Bir Üç Aylarda daha yarıyı geçtik. Receb ayı çoktan geride kaldı. Şaban ayının 17. günündeyiz. Ve Allah nasip ederse, iki hafta sonra bugün Ramazan’ı karşılayacağız.
Üç Ayların bir özelliği de, içinde kandil gecelerini barındırması. Bunlardan Regaib, Mi’rac ve son olarak Berat Kandillerini geride bıraktık. Önümüzde Kadir Gecesi var.
Tabiî, herkesin içinde bulunduğu hayat şartları farklı. Ama genel olarak bakıldığında, bizlerin Üç Ayları ve kandil gecelerini hayli rahat şartlarda idrak ettiğimiz bir vâkıa.
Ne var ki, bu rahatlığın sürüklediği rehavet içinde, yaşadığımız paha biçilmez değerdeki gün ve gecelerin hakkını çoğu zaman veremediğimiz de maalesef ayrı bir gerçek.
Halbuki, en yakın örnek olarak Bediüzzaman ve talebeleri, Üstadın “uhrevî ticaret mevsimi” olarak nitelediği bu gün ve geceleri alabildiğine zor ve çetin şartlar içinde hakkıyla ihya ediyorlardı.
Meselâ, 1948-49 yıllarının Üç Aylarını, kandillerini, Ramazan ve bayramlarını Afyon hapishanesinde geçirmişlerdi.
Ama şer gibi görünen hadiselerde bile kaderin hayırlarla yüklü sır ve tecellîlerini görmelerini mümkün kılan tahkikî iman şuuru orada da kendisini göstermiş; böylece hem bir medrese-i Yusufiye, hem de eski büyük zatların çilehane ve uzlethanesi anlamında bir manevî arınma mekânı olarak gördükleri hapiste bu mübarek gün ve geceleri de bihakkın ihya etmeye muvaffak olmuşlardı.
Üstadın Afyon cezaevinden talebelerine yazdığı lâtif mektuplarda bunun çok güzel, düşündürücü örneklerini görmek mümkün.
İşte onlardan, “Aziz, sıddık kardeşlerim ve bu dünyada medar-ı tesellîlerim ve hakikatın hizmetinde yorulmaz arkadaşlarım” hitabıyla başlayan bir mektup (Tarihçe, s. 513):
“Bu mübarek aylarda ve sevabı ziyade bu çilehanede mümkün olduğu kadar bir meşgale-i Kur’âniye ve nuriye ile sıkıntılı vaktiniz sarf edilse, çok faideleri var. Sıkıntı hafifleştiği gibi, kıymettar, kalp ve ruhun ferahlarına medar, sevabı yüksek bir ibadet; o nurlarla iman cihetinde iştigal hem tefekkürî bir ibadet, hem İhlâs Risalesi‘nin ahirinde yazıldığı gibi beş cihetle bir nevi ibadet sayılabilir.”
Burada atıf yapılan “beş cihet” şunlar:
1. Ehl-i dalâlete karşı manen mücahede. 2. Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım suretiyle hizmet. 3. Müslümanlara iman cihetinde hizmet. 4. Kalemle ilmi tahsil. 5. Bazan bir saati ibadet hükmüne geçen, tefekkürî olan ibadeti yapmak (Lem’alar, s. 171).
Bunlar, Kur’ân’ın bu zamana ders ve mesajını taşıyan hakikî bir tefsir niteliğindeki Risale-i Nur’u okuyup neşrederek elde edilecek manevî kazançların yalnızca bir kısmı.
Kastamonu mektuplarından birinde de eserleri “ibadet niyetiyle” okuyan talebelerinden söz ediyor Üstad. Ve anlattıklarını “önce kendisi yaşayan” bir insan olarak diyor ki:
“Ben de sıkıldıkça, yüz defa temâşâ ettiğim nur meselelerini yine zevkle tekrar mütalâaya başlıyorum...” (Tarihçe, s. 513)
Peki, gerek tekrar tekrar mütalâa, gerekse o manevî zevk açısından biz ne âlemdeyiz?
10.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|