her yanı. Adını Fatih Sultan Mehmet'ten alır. Zaten hadiste "Konstantiniyye bir gün fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır…" iltifatına mazhar olan Sultanın türbesi de, aynı adı taşıyan camiin bahçesindedir. İstanbul'un fethinden sonra tüm şehirde imar hareketleri başladığında, Sultan, zamanının en modern eğitim tesisi olan "sahn-ı seman medreseleri"ni bu semtte inşa ettirir. O dönemden sonra da Fatih semti yüzyıllarca, adeta bir "kampüs semt" olur. (Günümüzde onca hoyrat kullanmaya rağmen, medreselerin, türbelerin, çeşmelerin ayakta durmaya çalışması, o dönemden günümüze gelen silinemeyecek mühürler hükmünde… Bir de sokak ve mahalle isimleri vardır ki, ayrı bir yazı konusu olabilir…)

Sultan Fatih, yeni şehre Anadolu'dan aileler de yerleştirir. Fatih'in Çarşamba bölgesi, adını Samsun Çarşamba'dan gelen ailelere borçludur.

Sur içi diye nitelendirebileceğimiz, eski İstanbul'un Haliç'e bakan yüzünde yer alan ve birbirine komşu olan Çarşamba, Fener, Balat bölgeleri binlerce yıllık kültür birikiminin, şehrin geçirdiği sosyal değişimlerin aynası hükmündedir.

Canlı tarih

Bölge bakım bekleyen camileri, medreseleri, türbeleri, çeşmeleri, bakımlı sinagogları, kiliseleri, azınlık okulları, Rum evleri, her şeyden önemlisi Fener Rum Patrikhanesi ve kırmızı mektebiyle İstanbul'un adeta canlı tarihi gibidir…

Müessif 6-7 Eylül olaylarından sonra boşalan Rum evleri, şimdilerde Anadolu'dan göçlerle gelen çoğu Doğulu, Güneydoğulu olan ve işsizlikle boğuşan aileleri barındırmaktadır. UNESCO'nun fonuyla, evlerin bir bölümü orijinal haliyle restore edilmektedir. Tarihî dokusuyla çoğu televizyon dizisine mekân olarak seçilen bu bölge, günübirlik turizm turlarının da güzergâhı durumundadır. Sırt çantalarıyla yerli yabancı turistleri dar sokak aralarında sıkça görmeniz mümkündür.

Çarşamba'nın kendine has içe kapanık, ilginç bir dünyası vardır. Sakinlerinin çoğu ehl-i tariktir. Esnafın çoğu tesettür giyim ve hacı malzemeleri satan dükkânlarına Tevhid, İhlâs gibi isimleri koymayı tercih etmiştir. Özellikle hafta sonları yapılan dinî sohbetlere çevre illerden bile katılım olur… Kıyafet tercihleri farklıdır. Hanımlar genelde çarşaf, beyler sarık ve cübbeyi tercih ederler...

Sabahın erken saatlerinde yürüyüş yapmak isterseniz, cami hocasının sohbeti sonrasında yolda ayak üstü iki dostun hararetle dinî bir meseleyi müzakeresine sıkça şahit olabilirsiniz…

İstanbul'da bu sahneleri yaşayabileceğiniz kaç semt vardır ki?

Kabul edersiniz, ya da etmezsiniz, Fatih Çarşamba da, Nişantaşı, ya da Beyoğlu gibi İstanbul'un, Türkiye'nin bir gerçeğidir.. .

Bu gerçek; noksanlık ya da korku kaynağı olarak değil, demokrat Türkiye'nin zenginliği olarak algılanmalı değil midir?

Gerilim müziği eşliğinde objektif habercilik

Son bir haftadır medyanın Bayram Ali Öztürk Hocanın katli akabinde Çarşamba semti ile ilgili çizdiği tabloyu (aynı zamanda otuz yılı aşan bir Fatihli olma kimliğimle) ibretle müşahede ediyorum.

Gerçi çoğu TV kanalında, korku filmleri müziği fonuyla sunulan bayat habercilik anlayışına yabancı değiliz. Biliyoruz ki, periyodik olarak yaklaşık on yılda bir bu bölge bir medya merceğinden geçer, sanki yeni bir şey keşfedilmiş gibi sokakta yürüyen çarşaflı hanımlardan, sarıklı cübbeli beylerden hilkat garibesi imiş gibi bahsedilir… Onların şahsında dinî değerlerimiz kötülenir, insanlar zan altında tutulur.

Bu yönüyle malûm medya neye hizmet eder? Ahmet Cevdet Paşa zamanında Fatih Ahmet Cevdet Paşa (1822 - 1895): Osmanlı devlet adamı, tarihçi ve hukukçu. 12 ciltlik bir Osmanlı tarihi yazmış, hukuk alanında Mecelle'nin hazırlanmasında önemli rol oynamıştır. Ahmet Cevdet Paşanın kızı Fatma Aliye Hanım, kaleme aldığı Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı isimli eserinde, bir zamanlar üniversite semti mahiyetinde olan Fatih semtini babasının hatıralarına dayanarak bakın nasıl anlatıyor: Mahafil-i İlmiye ve Edebiye (Alim ve ediblerin toplanma yeri): Fatih "Bilmeyen ve duymayan varsa anlatmış olalım. Babam ve üstadım merhumdan, Murat Molla Tekkesi Şeyhi'ne dair çok fıkralar işitmişimdir ki bazılarını burada zikredeyim! Çarşamba Pazarı'ndaki Murat Molla Tekkesi bir Darülfünun (üniversite) demek olup, orada her nevi ilim ve maarif tahsil olunurdu. Oraya bütün rical ve kibar (büyükler) giderdi. Her sene Ramazan ayında bir akşam Hz. Padişah, orada Murat Molla Şeyhi'nin misafiri olarak iftar ederdi. İstanbul'un ulema ve udebası (âlimler ve edibleri) oraya devam eyledikten başka taşradan, hatta uzak ülkelerden tahsil ve istifade için gelirlerdi. Murat Molla Tekkesi ve Şeyhi, işte böyle bütün cihana nam ve şöhret salmıştı. Şeyh Efendi servet sahibi bir kimse olduğu gibi hayırperver bir kimseydi. Parasını hayır işlerine sarf ederdi. Tekkenin yakınındaki Dar-ül Mesnevî'yi kendisi inşa ettirmiştir. "Murat Efendinin vaazlarında vükelanın (bakanların) ekseriyeti bulunurdu. Herkesin üzerinde rağbet ve nüfuzu olan Şeyh, gayet açık sözlüydü. Bir gün camide vaaz ederken, bütün Heyet-i Vükela da mevcutken, Şeyh Murat: "Bir deli gâvur vardır. Bir de gâvur deli vardır. Deli gâvur bizim bakkaldır. Francalanın bayatını, peynirin bozulmuşunu, herkese her şeyin fenasını verir. Ben onu çağırırım bir güzel azarlarım. Hemen yola gelir. Bir müddet öyle gider. Yine işi bozunca yine azarı işitip düzelir. Gâvur deli ise Evkaf Nazırıdır ki; camilerin kandillerinin yağının parasından çalar!" demesiyle o sırada orada bulunan Evkaf Nazırı ne tarafa gizlenip, nasıl savuşabileceğinden hayrete düşmüş, diğer vükela sersemlemişti. Murat Efendi belli zamanlarda Mesnevî okutur, diğer vakitlerde sabahtan akşama kadar çeşitli dersler verirdi. Kendisinin ilk talebesinden olan Tevfik Efendi oraya yerleşmiş olup müracaat edenlere Farsça öğretirdi. "Babam Ahmed Efendi, boş vakitlerini o dergâhta maarif tahsil etmeye hasreyler, bazen de Şevket ve Urfi divanlarını okumak için meşhur şair Fehim Efendi'nin Karagümrük'teki konağına giderdi. "O zamanlarda Fatih semtinde pek faziletli âlimler bulunduğu gibi, Fatih'ten Sultan Selim'e, diğer taraftan Karagümrük'e kadar olan bölgede, çok değerli şiirler yazan şairler vardı. "Babam merhum o zamanlardan bahsederken demişti ki: 'Fatih semtinde o vakit ilim ve maarife dair mevzular konuşulduğu sırada batın ve zahir mücadeleleri eksik olmazdı. Şimdi ne o var! Ne bu var! O zevatın tamamı bu dünyadan geçip gittiler. Hepsi yerlerini boş koyup gittiler! Keşke bir Murad Molla Şeyhi olsaydı da onu kötüleyecek bir de, Hafız Seyyid bulunaydı.'" (Fatma Aliye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı, syf. 41-52.)

10.09.2006

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Kastamonu tarafları



Kastamonu ve şapka. Bu kelimelerin aralarında herhangi bir ilgi yok. Buna rağmen cumhuriyetin ilk yıllarında bu iki kelime bilhassa devlet adamları tarafından sık sık birlikte telâffuz edilmişti. Bunun sebebi de şapka inkılâbının oradan başlatılmış olmasıydı. Genellikle Avrupalı erkekler tarafından kullanılan şapka, Nureddin Paşanın da aralarında bulunduğu bazı milletvekillerinin şiddetle muhalefet etmesine rağmen 1925 yılında çıkarılan 671 sayılı kanunla milletvekillerinin ve memurların yanı sıra halkın da takmakla mükellef olduğu resmî bir kıyafet unsuru hâline getirilmişti. Kanun Ankara’da çıkarılmıştı ama Mustafa Kemal, şapkayı ilk defa Kastamonu’da devlet ricalinin, mahallî ve mülki erkânın da iştirakiyle yapılan mutantan bir törenle giyerek uygulamayı başlatmıştı. Böylece şapka inkılâpların, Kastamonu da şapkanın şiarı hâline getirilmek istenmişti. Bu hadiseden takriben on yıl kadar sonra, Tesettür Risâlesi adlı eserinden dolayı on bir ay hapse ve bir yıl mecburî ikamete mahkûm edilen Bediüzzaman Said Nursî, Eskişehir hapishanesindeki mevkufiyetini müteakip Kastamonu’ya getirilmişti. Mecburî ikamet süresi bir yıl olmasına rağmen cebren sekiz yıl Kastamonu’da tutulan Bediüzzaman da boş durmamış ve Ayetü’l-Kübra, Kastamonu Lâhikası gibi eserlerinin yanı sıra, bazı ahirzaman hadiseleri hakkındaki hadis-i şeriflerin tevillerini ihtiva eden Beşinci Şuâ adlı eserini de neşretmişti. Bu tevillerin arasında “Cebir ve kanun ile tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için inşallah ihtida eder” şeklinde ifade edilen bahis de vardı. Oldukça mânidâr bir tevafuktu şapka hakkındaki bu hükmün, bir İslâm memleketinde ilk defa kanun zoruyla uygulamaya başlandığı yerde verilmesi. Memleketin mukadderatını ilgilendiren ve insanların dünyevî, uhrevî geleceğini etkileyen bu iki hadisenin de aynı ilde vuku bulması merakımızı celbedince Kastamonu taraflarına bir seyahat yapmaya karar verdik. Maksadımız şapka kanununun orada uygulanmaya başlanmasının sebebini araştırmak, canlı şahitlerini bulup başına şapka takmadığı için Nasrullah Camii bahçesinde ve şehrin içinden geçen Karaçomak deresi boyunda asıldığı söylenen insanlar hakkında bilgi toplamaktı. Bu arada bir yıllık mecburî ikamet süresi sekiz yıl uzatılarak adalet tarihine geçecek büyük bir adaletsizliğe maruz bırakılan Bediüzzaman Said Nursî’nin yaşadığı yerleri gezip hatıralarını yâdetmeyi de düşünüyorduk. Kastamonu’ya, onun gibi müsellah jandarmaların tazyik ve tarassutları altında gelmemiştik ama yine de yolculuğumuzun pak rahat geçtiği söylenemezdi. Onun için dershanede iyice dinlendikten sonra başladık gezmeye. Ahâlinin ahvâlinde, şapka giymek gibi inkârı işmam eden bir inkılâbı buradan başlatmayı gerektirecek bariz bir müşevveşiyet hâli yoktu. Konuştuğumuz insanların hepsi mütedeyyin, pek çoğu da muttaki görünüyordu. Önceleri bizi muhabbetle karşılayan bu insanların, şapka hadisesi hakkında soru sormaya başlayınca endişelendiklerini ve basit mazeretler ileri sürerek yanımızdan uzaklaştıklarını görünce o zaman yaşanan dehşetin zihinlerde hâlâ devam ettiğini anladık. Bunun üzerine biz de merak hislerimizi teskin etmek gayesiyle yaptığımız şapka meselesini tahkik etmekten vazgeçtik ve seyahatimizin sebeb-i aslisi olan Nur menzillerini dolaşmaya başladık. Arkadaşlar bizi ilk olarak Üstadın Kastamonu’ya getirildiği zaman emniyet mülâhazasıyla bir odasında ve çok zor şartlar altında üç ay kadar kalmaya mecbur edildiği Arabapazarı semtindeki Çarşı Karakolunun bulunduğu yere götürdüler. Karakol binasının yerinde yeller esiyordu. Fakat biz o binadan ziyade, karakolda birkaç sefer zehirlenen Bediüzzaman’ın, onunla daha sık görüşmek ve ihtiyaçlarını aldırmak için Çaycı Emin Beye yirmi beş liraya sattığı ve her gün kirasını ödeyerek kullandığı yatağının kaybolduğuna yandık. Üç ay sonra, karakolun karşısında olduğu için kiralamasına izin verilen ve her an polis gözetimi altında yedi seneden fazla ikamet ettiği iki katlı ahşap ev de zamanın tahribinden nasibini almış ve harabeye dönmüş. Daha sonra belediye tarafından tamamen yıkılan ev, Badiüzzaman’ı orada tanıyan ve arkadaşı ile birlikte ziyaretine gittikçe ‘Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ gibi sorular sorarak bazı Risâlelerin telifine vesile olan Abdullah Yeğin’in gayretleriyle kısmen de olsa ihya edilerek hizmet merkezi hâline getirilmiş. Aslı gibi olmasa da, Üstadın yaşadığı hâlleri ve Beşinci Şua’nın telif edildiği şartları tahattur ettirmesi itibariyle mühim bir boşluğu dolduran o evi görüp de Bediüzzaman’ın orada yaşadığı hadiseleri hatırlamamak mümkün değildi. Orada yaptığı ibadetler, okuduğu evradlar, zikirler, zehirlenerek evradını okuyamayacak kadar hasta olduğu zaman yarım kalan virdini cinlerin tamamlaması gibi harika hâller evin değerini bir kat daha arttırıyordu. Bilhassa Mekke-i Mükerreme’de ikamet eden ve ‘Kambur’ lâkabıyla anılan Kutb-u Azamla yaptığı gaybî mükâleme bazı tarihi hadiselere ışık tutup karanlıkta kalmış meseleleri aydınlatacak mahiyette idi. Bir ikindi namazından sonra yaşanmış hadise. Sık sık yaptığı gibi yine tesbihatı müteakip tefekküre dalan Bediüzzaman, hilâf-ı âdet olarak tefekkür safhalarından birini sesli olarak terennüm etmiş: “Kambur, ben mi haklıyım, yoksa sen mi haklısın?” Odada kendisinden başka kimse olmadığı için bu hitabı duyan Çaycı Eminin bir hayli şaşırdığını görünce yıllar önce yaşadığı hadiseyi anlatarak hitabın sebebini izah edip muhatabını açıklamış. Bediüzzaman, 1926 senesinde Haşir Risâlesini yazarken, çalışmalarına mani olmaya isteyen ıslâhı gayri kabil bir İslâm düşmanına beddua etmiş. Fakat aynı günlerde aralarında Kutb-u Azamın da bulunduğu Hicaz velîleri onun ıslâhı için duâ ettiklerinden bedduâsı pek tesirli olmamış. Aradan geçen on iki sene içinde yaptığı menfi icraatları gördükten sonra o İslâm düşmanının ıslahının mümkün olmadığını anlayan Hicaz velileri, Müslümanları o belâdan kurtulmaları için bedduâ etmeye başlamışlar. Bunu yaparken, hem geçmişte yaptıkları hatayı bir nebze de olsa telâfi etmek, hem de bedduâlarının tesirini arttırmak için mâneviyât âleminde Bediüzzaman’ın da bedduâ etmesini istemişler. Bu talebi duyunca mezkûr hitapla sitemini ifade edip yapılan onca tahribata dikkat çeken Said Nursî de kendisinden isteneni yerine getirmiş ve çok geçmeden de maksat hasıl olmuş. Bu hadisenin Kastamonu’da yaşanması da mânidardı ama meselenin o ciheti idrakimizin ihata hududunu aştığı için fazla üzerinde durmadık ve Nasrullah Camiine doğru yürüdük. Bediüzzaman’ın, şehrin ortasında yer alan geniş alan üzerine Kadı Nasrullah tarafından yaptırılan ve dört gözlü bir köprü ile derenin karşı tarafına da bağlandığından merkezî bir hüviyet kazanan camiye su almaya geldiğini, Çaycı Emin Beyle de orada tanıştığını öğrendik. Camiyi ve müştemilatını gezip haziresinin sükûnetinden hislerimizi hissedar ettikten sonra mihmandarımız hükümet konağına götürmeyi teklif etti. Üstadın sık sık valilik makamına celbedildiğini ve valiyle şiddetli tartışmalar yaptığı biliyorduk ama Doğan, Altıok gibi habis ruhların soluduğu kirli havayı teneffüs etmek istemedik. Bunun üzerine kaleye gitmeye karar verdik. Bin yıllık mazisinin olduğu söylenen Kastamonu’nun, esatir-i evvelinden kalan tek eseri olan kale vadinin yamacındaki yüksek tepenin üzerine kurulmuştu. Mihmandarımızın, arada bir polis veya bekçi eşliğinde kırlara gitmesine izin verilen Üstadın, genellikle kaleyi tercih ettiğini çıkarken de hiç zorlanmadığını anlatması hislerimizi tahrik edince kaleye tırmanmamız fazla zaman almadı. Kalenin iç avlusunda biraz soluklandıktan sonra ilk olarak cami harabesini, sarnıçları, kilerleri, her biri farklı cephelere bakan bedenleri, kuleleri, mazgalları gezdik. Ardından da şehre bakan yüksek burcun üzerine oturduk. Manzara, saatlerce temâşâ edilse doyulmayacak kadar geniş ve güzeldi. Bizim de böyle bir dinlenme faslına ihtiyacımız vardı. Lâkin daha gezilecek pek çok menzil olduğundan orada fazla oyalanmamamız gerekiyordu. Risâle-i Nur’un neşrine mani olunmak istendikçe şiddeti artan ve aralıklarla on beş gün kadar süren zelzele sırasında kaleden yuvarlanan büyük taş kütlelerini görüp kalenin dibindeki yoldan batakhâneye giderken Bediüzzaman’ın tavsiyesine uyup yolunu değiştiren sarhoşun içkiyi bırakıp ibadete başlaması gibi orada yaşanan bazı hadiseleri hatırlamakla iktifa ettik. Kaleden inip Kaleardı mahallesindeki Şaban-ı Velî’nin türbesini ve Mehmed Feyzi Efendinin vadinin dibindeki kabristanda bulunan mezarını ziyaret ettikten sonra Hacı Dağına şöyle bir bakıp Karadağ’a doğru yola çıktık. Mehmed Feyzi Efendi, oralara giderken genellikle at sırtında kitaplarını tashih eden Üstadın atının yularını çektiğinden, biz de yol boyu onun taşıdığı hâlet-i ruhiye içinde hareket etmeye çalıştık. Karadağ’a yaklaştıkça gözlerimiz hep rükûa varmış bir insan görüntüsü veren ve Üstadın üzerinde kitap yazıp gölgesinde ibadet ettiği çam ağacını aradı. Ne var ki her canlı gibi o da ömrü tabiisini tamamlamış ve bir kış günü rükûdan secdeye varırcasına yıkılarak hayat sahnesinden çekilmişti. Çam ağacının kökünden filiz vermeyen bir ağaç oluşuna ilk defa o zaman hayıflandık. Çünkü eğer öyle olsaydı, dipdiri duran gövdesinden pek çok yeni filiz verecek, o filizler bir süre sonra kalınlaşıp ana ağacın yerini alacak ve orada yaşanan hadiseleri hatırlatmaya devam edecekti. Gerçi Karadağ’daki çam ağacının gövdesinden fışkıran filizleri yoktu ama hafızalarda izi, hatıralarda yadı, kitaplarda resmi vardı. Biz de zihnimizde onları canlandırarak başında epeyce oyalandık. Böylece, kuru bir ağaç kütüğünden ibretli hayat dersleri alarak ayrıldık Karadağ’dan.

10.09.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

TV varken okumak mümkün mü?



Yapılan bir araştırma, ‘kitap’ın ihtiyaç sıralamasında çok gerilerde yer aldığını ortaya koymuş. Aynı araştırma, ‘düzenli kitap okuma alışkanlığı’ oranının da binde 1 olduğunu göstermiş.

İsterseniz önce ‘Çocuk Vakfı’nca yapılan araştırmadan (AA, 7 Eylül 2006) bazı bilgiler aktaralım:

*Türkiye’nin temel okur-yazarlık düzeyi iyi durumda, ancak ilköğretimin 6. sınıfından itibaren okuma ilgisi azalıyor.

*Öğrencilerin yüzde 60’ı mevcudu 30 ve daha kalabalık sınıflarda okuyor. (Dünya ortalaması 26) En kalabalık sınıflar İstanbul’da. Okullarda program dışı okuma etkinliklerine çok az yer veriliyor.

*Çocuk kitapları, gazete ve dergilerden yararlanma oranı çok düşük. Öğrencilerin kütüphane alışkanlığı zayıf.

*Köy çocuklarının yüzde 60’ı ilköğretimde ders kitabı dışında kitap okumadan okullardan mezun oluyor.

*Uluslararası Okuma Becerilerinde Gelişim Projesi (PIRLS) çerçevesinde 35 ülke arasında Türkiye 28. sırada. İhtiyaç maddeleri sıralamasında Türkiye’de kitap 235. sırada yer alıyor. Uluslararası ortalamada öğrencilerin evlerinde 25’ten fazla kitap bulunurken, Türkiye’de çocukların sadece yüzde 19’unun evinde 25’ten fazla kitap bulunuyor.

*Gençlerin yüzde 70’i hiç kitap okumuyor.

*Araştırmaya göre, Türkiye’de nüfusun yüzde 40’ı hayatı boyunca kütüphaneye gitmemiş. Yüzde 31’i birkaç kez gitmiş. Kütüphaneye gidenlerin ise, sadece yüzde 8’i kitap okumak amacıyla kütüphaneye gitmiş.

Anketin itiraz edilebilecek neticeleri olabilir. Ancak ortada bir vak’a var: Kitaba ‘dost’ olmayan büyük bir çoğunluk var.

Tesbitler doğru olmakla birlikte, kitapla dost olmayışımızın altındaki asıl sebebi görmezsek bu darboğazı aşabilir miyiz? Kitaba uzak duruşumuzun altında yanlış politikalar ve kitapları da ‘suç aleti’ olarak görmek ve göstermek yatmıyor mu? Silâhlarla birlikte kitapların da ‘yakalananlar’ arasında teşhir edildiğini unuttuk mu? Tamam, gerçekleri tersyüz eden ‘kitap’lar da vardır. Ama bunlarla mücadele de, yine başka kitapları okumaktan ve okutmaktan geçmiyor mu?

Kitap okuma alışkanlığını ‘kütüphane ziyareti’ sayısıyla izah etmek de doğru neticeyi göstermez. Çünkü öğrencilerin ödev yapma ‘işi’ dışında halkın kütüphaneye gitmesi ve orada kitap okumasını beklemek Türkiye şartlarında pek mümkün görülmüyor.

Diyelim ki, bu bir çözümdür. Peki, halkı kütüphanelere yönlendirmek için ne gibi çalışmalar yapılıyor? İşinde gücünde olanların kütüphaneye gitmesini beklemeye hakkımız var mı?

Kitap okumayı arttırmanın yolu, bu konuda ciddî kampanyalar açmaktır. Bir diğer yolu da, kitap okumayı öldüren televizyonu ‘oda dışına’ ya da mümkün olursa ‘kapı dışına’ koyabilmektir. Mevcut haliyle TV’ler evlerin başköşesini işgal ettiği sürece, ‘kitap okumuyoruz’ diye dövünmenin bir anlamı yok. Bu kadar aldatıcı ve bir o kadar ‘zehirli bal’ olan TV’nin olduğu yerde kitap okumayı beklemek, ham hayal olsa gerek.

Çare; ailece televizyonu kapatıp, ‘kitap’ları açmakta yatıyor.

10.09.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Hayatın onarlı basamakları



Hayat kesitlerimi beşer yıllık fasılalara bölmeyi tercih ederim. Bir tasavvurun veya hedefin başlangıç ve altyapısı için asgari süreyi beş yıl olarak görürüm. 10’ar basamaklarla ömrümüzün yaşanan devrelerini düşünürsek, şu anda beşinci basamaktayım. Yani “beşinci 10”un içindeyim.

10’arlı sistemi kendi içinde birinci ve ikinci yarım olarak planlayabiliriz. Şu anda 5. basmağın II. yarısındayım. Bu vesileyle epey kopya verdim yaş kütüğüm hakkında. Allah, hepimize sağlıklı ve hayırlı bir ömür nasip etsin.

Birinci on yılımız, mama dönemi ile başlar. İlk öğretimin birinci kademesi ile devam eder. Çocukluğun masumiyet yıllarıdır. Görme, merak etme, bol soru sorma, oyun, okul, şefkat ve algılama bolluğunun ifade edilmeyecek derecede bol yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde ikinci on yıl, tamamen eğitim ve öğretim dönemidir. İlköğretimin tamamlanması, lise eğitimi ve üniversiteye girme çağıdır. Ergenlik sivilceleri, tatlı heyecanlar, masumiyetin kişiliğe bürünen hali... Lise ikinci sınıftan itibaren bölüm tercihi ve ona bağlı eğilimlerimizin şekillendiği meslek tercihleri gündeme oturur. Yoğun ve stresli üniversiteye hazırlanma telaşı ve gerginliği içinde sınav maratonu ve üniversiteli olma hayali ile bunu gerçekleştirme heyecanının hakim olduğu uyarıcı ve tepkili bir dönem…

Kişiliğini önemseyen, alıngan, heyecanları hırsa dönüşen, kontrolü zor ve hislerine hakim olamayan bir delikanlı vardır artık. En çok geleceği merak eden, iş ve aş planları yapacak bir üniversite başlangıcındadır. Derken üniversiteye öğrenci olma, yeni ortama alışma ve gurbette geçecek üniversite yıllarında edinilen yeni arkadaşlıklar, değişen konu ve gündemlerle tanışılır. İkinci 10’u tamamlamaya yakın üniversiteyi yarılamış veya başlamış bir eşiktedir.

Üçüncü on yıl, üniversiteyi bitirme ve meslek sahibi olma isteğinin şuurlandığı bir dönemdir. Gelecek planları yapılır. Evde kulağa fısıldanan güzel temenniler yaşanır. Hayalinde her gün bir işe girer ve çıkar. İş beğenmez. Farklı olduğuna ve her şeyi en iyi bildiğine inanmıştır ki, arzuladığı dünyanın gerçeğini aramaya koyulur durur. Bunu bulamamanın hayal kırıklığı ile hayatın graniti olan gerçeklere çarpılır adeta.

Umutları dalgalanır, cesareti artarken bazen kırılır ve yen içinde kalmaz. Erken teşhis eden ve yargı cümlesi kuran, tahammülü ve sabrı sınırlı bir genç vardır. Tecrübeye ve önerilere fazla aldırış etmeyen, tatlı kurgularının gerçeğini arayan bir define avcısı gibidir. Her teşebbüsü bir define bulma azmindedir. Her teşebbüsü, yeni bir definenin başlangıcı olacak şekilde sonuçsuz kaldıkça, tükenmeyen umutla uzun süre macerasını bile yaşar.

Okul biter, telaş ve gündem yoğunluğu artar. İş bulunur. İşe alışılmaya çalışılır. Hayalini süsleyen ve yakın telkinlerin resimlediği bir prenses/prens vardır rüyasında. Bunu arar durur sessizce veya seslice. İkilemler yaşar. İçindeki ses ve görünen hevesler çoğu zaman barışık olmazlar. Galibi olmayan bir oyun başlamıştır artık.

Aile ve diğer çevre faktörleri kararlarının etkin ve gizli ortağıdırlar. Bazen de aleni ve belirgin kural koyucudurlar. Kısmet gelir bulur sizi. Akıl ve planlama geri gider, hissiyatın serencamında. İşi, aşı ve eşi olan bir dönemin okul sonrası tempolu yorgunluklarında gençliğin dinamizmi hayat vermiştir yeni umutlara ve diğer 10’luk basamaklara.

Dördüncü on, hayatın ve kariyerin pekişme ve çekişme dönemidir. Bir önceki 10’lu basamağın doğru veya yanlış tercihlerine göre yaşanan veya iyileştirilerek/rotası değiştirilerek/ilerlenerek yol alınan en verimli kendisiyle buluşma dönemidir. Gelişmenin ve olgunlaşmanın önemli basamağıdır. Tekamülün hacim doluluğudur. Fıtratın gerçekleşmesi veya kendini planlayamamanın tezatlı dönemidir. Yalnız, otobana girmeden önce son çıkış şansı da vardır. Bu dönem, tamamen yenilenme ve tekraren kendini gözden geçirme, rehabilitasyon veya diplomaya bağlı rutinin dışına çıkma faklılığının potansiyelini de taşır. Kendi iç dinamiklerinin tatmin ve başarı durumuna göre yol rehberini, yol haritasını ve paradigmalarını yenileme cesaretini gösterebileceği sağlıklı ve dirençli yılların güzel mevsimidir.

Diğer onlar basamağı... Beşinci 10’a gelince... Kırkını devirmenin kırılgan, metin ve esnek üçgeninde sorgunun zirvesi yaşanır. Kendini bulmanın taçlandığı veya taşlandığı derin ve anlamlı bir dönem... Yutkunası heyecanlar, boğumlu tahammüller ve enfüsileşen ruhani halin tefekkür dalgası...

Daha sonraki basamak mı? Onu yaşayacak ömür nasip ve kısmette varsa, ifadesi mümkün olacaktır... Erbabı yazarsa, erken öğreniriz... Mesela edip insan İslam Abi yazmalı bunu…

10.09.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Dışardan görünüm



Nihayet karar verildi ve Türkiye Lübnan’a asker gönderme konusunda iradesini belirledi. Bundan sonrası uzun ince bir yoldur artık. Kimse kısa yollu bir süreç beklemesin. Yol uzun da olsa, doğru ise eğer, kısa sayılır. Bundan böyle, bu yolda ilerlerken adımlar dikkatli ve temkinlice atılacaktır. Lübnan’a turistik bir geziye gitmiyoruz. Ne kadar gerilerde, barışçıl bir konumda ve çatışma olmayacak bir mevkide bulunsak da, nihayetinde gönderilen tüm kuvvetler gibi, bizim de kuvvetlerimizin adı “Silâhlı Kuvvetler”dir. Çatışma çıkması muhtemel bölgedeyiz. Bizim için şu anda önemli olan barışın tesisi için uluslar arası kurallar çerçevesinde üzerimize düşeni yapmak ve gelişmeleri beklemektir. Bu yol eğer tıkanırsa ya engeller kaldırılacaktır, ya da hedefe ulaşma uğrunda yeni yollar bulunacaktır.

Lübnan tezkeresi konusunda görüldüğü kadarıyla, başta hükümet ve milletvekilleri olmak üzere, çoğunluğun kafası, 1 Mart tezkeresindeki gibi karışık değil. 1 Mart tezkeresindeki yanılgılar ve bu yanılgıların getirdiği kısa ve orta vadeli kayıplar, siyasîlerimize siyasî manevralar konusunda ufuk açmış olmalı ki, Lübnan tezkeresi oylaması daha kolayca geçti.

İşin ilginç olanı, her iki tezkere arefesinde terör ve sabotaj kokan olayların birden artması, duygusallık unsurlarının öne çıkması ve barış söylemlerinin her zamankinden daha çok sıklıkta ve sertlikte dile getirilmesidir. Lübnan tezkeresinin Mecliste görüşülme günü yaklaştıkça şehit cenazelerinin trajik biçimde gündem oluşturması, bazı medya organlarında oylamanın geçmesinin kışkırtıcı kelimelerle ve argolu biçimde verilmesi gibi bir çok sinir bozucu ve tamamen tahrike dayalı çabalar dikkat çekiciydi. Aczimendi olaylarına benzer bir takım tarikat kanallarından gelen zamansız (zaten bütün ölümler zamansızdır) suikastlar, Türkiye’nin dışarıdan içerisi okunan bir ülke olduğu izlenimini uyandırdı. Ayna galiba dışarıda gibi. Bakabilmek ve görebilmek için dikkat lâzım.

CHP milletvekili Canan Arıtman’ın Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’a yazdığı yazı da dışarıdaki bazı olayların içimizi nasıl gösterdiğinin bir belgeseli gibi. “Ordumuzun bu ihanet ve gaflet, dalâlet zamanında herkese ve her şeye karşı cumhuriyeti koruma görevi”nin derhal devreye girmesini isteyen bu yazı, demokrasimiz açısından içler acısı bir durumu belgelemektedir. Seçilenlerin atanmışlara bu şekilde hitap etmesi ve kendisini o makama çıkaran demokrasi kurallarından bu derece uzaklaşması gösteriyor ki, dışarıdan ziyade içerideki problemler bizi tehlikelerle dolu bir mıntıkaya sürüklemektedir. Faraza bu mektubu bir yabancı kişi ciddiye alarak okumuş olsa, Türkiye’nin asker kökenli generallerce idare edildiği ve genel kurmay başkanlarının görev devir/teslim törenlerinin de kralların tahta geçiş törenleri olduğu zehabına kapılması işten bile değildir. Bereket versin Büyükanıt Paşa ve diğer komutanlarımız üçüncü dünya ülkelerindeki askerler gibi değiller.

Osmanlı padişahlarının, devletin selâmeti uğruna, kardeşlerini katletme fetvasını alarak milletin menfaati için ve milletine zarar gelmemesi için kardeş acısını göze alması, siyaset dünyasında yeniden incelenmesi gereken tarihî bir tez konusudur. Büyük düşünen devletler aslında hep buna benzer risklere ve acılara katlanmasını bilmişlerdir. Kaldı ki siyaset duygusallık kaldırmaz. Siyaset duygularla yürütülemez. Burasını hatırlamakta yarar vardır.

Sayın başbakan başta olmak üzere, yürütme ve icraat makamındaki şahsiyetlerin sözlerinin binbir türlü yorumlara sürüklenmeye çalışılması da pek sağlıklı bir davranış değildir. Sözgelimi, “askerliğin yan gelip yatma olmadığı” ifadelerinin şehit ailelerine cevap ve onların acılarını küçümseme anlamına çekmek pek akılcı bir yaklaşım sayılmaz. Bir ülke başbakanın kendi milletine karşı böyle hitap etmesi düşünülemez. Askerlik mesleğinin, sahip olduğu silâhlı güç itibariyle, zaten rahat değil zahmet ve hizmet mesleği olduğu anlamında söylenmiş sözler olarak anlamak da mümkündür. Kaldı ki, orduların içten ziyade dışa yönelik güvenlik birimleri olduğunu, hemen her devlet ve her asker çok iyi bilmektedir. Bu gün sadece PKK terörü konusunda içteki suikastlerin doğrudan ve öncelikle askerlere yöneltilmesi de boşuna değildir. Çünkü öncelikle silâhlı kuvvetler muhatap olmaktadır bu tip iç saldırılara. Üstelik bu saldırıların dıştan/dışarıdan yönlendirildiği de bir gerçektir. Bu durumda askerlerin rehavet içinde olması, dışarıdaki gelişmelere bigâne kalması ve silâhını sadece içerdeki sivil olaylar ve sivil şahsiyetlere yönlendirerek meşgul olması, ordu olmanın misyonuyla pek de bağdaşmamaktadır. Bu, Mecliste bir kısım milletvekilinin silâhla oylamaya girip, kürsüde konuşmak ve fikir açıklamak yerine silâhlarını konuşturmaları gibi bir şey olur. Demokrasiyle idare edilen ülkelerin hiçbirinde böyle tuhaflıklar olmaz. Yani bir ülkenin askeri yetkilileri içerdeki kendi vatandaşlarına değil, dışarıdaki silâhlı düşmanlarına karşı sert tavır ve askerce duruş sergilerler.

Netice, Lübnan aynasında daha bir çok mesele görüntüye gelecek gibi.

10.09.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Üç Aylar ve “okumak”



Bir Üç Aylarda daha yarıyı geçtik. Receb ayı çoktan geride kaldı. Şaban ayının 17. günündeyiz. Ve Allah nasip ederse, iki hafta sonra bugün Ramazan’ı karşılayacağız.

Üç Ayların bir özelliği de, içinde kandil gecelerini barındırması. Bunlardan Regaib, Mi’rac ve son olarak Berat Kandillerini geride bıraktık. Önümüzde Kadir Gecesi var.

Tabiî, herkesin içinde bulunduğu hayat şartları farklı. Ama genel olarak bakıldığında, bizlerin Üç Ayları ve kandil gecelerini hayli rahat şartlarda idrak ettiğimiz bir vâkıa.

Ne var ki, bu rahatlığın sürüklediği rehavet içinde, yaşadığımız paha biçilmez değerdeki gün ve gecelerin hakkını çoğu zaman veremediğimiz de maalesef ayrı bir gerçek.

Halbuki, en yakın örnek olarak Bediüzzaman ve talebeleri, Üstadın “uhrevî ticaret mevsimi” olarak nitelediği bu gün ve geceleri alabildiğine zor ve çetin şartlar içinde hakkıyla ihya ediyorlardı.

Meselâ, 1948-49 yıllarının Üç Aylarını, kandillerini, Ramazan ve bayramlarını Afyon hapishanesinde geçirmişlerdi.

Ama şer gibi görünen hadiselerde bile kaderin hayırlarla yüklü sır ve tecellîlerini görmelerini mümkün kılan tahkikî iman şuuru orada da kendisini göstermiş; böylece hem bir medrese-i Yusufiye, hem de eski büyük zatların çilehane ve uzlethanesi anlamında bir manevî arınma mekânı olarak gördükleri hapiste bu mübarek gün ve geceleri de bihakkın ihya etmeye muvaffak olmuşlardı.

Üstadın Afyon cezaevinden talebelerine yazdığı lâtif mektuplarda bunun çok güzel, düşündürücü örneklerini görmek mümkün.

İşte onlardan, “Aziz, sıddık kardeşlerim ve bu dünyada medar-ı tesellîlerim ve hakikatın hizmetinde yorulmaz arkadaşlarım” hitabıyla başlayan bir mektup (Tarihçe, s. 513):

“Bu mübarek aylarda ve sevabı ziyade bu çilehanede mümkün olduğu kadar bir meşgale-i Kur’âniye ve nuriye ile sıkıntılı vaktiniz sarf edilse, çok faideleri var. Sıkıntı hafifleştiği gibi, kıymettar, kalp ve ruhun ferahlarına medar, sevabı yüksek bir ibadet; o nurlarla iman cihetinde iştigal hem tefekkürî bir ibadet, hem İhlâs Risalesi‘nin ahirinde yazıldığı gibi beş cihetle bir nevi ibadet sayılabilir.”

Burada atıf yapılan “beş cihet” şunlar:

1. Ehl-i dalâlete karşı manen mücahede. 2. Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım suretiyle hizmet. 3. Müslümanlara iman cihetinde hizmet. 4. Kalemle ilmi tahsil. 5. Bazan bir saati ibadet hükmüne geçen, tefekkürî olan ibadeti yapmak (Lem’alar, s. 171).

Bunlar, Kur’ân’ın bu zamana ders ve mesajını taşıyan hakikî bir tefsir niteliğindeki Risale-i Nur’u okuyup neşrederek elde edilecek manevî kazançların yalnızca bir kısmı.

Kastamonu mektuplarından birinde de eserleri “ibadet niyetiyle” okuyan talebelerinden söz ediyor Üstad. Ve anlattıklarını “önce kendisi yaşayan” bir insan olarak diyor ki:

“Ben de sıkıldıkça, yüz defa temâşâ ettiğim nur meselelerini yine zevkle tekrar mütalâaya başlıyorum...” (Tarihçe, s. 513)

Peki, gerek tekrar tekrar mütalâa, gerekse o manevî zevk açısından biz ne âlemdeyiz?

10.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tahkikî iman ve mertebeleri



Dolayısıyla tahkikî, gerçek iman; hayal bulutlarının arkasında değil; öğrenilebilir, anlaşılabilir ve kazanılabilir bir hakikattir. Tahkikî imana, gözlem, araştırma ve muhakeme neticesinde hür iradeyi kullanarak ulaşılır. Bu da, hayatın, dünyaya gönderilişin, ölümün ve ölüm ötesi gerçekleri kavramak, anlamak, arkalarındaki esrarı çözerek ulaşılır. Özetle, tahkikî denen gerçek imân-itikada; tahayyülden başlayıp, tasavvur ve taakkulden geçip, tasdikten sonra iz’ân, iltizam, teslim ve imtisâlin ardından ulaşılır. Bu imân, hem hareket ve bereket, hem enerji ve güç kaynağıdır.

Tahkikî dediğimiz gerçek imân; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misâlî güneşten tâ deniz yüzünde yansıyan güneşe kadar kademeleri, açılımları vardır. Ki, bin bir İlâhî ismin tezâhürleri, yansımaları ve diğer imân şartlarının kâinat hakikatleriyle örtüşen çok yönleri, basamakları, oluşumları, bağları bulunur. Tahkikî imânı elde eden; Allah hesabına müşahede edilen her şeyin marifet/ilim” olduğunu idrak eder, algılar.

Kesin (yakîn) bilgiye dayanan tahkikî imânın da pek çok mertebe, derece ve basamakları bulunmakla beraber, “ilmel-yakîn, aynel-yakîn ve hakkal-yakîn” gibi üç ana şıkta toplanır. Bunların üç mertebesi de tahkikî imanın dereceleridir. Şimdi onları da kısaca görelim.

a- İlmel-yakîn (Kesin bilgi, ilim derecesinde imân): Tahkiki, gerçek imânın bu derecesi, kesin bilgi-ilimle elde edilir. Bu, maddî-mânevî, fen ve sosyal ilimlerin harmanlanmasıyla elde edilen bilgi ve ilimle sağlanan tahkikî imânın ilk derecesidir.

Farz edelim ki, deniz görmeyen, bilmeyen birisinin o koca su birikintisi hakkında kesin bir bilgiye ve kanaate varmak istiyor. Coğrafya dersi ve haritalardan hareketle denizin varlığı hakkında kesin bilgi sahibi olunabilir. Bu, ilmel-yakîn (kesin bilgi derecesinde) bilmek, özelliklerini öğrenmektir. İlmî seviyede bilmek olduğundan; vasıtası duyular ve akıldır.

İşte, bu imân mertebesi, çok delillerin, belgelerin kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır; iddialara dayalı şüphe ve vesveseler karşısında sarsılmaz, yıkılmaz, mağlûp olmaz.

Tekâsür Sûresinin 5. âyetin Arapça metninde, “ilmel-yakîn” (Keşke hakikati şeksiz şüphesiz bilseydiniz) şeklinde tabir olarak da geçer.

b- Aynel-yakîn (Gözlem/görme derecesinde imân): Göz ile görüp, müşahede ile elde edilen şeksiz-şüphesiz bir bilgiden sonra ulaşılan tahkiki imandır. İlmel-yakînden daha güçlüdür. Gözlem ve müşahedelere dayanır. Yâni, koca su kütlesi denizin haşmetini bizzat gözleriyle görerek onun hakkında bir kanaate, bir fikre sahip olmaktır.

Bu imân tarzının da pekçok mertebeleri, Esma-i İlâhiye (Allah’ın en güzel isim ve sıfatları) sayısınca tezahür dereceleri, ortaya çıkma durumları vardır. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek dereceye1 ulaştıran sırrı, gücü taşır. Bu merhaledeki tahkikî imâna, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini, atomdan galaksilere ve kâinatın yüzünde müşahede ve tefekkürle varılır.

Araştırmalar; görme duyusunun öğrenmeye tesiri yüzde 75 (Bir başka çalışmada ise, yüzde 83); işitme duyusu yüzde 13; dokunma duyusu yüzde 6; koklama duyusu, yüzde 3; tad alma duyusu yüzde 3” şeklinde olduğunu göstermiştir.2 Buna binâendir ki, Kur’ân; mütemadiyen kendi açılım ve müşahhaslaşmış simetrisi olan kâinatı, “bakmıyor musunuz, görmüyor musunuz, gözlerinizi çeviriniz, âyetlere bakınız!” diye gözlemleyerek incelemeye dâvet eder.

“Aynel-yakîn”, Tekâsür sûresinde “gözle görmek” diye ifâde edilir.

Dipnotlar: 1-Emirdağ Lâhikası, s. 91.; 2-Doç. Dr. Leyla Özyürek, Öğretim İlke ve Yöntemleri (Ankara: Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları, 1983, s. 21.

10.09.2006

E-Posta: [email protected] - [email protected].




S. Bahaddin YAŞAR

Çocuklar bizim ama davranışları kimin?



İzleyin çocukları!

Çocukların anlamsız davranışlar sergilemediğini hepimiz biliriz. Yine onların her davranışının altında bir aile manzarasının bulunduğunu da. Onun için ne zaman çocukta doğru-yanlış bir davranışla karşılaşsak, hemen o çocuğun ailesi akla gelmektedir. Çocuk bir ayna gibi içinde yaşadığı şartları, karşılaştığı davranışları ilgilenenlere yansıtmaktadır.

Özellikle çocuk davranışları pek de genellenmemeli diye düşünüyorum. Çünkü her ortaya çıkmış davranışın kişiye özel pek çok arka planı mevcuttur. Davranışların doğduğu zeminler hakkında bilgi sahibi olmak, daha sağlıklı. Bir davranış hangi şartlarda, hangi neticeyi ortaya çıkarır bu pek istatistiğe sığacak bir manzara değil. Genellemeler, nice özelleri, nice farkları, nice renklilikleri yoketmekten başka bir sonuç vermez.

Yani aynı şartlarda, aynı ortamlarda, aynı imkanlarda yetişmiş nice çocuklar, çok dikkat çekici sonuçlar ortaya koymaktadırlar. Dolayısıyla şu şartlar şöyle olursa, şöyle bir sonuç olur demek her zaman doğru olmuyor.

Kardeşler manzarası ilginçtir; aynı anne babanın, aynı ortamın, aynı çevrenin, aynı ortak şartların çocukları, çok zıt farklılıklar içerebiliyor. Bu biraz da fıtrat farklılığıdır denebilir. Kabiliyetler, hayırda çalışırsa hayır; şerde çalışırsa şerleşmiş olur.

Burada, anne babaya düşen kuralları içerisinde tebliğ etmektir.

Müslim çocukların; gayr-i Müslim davranışları

Parkta çocuklarımla geziyoruz. Burası yeşile, yeşilliğe susamış bir muhit.

Birkaç tane küçük çocuk, müdahalemize fırsat kalmadan, yemyeşil bir fidanın iki güzelim dalını kırdılar. En az beş yıllık emek gitti.

Bir insanın kolunu kanadını kırmak gibi, bir ağacın dallarının kırılması. Düşündürücü olan, bu çocukları can taşıyan bu dalları kırmaya iten şeyin ne olduğudur?

Ben diyorum ki, şimdi bitkilere yansıyan bu şiddet, insanlara yansıyacak şiddetin antrenmanından başkası değil.

Park gezimiz devam ediyor. Fakat dallar kırıldı artık. Yüreğimizi sızlatan şey ise, dalların kırılma çığlığı, çocukların sevinç çığlıklarına malzeme olmasıydı.

Yaşadığınız ve yaşayacağınız olumsuzlukları çocuklarınızla izliyorsanız daha bir trajedi. Ama hayat bu işte. Kurgularınız gibi olmadığını anlıyorsunuz cemiyetin.

Anlatılanlardan çok abarttığımı düşünüyorsunuz değil mi?

Evet. Galiba abartıyorum, kabul. Ama izleyin bakalım?

Neler oluyor şu hayatta?

Parkta iki tane ayakkabı boyacısı çocuk, ellerinde boya sandığı ile, bizim yanımıza doğru yaklaşıyorlar. Tam o sırada yanı başımıza bir kuş ‘pat’ diye yere düştü. Bu bir güvercin kuşuydu.

Boyacı çocuklardan biri, elindeki lastik sapanla koşarak, sevinç çığlığı atıyordu. “Vurduuum!, Vurduuuum!”. Sapan taşı kuşun boynuna gelmiş. Şaşırıp kaldık çocuklarımla. ‘Aman yarabbi, neler oluyor bu çocuklara?’ şaşkınlığı içerisindeyiz.

Çocuğu yakalayıp, birkaç tokat atsam diye düşündüm. Sonra, ‘Ne olacak ki?’ dedim kendi kendime, belki de bu durum hep atılan tokatların bir sonucuydu.

Güvercin can çekişiyordu ama, insanlık can çekişiyordu.

Yenmeyen bu zavallı kuş, basit bir ‘öldürdüüm!’ hevesine kurban gitmişti.

Çocukla, çocukça konuştuk. Çocuğun anlattıklarım karşısında üzüleceğini bekliyordum. Aynı şeyleri paylaşacağımızı düşünüyordum. Bir de ne göreyim.

Çocuklardan birisi, ‘Abi biz onu tedavi ederiz, sen kafanı yorma’ diye kuşu aldı ve uzaklaştılar. Arkalarından bakıp kaldım. Ben o çocuğun nasıl bir aile ortamında büyüdüğünü çoktan düşünmeye başlamıştım bile.

Dönüp bir daha baktım, ne göreyim!

Henüz tam olarak ölmemiş bir kuşun -uçmasın diye olacak- kanatlarını, kuyruğunu ve tüylerini yoluyorlardı gülerek. Hiçbir şey olmamışçasına. Akıl erdiremiyorum.

Peşinden biraz koştum ama yetişmek ne mümkün.

Ya ben suçluydum, ya da hepimiz.

Bu çocuk biraz sonra sizin ayakkabınızı boyayacak.

Hangi duygularla ve ne düşünerek?

Ben ve çocuklarım günlerdir bu hazin manzaranın etkisinden kurtulamadık. Çocuklarımın sorularına hiçbir cevap veremedim.

Bu çocuk Müslüman bir ailenindi, peki bu davranışlar kimindi? Bu çocuklarla aynı cemiyeti paylaşıyoruz. Aynı otobüslere biniyoruz. Aynı pazarda alış-verişlerimiz oluyor. Biz olmasak da, çocuklarımızla aynı okul sıralarını paylaşıyorlar.

Sakin sakin okula gidecek çocuklar, böyle arkadaşlarla nasıl hırçın ve her şeyle kavgalı olarak eve dönmesinler. Sizin mükemmelliğiniz nereye kadar?!

Biliyorum kuşu öldüren çocuğun da; onu yetiştiremeyen ailenin de, bir şeyleri eksik. Kim bilir, çocuğun bu davranışlarını besleyen neler yaşanıyor, o ev denen viranelerde.

Bunlar bir şeylerin ‘geliyorum’ göstergesi

Gazetelerin üçüncü sayfaları çok ciddi bir sinyal gibi. Bu haberler hep olup duran haberler değil, ama bir şeylerin ‘geliyorum’ sinyalinden başka bir şey de değil.

Kanal suyuna düşmüş ve boğulmaktan zor kurtulmuş köpek eniğini, yine o ‘başkalarının çocukları’ ellerindeki sopayla vurarak, tekrar suya nasıl attıklarını, onu sızlatmaktan nasıl zevk aldıklarını ve sonra eniğin nasıl öldüğünü anlatan dostum gözyaşlarını tutamıyordu.

Mahallenin, park alanının bizim olması güzel, ancak buralarda nelerin olup bittiği de önem arz eden bir konu.

Çevre faktörünün eğitimciliği bitmiş görünüyor. Hatta bırakın eğitmeyi, artık tahrip eder boyutlara varmış. Mahalleler, caddeler, park alanlarımızda bir şeyler oluyor. İnsanların oturuşları, yürüyüşleri, konuşmaları, davranışları düşündürücü sinyaller veriyor.

Müslüman mahallesindeki salyangoz satışları ciddi boyutlara gelmiş. Kötüsü satışları yapanlar yabancı değil.

Günahlar, sadece işleyeni ilgilendirmiyor galiba. Davranışların, sözcüklerin, çevreye yaydığı kirlilik, herkesi ilgilendirir hale geliyor.

Evet, ‘Bu çocuklar bizim ama bu davranışlar kimin?’ sorusu hepimize sorulmuş bir soru.

Müslüman mahallesinden; inançsızlığı işmam eden değişik sesler yükseliyor. Ve bu sesler gün geçtikçe artıyorsa, bunu da bir umumi musibet olarak düşünmek ve tedbirlerine baş vurmak icabediyor. Umumi musibeti sadece deprem, sel felaketi olarak algılamamak; onunla birlikte çocukları, gençleri bir veba gibi saran, içki, kumar, uyuşturucu, fuhşiyat ve inancımızla bağdaşmayan davranış bozuklukları da bir umumi musibettir diyebiliriz.

Umumi bir musibetin varlığı, umumi bir duanın ihtiyacını gerekli kılıyor.

Dikkatinize…

10.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sorumluluklarımız her yerde birdir



İsveç/Stockholm’den Adil Fevzi Bilici: Daru'l harb ne demektir? Türkiye veya Almanya/İsveç daru'l harp midir? Daru'l harp olan ülke ile, olmayan ülkede mükellefiyetlerimiz farklı mı?

İslâmiyet bir yer yüzü dînidir. Hükümleri her yerde geçerlidir. İbadetleri her mekânda yapılır; haramları her ülkede haram; helâlleri her memlekette helâldir.

Dâru’l-harp ve dâru’l-İslâm tabirleri ilk defa müçtehid imamlar döneminde hukukî birer terim olarak ortaya çıkmış ve hukukî bir takım düzenlemeler için kullanılmış tabirlerden ibarettir. Dâru’l-İslâm, ahalisi Müslüman olan ve Müslümanların hâkim oldukları yerlere; dâru’l-harp de İslâm hâkimiyeti altında bulunmayan, gayr-i Müslimlerin yaşadığı bölgelere denmiştir.

Dâru’l-harp ve dâru’l-İslâm mefhumlarının, günümüz Müslümanının pratik hayatını ilgilendirir tek bir meselesi yoktur. Yani bir Müslüman’ın İslâmın emirlerini uygulama, haramlarından kaçınma ve helâllerini tercih etme konusundaki yükümlülüğü Türkiye’de ne ise ABD’de, İngiltere’de, Almanya’da, Avustralya’da ve sair gayr-i Müslim memleketlerde de odur! ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın veya Avusturya’nın dâru’l-harp oluşu; bu ülkelerde yaşayan Müslümanların “mükellefiyet hayatlarına” ne ruhsat, ne azimet, ne takva, ne haramları helâl kılıcı, ne de helâlleri haram kılıcı hiçbir pratik sonuç getirmez. Beş vakit namazdan, Cuma ve Bayram namazlarına, zekâta, oruca ve hacca kadar bütün vecibeler her memlekette, diğer sıhhat şartları oluştuğunda geçerli olduğu gibi; içkiden zinaya, domuz etinden faize, kumardan adam öldürmeye bütün haramlar da her ülkede istisnasız haramdır.

Nitekim faizi ve içkiyi haram kılan da, Cuma namazını farz kılan da Kur’ân’dır ve Kur’ân’ın nehyi ve emri mutlaktır, umumîdir, her Müslümanı, her hâli, her yeri ve her ülkeyi kapsar. Kur’ân hiçbir zümreyi bu nehyin ve emrin dışında tutmadığı gibi, dâru’l-harpte bulunan Müslümanları her hangi bir dinî nehyden veya emirden istisna tutucu sahih bir haber ve hadis de gelmemiştir. Hanefîlerden İmam-ı Ebû Yusuf da dâhil Şafi, Malikî ve Hanbelî ulemasına göre haram her yerde haramdır. Müslüman her yerde kendi dîninin îcaplarına uymak ve haramlarına ve helâllerine riâyet etmek zorundadır.

İmam-ı Azam ve onun talebesi İmam-ı Muhammed de, dâru'l harpte faize cevaz veren bir görüş bulunduğu doğrudur. Onların görüşlerinin mantığı ve sınırı şöyledir: Bir Müslüman dâru’l-harpte gayr-i Müslimden fâiz alsa; onlarda meşru olduğu ve bu durum daru'l harp olan bir ülkede Müslüman lehine bir durum doğurduğu için, bu Müslümanın günah işlediği söylenemez ve bu Müslümana bundan dolayı kendi ülkesinde cezâ verilmez.1 Fakat diğer ulema onları yalnız bırakıyor. Diğerleri aynı cevazı vermiyor.

Gayr-i Müslime içki satışını da faize benzetebiliriz. Bir kazançtır ve gayr-i Müslimlere göre meşrudur. Fakat bu sadece bir yönüdür. Diğer yönden, bir Müslüman’ın bulunduğu belde insanına –gayr-i Müslim de olsa–iyi örnek olması gerektiğini, gayr-ı Müslimi bir tüketim elemanı olarak değil, tebliğe kabiliyeti olan bir fert olarak ele aldığımızda cevazla veya ruhsatla değil, azimetle ve takva ile hareket etmemizin ve içki satışı yapmaktan kaçınmamızın daha makbule geçeceği kolaylıkla anlaşılacaktır.

Cuma ve bayram namazları, her yerde kılınabilirler ve İslâmın şeâiri olarak kılındığı her beldeyi aydınlatırlar, feyizlendirirler, nurlandırırlar, taçlandırırlar.

Ebû Hüreyre (ra) anlatır: Cuma meselesini sormak için Bahreyn’den Hz. Ömer’e (ra) mektup yazdık. O da cevaben: “Her nerede olursanız olunuz; Cuma’yı kılınız!” diye yazdı.”2

Zuhrî (ra) anlatmıştır: “Resûlullah (asm) Mus’ab bin Umeyr’i (ra) Medine’ye Kur’ân öğretmek üzere gönderdiğinde, Mus’ab (ra) onlara Cuma namazını kıldırdı. Resûlullah (asm) gelmezden önce, Medine’de ilk Cuma namazını kıldıran Mus’ab (ra) oldu.”3

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) ilk Cuma namazını, hicret esnasında, Beni Salim Yurduna geldiklerinde kıldırmıştır. Bu vesileyle bu mescide “Cuma Mescidi” denmiştir.

Anlaşılıyor ki, dâru’l-harp ve dâru’l-İslâm ayrımına girmeden; Müslümanlar imkân buldukları her yerde Cuma namazı kılmışlar; İslâmın emirlerini yaşamışlar, İslâm’ın yasaklarından kaçınmışlar ve İslâm’ı tebliğ etmişlerdir.

Dipnotlar:

1- Bedâiu’s-Sanâî, 9/4378; İbn-i Abidin, 3/249. 2- İbn-i Hacer, Metâlibü’l-Âliye, 1/162. 3- Hâşiyetü’Şelebî Alâ Tebyîni’l-Hakâik, 1/217.

10.09.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Tahkir ve tahriklere karşı itidal



Geçmişten günümüze bu ülkede öyle garip olaylar, öyle mantık dışı uygulamalar yaşandı ki düşündükçe hayıflanmamak, hayret etmemek mümkün değil.

Yakın tarihte ve halen, bu ülke insanına uygulanan akıl dışı, hukuk dışı muameleleri, reva görülen keyfî uygulamaları, görüp de şaşırmamak, yaşayıp da hayrete düşmemek mümkün değil.

Bu noktada onca kanunsuz, keyfi muamelelere maruz bırakılan bu ülke insanının kendisine revâ görülen onca hakaret ve zulümleri sineye çekerek, devletine küsmeden, her halükârda itaatkâr davranmasındaki sabrını ve olgunluğunu takdir edip, tebrik etmemek de elde değil.

Halen uygulanmakta olan hiçbir haklı yanı bulunmayan, hiçbir kanuni dayanağı olmayan keyfilikleri saymaya gerek var mı bilemiyorum.

Söz gelimi yıllardır süregelen ve gittikçe kangren haline dönüştürülen şu başörtüsü yasağının kanuni gerekçesini yapabilecek bir Allah'ın kulu var mı şu ülkede bilemiyorum. Yine ülke insanlarını başı açık, başı örtülü diye ayrıma tabi tutarak onları mensubu bulunduğu devletin herhangi bir okulunda okuyabilme haklarından alıkoymanın herhangi bir kanun maddesi var mı acaba?

“Kamusal alan” diye adlandırılan ucube uygulamanın olduğu başka bir ülke var mı bilemiyorum. Böylesi alanlara girmenin bazı kriterlere bazı ideolojilere bağlandığı ülkelerin olup olmadığını da bilmiyorum şahsen.

Yine yürürlükteki kanunlar muvacehesinde öğretime açılan ve yine aynı kanunlar doğrultusunda eğitim-öğretim işini icra eden ve bugüne kadar hiçbir gizli, kaçak bir faaliyeti ve icraatı tesbit edilemeyen İmam Hatip Lisesi mezunlarına reva görünen yasaklayıcı uygulamaların haklı ve mantıklı bir izahını yapabilecek birileri tarafından ikna edilmemi bekliyorum şahsen.

Evet bütün bu keyfi uygulamalara, bu bezdirici, bu can sıkıcı muamelelere rağmen halkımızın soğukkanlılığının itidalini bozmadan sabır göstermesi calib-i dikkattir ve her türlü takdirin üstünde bir kemalat örneğidir.

Yetkililer bu olgunluğun, bu örnek davranışın farkında mıdır değil midir bilemiyorum. Saf ve temiz halkımızın bütün kışkırtma ve tahriklere rağmen, hiçbir menfi hareketle prim vermeden itidalli davranış tarzını benimsemesi gerçekteden takdire şayan bir haldir.

Devletine ve devlet yetkililerine belki de sınırsız bir güven ve itimadın bir sonucu olarak, her emredileni yerine getirmeyi vazife bilen ve bu konuda yetkililerin her türlü istek ve arzularını yerine getirmemeyi bir saygısızlık addeden insanımızın bu şahane iyi niyet göstermesini devletlülerimiz iyi değerlendirebiliyor mu? bilemiyorum.

Büyüklerine karşı saygıda kusur etmeyi, haksızlığa ve hakarete uğrasa dahi asayişi ve emniyeti bozucu hareketlere tevessül etmekten uzak durmayı prensip edinen milletimizin bu asil ve örnek tavrını idarecilerimiz fark edebildi mi bugüne kadar bilemiyorum.

Bu işin tuhaf ve çelişkili diğer bir yönü var ki üzülüp, hayıflanmamak mümkün değil. Öyle çokçak dindar olmanın da ötesinde biraz manevî değerlere aşina olan muhafazakâr görünümlü vatandaşlara hiçbir mantığa uymayan dayaltmalarla onları sıkboğaz etmeyi adet haline getirenler, sıra manevî değerlere karşı biraz mesafeli duran sözde çağdaş, lâik görünümlü insanlara gelince sınırsız bir serbestiyet ve hoşgörü pozisyonuna hemen girmeleri gözden kaçmıyor.

Söz gelimi insanların toplu olduğu yerlerde, içki içip nara atmak, veya bayanların plaj kıyafetiyle cadde ve sokaklarda arz-ı endam etmesi ya da herkesin gözü önünde kumar oynamak gibi fiiller yürürlükteki kanunlarımızca serbest olmasa görek. Toplumun ahlâkî değerlerine açıkça tecavüz sayılan bu gibi gayr-i ahlâki fiilleri yasaklayıcı kanun maddelerinin olduğunu biliyoruz. Ama bugüne kadar bu nevi suçlarla ilgili tek bir kovuşturmanın açıldığına şahit olmadık.

Anlaşılan bütün keyfi yasaklamalar bize... ama öylede olsa bizler bir taraftan kutsi değerlerimizin gereği olan yaşantımızdaki tavizsiz tavrımızı devam ettirmeye çalışırken, diğer taraftan da emniyet ve asayişin devamı için müsbet hareket etmekteki sabır ve itidalimizi muhafaza edeceğiz inşallah.

10.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Farklı bir ses



ABD İran’ı öğreniyor, Muhammed Hatemi’yi gayri resmi olarak onun için davet ettiler. şüphesiz bu iyi bir başlangıç. Bunun devam etmesi gerekir. Düşmanlık cehaletten kaynaklanır. Taraflar birbirlerinin zenginliklerini öğrensinler ve karşılıklı olarak bundan yararlansınlar. Ancak Bush İran’ı öğrenmekte biraz geç kaldı. Keşke bunu iktidara geldiği ilk yıllarda yapmış olsaydı hem kendi ülkesi hem de bölge için; yani herkes içzin iyi olurdu. Neden itidalin sesi olan Hatemi döneminde buna gerek görmedi veya duymadı da zıt benzeri olan Ahmedinejad döneminde böyle bir ihtiyacı duydu. Herkesin kulağına küpe olsun fırsat varken fırsatları iyi değerlendirmek lazım. Ancak dengeyi kurmak savaşı ve savaşları önler. Dengeyi kurmak izçin de dengesizliği veya dengeyi iyi tanımak gerekiyor. Bush gider ayak iktidarın gereklerini öğrenmeye başladı. İyiye işaret ama dediğimiz gibi geç kalmış bir çaba. Ama yine de yararı yok değil. Bush basına yaptığı değerlendirmede İran’ı öğrenmek için zaptedilmez bir merak içinde oludğunu söylemiş. Bu meyanda Hatemi’nin vizesini bizzat kendisi imzalamış. The Wall Street Journal’a bir demeç veren Bush, “Ne söyleyecekleri konusunda ilgiliydim. İran hükümeti, nasıl düşündükleri ve hükümet içindeki insanların nasıl düşündüğü konularında daha fazla bilgi edinmeyle ilgileniyorum. İsrail devletinin varlığını kabul etmeyen, Hizbullah’a ve radikal İslami gruplara destek veren bir İran’ın nükleer silah edinmemesi gerek. Diplomasi açısından İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’dan başka sesleri de duymaya ihtiyaç var” demiş. Bush, yine de İranlıların nükleer silah üretmekten vazgeçmeye ikna olacağı konusunda umutlu olduğunu da ifade ediyor. Diplomasiyi önceliyor. Bu anlamda Bush’un İran’ı vurmakta zorlandığı ve onu büyük lokma olarak gördüğü aşikar. Bundan dolayı ale’l ercah dihplomatik bir çözüm arıyorlar. Zira ABD’nin akil adamları kabul edilen Kissinger ve Brzezinski gibiler bile dipolmatik bir çözümü yeğliyorlar. Şimdi bunun zeminini tartıyorlar. Bununla birlikte yine de İran’ı vurmanın B planı olarak masada olduğu bir gerçek. Fakat bunun için ABD’nin Ortadoğu’daki belki de dünyadaki gemilerini yakmış olması lazım. ABD Başkanının bu demeci, terör hakkındaki bir konuşmasında Tahran’daki liderleri El Kaide’ye benzetmesinden üç gün sonra vermesi ise dikkat çekiyor.

***

İran ve ABD ilişkilerinin 1979 İran Devrimi ile bozulmasının ardından, şu an ABD’de bulunan Muhammed Hatemi, bu ülkeye gelen ilk üst düzey İranlı olmuştu. Hatemi, burada yaptığı konuşmalarda iki ülkenin birbirini tehdit etmeyi bırakarak diyalog çalışması yapması gerektiğine dikkat çekmiş, nükleer çalışmalar konusunda da diplomatik bir yol izlenmesi gerektiğini; ancak nükleer faaliyetlerin durdurulmasının görüşmeler için bir önşart olmaması gerektiğini ifade etmişti. Diyalogcu uslubuyla Hatemi de Amerikalıların gönlüne girmeyi başarıyor. Resmi birk sıfatı olmasa da hem kendisi hem de Amerikalılar onun yönetimin görüşlerine tercümanlık yaptığına inanıyorlar. Sözgelimi Ahmedinejad’ın aksine Yahudi soykırımı kabul ederken bile Nejad’ı tezkiye ediyor ve onun da aslında bu düşüncede olduğunu söylüyor. Yine ABD ile ülkesinin Irak’ta müşterek çıkarları olduğunu ve bunu paylaşması gerektiğini ve aniden çekilmesinin doğrui olmayacağını söylüyor. Yine HAMAS ve Filistinliler kabul ederse kendilerinin de iki devlet seçeneğini kabul edeceklerini ( Filistin ve İsrail) buna bir engel bulunmadığını ve bugünkü İran yönetiminin de kendisinden farklı üşündüğünü sanmadığını söylüyor.

Zıt seçenekleri barındıranv e bunun üzerinden siyaset yapan İran’ın bu yolla konumunu güçlendirmeye çalıştığı bir gerçek. Hatemi döneminde yumuşak uslup kar etmeyince bu defa da Nejad’la birlikte aksi istikameti deniyorlar. Elbette bunlar çok kolay, arfine ve mekanik tercihler değil.

***

11 Eylül olaylarını kınayan Hatemi sivillere yönelik intihar eylemcilerinin e cennete edğil cehenneme gideceklerini söylemiş. İran dahil dünyada Hatemi gibi itidalin sesi olan siyasetçilerin yerine Nejad gibilerinin yükselmesinin en büyük nedeni İsrail’in yatışmaz yapısı ve neoconların Amerikan yönetimini bu istikamete sürüklemeleridir. Ama .u uslubun onları da yoketitği bariz bir şekilde görüldü.

10.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Başörtüsü ve “irtica”



Üniversiteler açılırken, başörtüsü yasağı yine gündeme geldi. Yıllardır süren yasak, bu sene üniversiteyi kazanan kızlarımızın önüne çeşitli bahanelerle eğitime engel oluyor.

Kapıların önünde kurulan ikna odaları çalıştırılmaya başladı bile. Bin bir güçlükle okuyup üniversiteyi kazanan gençler, sırf başörtülü oldukları için okulun kapısından dahi içeri sokulmuyor.

Bunun son örneğini Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisat Fakültesini kazanan Şeyma Türkan’ın başına gelenlerde gördük. Fransızlara karşı başörtüsü ve İslâmî değerleri savunmak için mücadele veren Sütçü İmam’ın ismini taşıyan bir üniversitede yaşanan olaylar, tam ibret vesikası…

Tâ Ankara’dan babası eğitimci Şemsettin Türkan’la birlikte Kahramanmaraş’a giden Şeyma, başörtüsü ile kayıt kabul edilmeyeceğini bildiği için, peruk takarak kaydını yaptırmak istedi. Ancak yasakçı zihniyet (hadi diyelim kanunsuz başörtüsü yasağını uyguluyor) perukla kayıt yapılmasına dahi izin vermedi.

Bunun üzerine Şemsettin Türkan, Rektör Prof. Dr. Nafi Beytorun’la görüşmek istedi, ama ulaşamadı. Şemsettin Bey, daha sonra Öğrenci İşleri Başkanı ile görüşmek istediğini söyledi, odasına dahi giremedi. Bu sefer “harç” için yatırdıkları 448 YTL’yi nasıl alacaklarını sormaya gittiklerinde, kendilerine bu paranın iade edilmeyeceği bildirildi. Şeyma üzüntülü bir şekilde, “Sürekli önümüz kesiliyor. Perukla dahi almıyorlar. Yaşadığımız olayı vicdanlara havale ediyorum” diyerek oradan ayrıldı.

Şemsettin Türkan konuyla ilgili görüşlerini açıklarken, “25 yıl memurluk yaptım. Devlete hizmet etmiş birisi olarak gördüğümüz bu muamele, bizi son derece üzdü. Olayı kamuoyunun vicdanına bırakıyorum” diyor.

Şeyma ve babası Şemsettin Türkan kaydını yaptıramadan, Ankara’ya dönmek zorunda kaldı. Şimdi konuyu AİHM’e taşımaya hazırlanıyorlar.

Şeyma Türkan, bu sene kanunsuz başörtüsü yasağına maruz kalacak ne ilk, ne de tek mağdur olacak. Bu işe köklü çözüm getirilmediği sürece, bu mağduriyetler, kırgınlıklar, üzüntüler sürüp gidecek…

Çünkü, yasakçılar, artık peruğa dahi tahammül göstermiyorlar…

Peki iktidara gelmeden önce “namus borcumuzdur bu yasağı kaldıracağız” diyen hükümet ne yapıyor? Hiçbir şey… Avrupa Birliği başörtüsü meselesinin çözülmesi gerektiğini söylüyor, ama hükümet bu konuyu ağzına dahi almıyor, alamıyor. Çözüm yolunda her hangi bir adım atmıyor…

* * *

Sözümüzün burasında Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in geçen günlerde İzmir’in Buca ilçesinde, Buca Müftülüğü hizmet binasının açılış töreninde yaptığı konuşmadaki, “bu ülkede irtica tehdidi de vardır” sözünü hatırlatmak istiyorum.

Bakan Şahin müftülüğün açılışında şöyle demişti: “Bölücülük tehlikesi, tehdidi vardır... Yıllardır mücadele ediyoruz. Belki içinizde yadırgayanlar olacaktır; bu ülkede irtica tehdidi de vardır. İrtica nedir? Dini anlamda söylüyorum; dinde olmadığı halde bir şeyi dindenmiş gibi ona inanmak ve onunla ilgili bir takım yanlışlıklar yapıp dine mal etmek gibi... Eğer bir ülkede muskacılar, medyumlar, falcılar, en çok para kazanan insanlar sınıfına girmişse, bu ülkede dinî irtica vardır…”

İrtica, kelime anlamı itibariyle “Gericilik, geriye dönme, her türlü yeniliğe karşı çıkarak eskiyi muhafaza etme” gibi mânâlara geliyor.

Peki burada gericilik yapan kimdir? Eskiyi muhafaza etmek isteyen kimdir? Buna bakmak lâzım değil mi?

İrticaın panzehirini de göstermiş bakan, “İrticaın panzehiri, iyi bir din eğitimidir” demiş. Çok yerinde bir tesbit… Ancak iyi bir dinî eğitim almak isteyen başörtülü bir insan, ilahiyat fakültesine dahi başörtüsü ile giremezse, bunu nasıl yapacak? İyi bir eğitim almak isteyen birisi, peruk takıp okumak istese nerede eğitim alacak? Bu sorulara da cevap verilmesi gerekmez mi?

Birde Bakan Şahin’in birkaç ay önce söylediği, “Türkiye’de türban yasağını sorun olarak görenlerin oranı yüzde 1.5’tur” dememiş miydi? Başka bir başbakan yardımcısı Abdullatif Şener, “İl ve ilçe kongrelerini geziyorum, hiç kimse bana ‘şu türban sorununu çözün’ diye bir talepte bulunmadı” dememiş miydi?

İşte size başörtüsü sorununa bir örnek…

Görünen o ki, önümüzdeki günlerde bu ve benzeri olaylar önümüze çıkacak. “Başörtüsü sorunu yok” diyenler, okulların önüne gitsinler, sıkıntıları gözleri ile görsünler. Kendileri gidemiyorsa, danışmalarını göndersinler… Göreceklerdir ki, Türkiye’de bir başörtüsü sorunu vardır. Ve bu sorunu çözmek de iktidar olarak onların görevidir. Çünkü bu mesele milletin meselesidir. Milletin meselesini çözecek ise hükümettir…

10.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004