|
|
Faruk ÇAKIR |
Benim Afrikam! |
|
Bir kıt’a ölüyor ve bizim de içinde bulunduğumuz ‘zengin dünya’ bu ölüme gözyaşları ile bile olsa eşlik etmiyor, edemiyor. Tabiî ki gerek ülkemizin ve gerekse İslâm dünyası başta olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinde açlık ve sefalet yaşanan başka yerler de vardır. Ama Afrika kadar mağdur olan bir kıt’anın olduğunu söylemek her halde mümkün değil.
Büyük çoğunluğumuzun —ben de dahil— Afrika’ya gidip orada yaşanan sıkıntıları görmediğimiz için yaşanan açlık ve sefaleti tam olarak kavramamız mümkün değildir. Çünkü ‘tok’ların ‘aç’ların halinden alması kolay olmaz. Olsa olsa, açlıkla kıvranan ve ‘Ekmek istiyoruz’ diye isyan eden halkına; “Ne münasebet, ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” diyen krallar durumuna düşeriz.
Afrika’ya gitmedik, ama Afrika’ya giden ve orada 26 yıldır gönüllü olarak ‘hizmet’ veren bir misafirimiz vardı. İHH’nın davetiyle Türkiye’ye gelen ve bu arada gazetemizi de ziyaret eden Afrika Müslüman Ajansı Başkanı Dr. AbdulRahman H.AlSumait’ın anlattıklarını dinledik. Yıllardan beri Afrika’nın aç ve susuz olduğunu duyar ve gazetelerdeki haberleri okuruz. Ancak yine de orada yaşanan sıkıntıları kavramak mümkün olmaz. Çünkü ne açız ne de susuz! Dolayısı ile Afrika’da yaşanan açlık ve susuzluğun ‘derecesi’ni tam olarak anlamamız mümkün olmuyor.
Dr. AlSumait’in anlattıklarını dinleyip, insanlığın sürüklendiği felâketler karşısında etkilenmemek mümkün değil. Afrika’ya gittiği ilk yıllarda başından geçen bir hadiseyi anlatan Dr. Sumait muayene ettiği bir hastasına “Günde düzenli olarak üç öğün yemek yemelisiniz” diye ‘reçete’ niyetine tavsiyelerde bulunmuş. Bu söz, hastaya tercüme edilince hasta hıçkırıklarla ağlamaya başlamış. Bu hal karşısında şaşıran doktorumuz, “Ben bu hastayı üzen bir söz söylemedim ki. Niçin ağladı acaba?” diye tercümanına sormuş. Hasta ağlama sebebini şöyle açıklamış: “Biz günde bir öğün yemek bile bulamıyoruz. Nereden üç öğün yemek yiyelim?”
Birbirinden ilginç notlar aktaran Dr. Sumait, “Afrika’nın ayağa kalkabilmesi için en çok ihtiyaç duyulan nedir?” sorusuna ne cevap verdi dersiniz? Belki de “para” dediği akla gelebilir. Ama hayır! Misafirimize göre Afrika’nın derdine çare olmak ‘para’ ile değil, ‘adam gibi adam’larla mümkün. Yani, dürüst, güvenilir, ‘hizmet ehli’ gönüllü insanlar! Afrika’yı bir baştan başa dolaşan ve yıllarını orada geçiren misafirimize göre, yeterli sayıda ‘hizmet ehli’ insanlar olsa açlık ve cehalete karşı ‘savaşmak’ çok daha kolay olacak.
Evet, Afrika bir yandan ‘mide’ açlığı yaşarken; öte yandan da ‘inanç’ açlığı yaşıyor. Cehaletin tarif edilmez seviyelerde olduğuna dikkat çeken misafirimiz, buna delil olacak öyle örnekler verdi ki, aktarmaktan hicap duyarız. Bir yandan ‘mide’ açlığı, öte yandan inanç açlığı Afrika’nın dört bir yanını kavuruyor. Çare olarak ‘hizmet ehli adam’lara ihtiyaç duyulduğunun beyan edilmesi de çok isabetli. Misafirimiz, Bediüzzaman’ın eserlerinden de istifade eden birisi olduğu için Afrika’da yaşanan sıkıntılara doğru teşhisleri koyabilmiş. İlk bakışta ‘açlığın’ ‘para’ ile önlenebileceği düşünülebilir. Ama en çok lâzım olanın para değil, ‘adam’ olduğunun beyan edilmesi dikkat çekici.
“Hayatını Afrika’da İslâmı anlatmaya adayan” misafirimize, “Bugün para bulunsa, Afrika nasıl ve ne zamam kurtulabilir?” sorusunu da yönelttik. Maalesef “hemen” cevabını beklerken, onun yerine itidalli bir cevap aldık: “Afrika’yı sömüren devletler önce altyapıyı yıkıp mahvetmiş. Sonra da ahlâk ve değerleri yerle bir etmiş. Kalpler boş. Bu bakımdan, çok uzun soluklu bir çalışma ile ancak bu kıta ıslah edilebilir. Belki de 200 yıl süren bir çalışma gerekir.”
İçimizi sızlatan, ancak vak’ayı tesbit eden bu cevap; Afrika kıt’asının çaresizliğini anlamamız için yeterli olsa gerek. Afrika örneğinde olduğu gibi, İslâm dünyasının asıl sıkıntısı ‘para’ değil, ‘kaht-ı rical’dir!
Diyojen bile, “Adam arıyorum, adam!” diye yollara düşmemiş miydi? O zaman ‘adam’ yetiştirmek için el ele verelim. Villalar, yazlıklar ve kışlıklar imar etmek için değil!
14.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Millî Eğitimin yeni uygulaması |
|
2006-2007 eğitim öğretim yılına 1.3 milyon yeni öğrenci katıldı. Bu yıl farklı bir uygulama yapıldı. Bizim öğrenciliğimizden kalan tabirle “mini mini birler” ilk defa bir hafta önceden okula başladılar.
Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, bu uygulamanın gerekçesini “öğrencilerin ilk gün korkusunu yenmek ve uyum sağlamak” olarak belirtiyor.
Çok yerinde ve isabetli bir karar. Sayın Bakanı tebrik ediyorum. Önceleri, yaşı gelince okula başlama zorunluluğu, ilk günkü karmaşa ile büyüklerin arasında korku, endişe ile anne ve babasını yanında görmek ısrarına dönüşüyordu. Yeni uygulama, çocuklar için oldukça rahatlatıcı bir başlangıç.
Eğitim döneminin fiilen başlamamış olmasının avantajıyla, minik yavruların bir hafta önceden okul yönetimi ve öğretmenleri tarafından fark edilmeleri, özel karşılanmaları, anne ve babanın itinayla ilk haftaya hazırlanmaları, başlı başına bir eğitim sürecidir.
Her insanın hayatında ilkler önemlidir. Önceden tanımadığı bir ortama başlama merak ve korkusu ile ilk heyecanı yenmek psikolojisi, her yaşı etkileyen bir faktördür. Özellikle minikler için bu çok daha belirgindir. İçine sinen endişe ve heyecan dalgası, pozitif ve sempatik bir ilgiyle giderilmezse, yıllar yılı eğitim hayatına olumsuz iz bırakır.
Bugüne kadar bu denli eğitim ayrıntılarının ve değişen yaklaşımların farkında olmadığımız bir gerçek. Çoklu zekâ, drama, TKY ve EFQM ile birlikte öğrenci merkezli eğitime ve memnuniyet ölçme tekniklerinden toplumun beklentilerine kadar bir çok yeni açılımlarla eğitimin yeniden yapılandığını müşahede etmekteyiz.
Çocuklarımızın ilk günü, hatta haftayı ilgi eksenli geçirmeleri, bilgi ve disiplin kalıpları içinde alacakları telkinlerden daha önemlidir. Bakanlık, bu yıl bunu iyi planlamış görünüyor. Aksamalardan sarfı nazar edersek, palyaçolarla çocukların karşılanması, drama ile görsel eğitim uygulamalarının psikolojik gerilimi azaltıcı bir şekilde sunulması ve sayın Bakanın bizzat rol alması, doğrusu beni keyiflendirdi.
Büyüklerin çocukların düzeyine inmeleri, onlar için rol almaları, onları mutlu edecek ve eğlendirecek başlangıçlar yapmaları, alışılmış teamüllerimize göre biraz hafiflik kabul edilse de, hakikat-ı halde sıkıcı ve baskıcı bir ciddiyetin de hayalleri ve düşünceleri öldürmekten başka bir işe yaramadığını biliyoruz.
Çocukların oyun oynayarak ve Milli Eğitim Bakanının elinden balon alarak eğitime kabul edilmeleri, onlara böylece “Hoşgeldin partisi” havasında neşeli başlangıçlar yaptırılması, çocuklarımız için okulu; bir oyun, dinlenme ve hayatı sevme pratiği olarak zihinlerine nakşedecektir.
Dilerim ki, sonraki zamanlarda da, özellikle bu yıl yeni başlayan 1.3 milyon yavrumuzla tamamen yeni bir eğitim zihniyeti, yeni bir bakış, taptaze bir heyecan ve diriliş hakim olsun.
Bakanlığın müfredat çalışmalarındaki iyileştirmeleri, son yıllarda yapılan okul projelerinin iç açıcı ve ferahlatıcı tasarımları ile öğrencilere bedava dağıtılan okul kitapları, takdire şayan uygulamalardır.
Demokratik bir eğitim, çoklu düşünmeye dayalı bir yaklaşım ve sentezlemeyi bilen bir beyin kurgusu ile yetişecek gençlerimizin, ezberci ve kalıplaşmış bazı düşünceleri kendi içinde eleyeceğini ümit ediyorum.
Elbette ki, her zaman eğitimle alakalı zorluklar ve kaynak yetersizliği ile ideolojik saplantıların hazımsız tepkilerinden dolayı eleştiriler olacaktır. Demokratik süreçler ve uyarıcı değeri olan pozitif görüşlerle bunlar aşılacaktır.
Meslek eğitiminde kalifiye eleman ihtiyacının AB sertifikasyonuna uygun yapılandırılması, eğitim kaynaklarının arttırılması, eğiticilerin sürekli eğitilmesi ve kendilerini yenilemeleri ile erken yaşlarda çocukların kademeli yönlendirilmeleri önemli başlıklar olarak önümüzde duruyor.
YÖK’ün “yük” olmaktan çıkacağı günler de gelecek inşaallah.
Bu vesileyle, dinamik, kavrama azmi güçlü ve heyecanı ile cesareti değişim risklerine açık sayın Bakanı yeni ve sevimli uygulamalarından dolayı kutluyoruz.
14.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
İğneyi kendimize mi? |
|
İslâm dünyası son iki yüz yıldır binbir türlü badireler içinde bir çok devletlerin ve milletlerin zulmüne maruz kalmıştır. Özellikle Devlet-i Âliye-i Osmaniyye’nin inkirazı sürecinde ve bu sürecin sonrasında imâmesinden kopmuş tesbih taneleri gibi her bir yana dağılarak zayıf ve çaresiz durumda her türlü siyasî ve sosyal etkileşime ve müdaheleye maruz kalmışlardır. Milenyum çağında da maalesef bu durum daha girift ve karmaşık bir şekilde sürüp gitmektedir.
İslâm dünyası son yüz yılda ne eğitim, ne kültür ve ne de teknoloji alanında hemen hiçbir şey yapmamış, sadece önceki yüzyıllardan tevarüs eden kültürel kimlik çatışmalarını ve meslek ihtilaflarını tavizsiz bir şekilde bu günlere taşımasını başarabilmiştir.
Herkes kendini değiştirmeden ve yanlışlarından vazgeçmeden başkalarından değişim ve taviz bekleme durumunda kalmıştır. Oysa değişim isteyenler, değişimi öncelikle kendilerine uygulamalıydılar. Ve bunu yaparken başkalarının değişimini beklemeden yapmalıydılar.
Bunun içindir ki İslâm dünyasında sürekli şikâyet ve hayıflanmalar dile getirilmekte, çözüm ve uygulama konusunda ise hiçbir hareket görülmemektedir. Değişimin kendini tekzip ve inkâr; yaklaşım ve hoşgörünün de karşıyı haklı görme olarak algılandığı ve neticede bir din değiştirme gibi addedildiği bir atmosferde İslâm cephesinde yeni bir şey yok demekten başka bir ifade tarzı da kalmamaktadır.
Problemlerin dışarıdaki kaynaklarını tanımlamanın yanında, içerdeki kaynaklarını da ele almak lâzım gelirken her nedense işin kolayına kaçmak veya uğraşacak güçten ve kapasiteden aciz oluş sebebiyle hep dış kaynaklar hedef olarak gösterilmektedir. İç meseleler üstün körü geçiştirilmektedir. Söz gelimi bu gün İsrail devletinin zulmü ve gaddarlığı konusunda hemen herkes lânet okumada müttefiktir. Hemen herkes İsrail’in bir gün bu zulmün altında kalacağı ve yerle bir olacağı inancını taşımaktadır. Yapılan her saldırı ve taarruzdan sonra Yahudi milletinin durdurulması, cezalandırılması gerektiği talepleri de ortak paydamızdır. İşin garip taraflarından birisi İsrail zulmünü durdurması için başvurulan kuvvetlerin ve devletlerin İslâm dünyası dışındaki güç ve kuvvetler olması, diğeri ise gayrı müslim konumundaki bu kuvvetlerden İslâmî hassasiyetle dolu bir adalet anlayışının talep edilmesidir. Kendi inanç ve kimliğimizle, kendi dindaş, kardeş veya vatandaşımıza göstermediğimiz ince adalet anlayışını başkalarından beklememiz ve onca çaresizlik içinde yüzmemize rağmen “Durdurulsun, adalet sağlansın, cezalandırılsın!” şeklinde sağdan soldan birilerinin müdahele isteğimizi tekrarlayıp durmamızdır.
Müslümanların İsrail zulmüne karşılık adalet beklentileri hep neticesiz kalırken bunun iç plandaki sorgulaması de hep akim kalmaktadır. Başka bir deyişle Müslümanlar kendi aralarında bir Hz. Ömer (r.a) adaletinin ne kadarını gerçekleştirebilmişlerdir? Bir Müslüman, diğer bir Müslümana ne kadar şefkatli ve hoşgörülü davranabilmiştir? Ya da İslâm dünyasında Müslüman devletlerin, grupların, cemaatlerin ve fertlerin birbirlerine yaptıkları zulüm, haksızlık, kayırmacılık İsrail zulmünden ne kadar farklıdır ve ne kadar haklı gerekçelerle doludur? Son 20 yılda siyasal ve mezhepçilik eksenli iç çatışmalarda ve cepheleşmelerde İslâmın adalet anlayışıyla nerede ve ne zaman muamele ettiğimizi tam olarak hatırlayanımız var mıdır acaba?
Kendimize iğneyi unutup başkalarına çuvaldız batırmak nereye kadar sürecektir?
14.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Bitmeyen senfoni |
|
Önceki günkü gazetemizde yer alan bir manşet, aslında Türkiye’de hep yaşanan olayların tekrarı gibi.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Yavuz Önen’in, “12 Eylül hâlâ devam ediyor” başlığı önemsenmeli.
Günümüzde irtica haberlerine baktığınızda gerçekten de 12 Eylül ve özellikle 28 Şubat kurgularının bir benzerini bu günlerde görmek mümkün. İsmailağa Camiinde meydana gelen kanlı provokasyonun ardından, medyanın “İrtica geliyor” kampanyası bunun en canlı örneği...
Siyaset ve akademi çevresi, cami cinayetinin diğer cinayetlerle benzeşmesinde bir paralellik kuruyor.
Özellikle eski MİT’çi Mahir Kaynak, İsmailağa cinayetinde medyanın terör olaylarını büyüterek vermesini “özel bir politika” olarak gördüğünü söylemesi ve Emniyet İstihbarat Dairesi eski başkanı Bülent Orakoğlu’nun da geçmişteki komünizm tehlikesi yerine, bu tür vak’alarla Müslümanların konulmak istendiğine dikkat çekiyor. (Basın)
Mütedeyyin insanlara düşen en önemli görev: olayları iyi okuyup, provokasyonlara âlet olmamak.
24 SAAT
Haberi Akşam gazetesi vermiş ve şu başlığı atmış:
“24 saat dizisi gerçek mi oluyor?” diyor.
Haber şu:
Suriye’nin başkenti Şam’a düzenlenen saldırıda bir Çinli öldürülüyor.
Dizide geçen bölümde şu:
ABD’nin Los Angeles kentinde, Amerikan ordusundan çaldığı nükleer başlıklı bir füzeyi patlatmaya çalışan Ortadoğu kökenli teröriste Çinli bir kişi, teknolojik yardımda bulunuyordu. Aktör Kiefer Sutherland tarafından canlandırılan ajan Jack Bauer’in bağlı olduğu CTU adlı anti-terör birimi tarafından kimliği belirlenen Çinli, yakalanmamak için Çin Konsolosluğuna sığınıyor, Çinli yetkililer adamı Amerikan tarafına teslim etmeyince, ajan Bauer kendi inisiyatifiyle konsolosluk binasına bir baskın düzenliyor... Baskın sırasında Çin Konsolosu bir kaza kurşununa kurban gidiyor... Pekin yönetimi olayın arkasındaki kişinin kendilerine teslim edilmesi için ABD Başkanına bir nota veriyor... Olayın uluslararası bir krize dönüşmesini istemeyen Beyaz Saray, baskını düzenleyen ajan Bauer’in öldürülmesi için talimat verirken, Bauer’in yakın arkadaşı olan eski Başkan David Palmer’ın çabalarıyla Bauer, kâğıt üzerinde öldürülmüş gibi gösteriliyor... (CNBC-e)
Bazan insan bu olayları izlerken, “dizi” mi daha gerçek, yoksa “gerçek” mi dizi gibi, diyesi geliyor.
“TAŞIYAN” ŞÖHRETİ TAŞIYAMIYOR
Ankara’da yapılan bir operasyonda uyuşturucu temin ettiği iddiasıyla yakalanan şarkıcı Hakan Taşıyan, uyuşturucu kullandığını kabul ettiğini açıklamış.
Taşıyan daha önce, alkollü bir TV programına çıkmış, karizmayı çizdirmişti.
Şimdi de “uyuşturucu” müptelası illetiyle başı dertte.
Taşıyan, belli ki, genç yaşta gelen “şöhret”i taşıyamıyor. Allah yardımcısı olsun.
14.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İmân enerjisinin ortaya çıkışı |
|
Rûhumuzu besleyen, yöneten, yönlendiren, güçlendiren inançlarımız ve imânımızdır. Zira, insan çift kanatlıdır: Beden ve ruh, madde ve mânâ. Bedenimizin biyo-fizik ve biyo-kimyası, hormonlarla, hormonlar da kesinlikle rûhî davranışlarımızla ilgilidir, hatta güzelliğimizden adale gücümüze, zekâmızdan beden sağlığımıza kadar bütün kabiliyetlerimizin kompüter kontrolü, rûhî yapımızdan geçmektedir.
Meselâ, önce bakmak “isteriz”; sonra başımızı ve gözlerimizi “istediğimiz” tarafa çeviririz. Evvelâ kalkmayı “arzularız”; sonra harekete geçeriz. “İstemek, arzulamak” rûhtur, mânâdır; “bakmak için gözleri çevirmek, gitmek için ayağa kalkmak ve ayakları hareket ettirmek” maddedir. Önce isteriz, sonra gerçekleştiririz. Gören ruhumuzdur. Göz ise penceredir. Tatları da alan rûhumuzdur. Ama o işi dil ile yapar.
Bilindiği gibi, içinde elektron, nötron, proton ve sair yüzlerce unsur olan hücre, sıkılma-kasılma ve gevşeme ile çalışır. Böylece kinetik bir enerji ortaya çıkar. Herbiri bir enerji boyutu olan sevgimiz, ibadetimiz, duamız, ihlasımız ve sair bütün olumlu duygu ve hasletlerimizle hücrelerimize de olumlu sinyaller, mesajlar göndeririz. Böylece hücre yenilenir, canlanır. Bunlar, ferden ferda ifa edildiğinde mânevî âlemde birleşirler.
Potansiyel yetenek olarak bizde bulunan bu duygu ve enerji boyutlarının kapasitelerini bilgimiz, düşüncemiz, inancımız, imânımız, ihlâs derecemiz ve sâir duyguları kullanma nisbetinde olumlu veya olumsuz yönde artırabilir, yükseltebilir, geliştirebilir ve yönlendirebiliriz. (Semiyon-Velantino Kirlian isimli Rus bilim çifti, “kirlian” fotoğrafı ile canlılardan yayılan enerjiyi tesbit etmişlerdir.)1
Araştırmalar, beynin ürettiği düşünce enerji boyutunun, elektrik akımlarına benzer tesirler meydana getirdiği, bunların da canlı organizmalarda olumlu veya olumsuz değişikliklere sebebiyet verdiğini göstermiştir. Elektrik, elektro-manyetik veya biyo-manyetik enerji türlerinin tümü, başta hücrelerimize etki ederek onları reaksiyona uğratır.
Ancak, yüksek bir imân, manyetik etkilerin dışında kalabilir. İmân enerjisi ne kadar güçlü ise, dışarıdan gelebilecek elektro-manyetik etkileri o oranda etkilerler. İmânın bir anlamı, daha doğrusu bir işlevi de, tüm enerji boyutlarını şuûrlu olarak kullanmak ve yönlendirmektir. Evet, tahkikî, yüksek imân bir savunma, enerji kalkanı oluşturmaktadır. İmânın koruma kalkanı ise, elektriği geçirmeyen maddeler gibi, beynimizi, düşüncelerimizi sarar ve korur.
İmân gücü nisbetinde yaptığımız tefekkür ve duâlarla ürettiğimiz enerji ile kendimizi tedâvi de edebiliriz. İmân gücüyle moralimizi yüksek tutarak hastalıklara karşı direncimizi artırırız. Duygularımıza, gönlümüze gönderdiğimiz imân enerjisiyle psiko-biyo-fizyolojik yapımızı olumlu etkileyerek, organlarımızın işleyişini düzenleyerek mikropları yeneriz.
Dipnotlar:
1- Martel D.6-Je Suis Energie (Çev. Arion Yay., İst.), s. 38.
14.09.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Resmî karartma, fahrî aydınlatma |
|
Yalan ve karartma eksenli resmî tarih tezi, her geçen gün biraz daha güven kaybına uğruyor.
Zira, fahrî aydınlatma çabalarında ciddî bir gelişme var.
Aydınlatma ziyadeleştikçe, karanlık, haliyle izale olup gidiyor.
İşte, yakın tarihimize projektör tutan çalışmalardan biri: Kâzım Karabekir Paşaya ait "İstiklâl Harbimizin Esasları" isimli kitap serisi.
Vaktiyle yayınlanması yasaklanan, hatta siyasî baskılar sonucu 1933'te yakılan bu dokümanter kitaplar, ilk kez 1951'de yayınlanabildi. Şimdi ise, iki büyük yayın kuruluşu tarafından istifadeye sunulmuş durumda: Emre Yayınları ve Yapı Kredi Yayınları.
Kâzım Karabekir'in kaleminden çıkan onlarca kitabın piyasaya sürülmesinden sonra, bilhassa yeni nesillerin yakın tarihimize bakışında büyük değişiklikler olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Çünkü, bu eserler, resmî tarih tezinin en koyu karartma çabalarını dahi boşa çıkartacak kadar sağlam ve inandırıcı delillere, dayanaklara sahip.
Burada üzülecek tek nokta, bu değerli eserlerin çok geç, yani 70–80 yıllık rötarla ancak basılabiliyor olması.
* * *
Aynı konuyu dünkü yazısında işleyen Sabah yazarı Emre Aköz, resmî tarihin uydurma ve gerçekleri çarpıtma çabaları hakkında şu değerlendirmeyi yapıyor:
"Resmî tarih ve resmî ideoloji, sık sık 'aydınlanmadan' söz eder; ama kendisi esaslı bir karartıcıdır. Örneğin, 1924'te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası... Bu parti hakkında sana bana ne öğretildi? 'Efendim, şeriatçılara prim verdiği için kapatıldı.'
"Tamamen uydurma bir gerekçedir bu... İşin esası şudur: Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak üçlüsüne muhalefet eden Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gibi Millî Mücadeleci paşaların kurduğu bir partidir. Gerici–merici olduğundan değil, sadece muhalefet ettiğinden (ki o da gayet cılız bir muhalefetti) kapatılmıştır.
"Resmî ideoloji, tarihimizi fena halde çarpıtmış; kimi kişi ve olayları abartmış, buna karşılık kimi kişi ve olayları küçümsemiş, hatta yok saymıştır."
Aköz'ün değerlendirmesine aynen katılıyoruz. Bununla beraber, yakın tarihimiz üzerindeki yalanlı dolanlı sis perdesinin yavaş yavaş dağılmaya başladığını memnuniyetle müşahade ettiğimizi, burada bir kez daha belirtmek istiyoruz.
İpucu
İpin ucu kimin elinde?
Hiç de yabancı gelmeyen bir vahşî senaryo, ülke genelinde yeniden sahnelenmek isteniyor.
Yara kaşıyıcıları, hassasiyet kışkırtıcıları yine iş başında. İşte bakın, görün yaptıklarını:
ª İstanbul İsmailağa'daki çifte infazla "dinci" kışkırtması.
ª Söğüt'teki sustalı–muştalı provokasyonla "Türkçü" kışkırtması.
ª Diyarbakır'daki bombalı provokasyonla da "Kürtçü" kışkırtması.
Parçaları birleştirince, üçgen tamamlanıyor.
Sormadan edemiyoruz: Bu "şeytan üçgeni"ni çizen uğursuz elin sahibi kim?
Günün Tarihi
Yeşilaycı Anadolu Hükûmeti
14 Eylül 1920: Men'–i Müskirat (sarhoşluk veren içeceklerin yasaklanması) Kànunu Mecliste kabul edildi.
* * *
Yeşilay'ın kurulduğu tarihte (5 Mart 1920) İstanbul'da bulunan Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, bu hayırlı kuruluşa büyük destek verir.
16 Mart'taki kanlı işgalin ardından Ankara'ya gider ve burada yeni teşkil olunan Mecliste de bu desteğini aynen sürdürür.
Nitekim, gider gitmez içki ve işret gibi haramların ülke genelinde yasaklanması yönünde bir kànun teklifi hazırlar ve bu teklifini Meclis'in müzakeresine sunar.
Bu kànun (Men'–i Müskirat Kànunu), yapılan uzun görüşmelerden sonra, 14 Eylül 1920 tarihinde kabul edilir. Bilâhare 22 no’lu kànun maddesi olarak uygulamaya sokulur.
İstanbul hükümetinin etkisiz kaldığı böylesine mühim bir konuda, Ankara'da henüz teşkil olunan Anadolu hükûmetinin (I. Meclis) müsbet tesiri pek büyük olur.
Bu da gösteriyrodu ki, millî iradenin temsil yeri artık İstanbul değil, Anadolu'dur.
* * *
Aynı tarihlerde telif edilen Tulûât isimli eserinde, Üstad Bediüzzaman bu kànun çerçevesinde gelişen hadiselerden şöyle bahseder: "Câ–yı dikkattir ki: Merkez–i Hilâfet ulemâsı ve Dârül–Hikmeti ve Zabıta–i Ahlâkıye ile, fuhş, işret, kumar gibi kebâiri izâle değil, tevkif edemediler. Anadolu Hükümetinin bir emri ile, bütün işret, kumar gibi kebâirler men' edildi." (İçtimaî Reçeteler, s. 193.)
Dindar ve demokrat bir şahsiyet olan Ali Şükrü Bey, 1923 yılı başlarında, bir sûikast neticesi Çankaya muhafız komutanı Topal Osman'a öldürtüldü.
Bir sene sonra da, yani 9 Nisan 1924 tarihinde içki yasağı yürürlükten kaldırıldı.
İçki tüketimi, o tarihten itibaren serbest bırakılmanın da ötesinde, içilmesi adeta teşvik edildi.
O günden bugüne hasıl olan maddî ve mânevî zararın hesabını yapabilmek dahi kàbil değil.
14.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tebbet Sûresi üzerine (3) |
|
İstanbul’dan okuyucumuz: “Tebbet Sûresinin iniş sebebini, açıklamasını ve tefsirini yapar mısınız?”
“Ey Resûlüm! En yakın akrabalarını uyar”1 âyetinin hükmü gereği Peygamber Efendimiz’in (asm) yakın akrabalara ziyafet üstüne ziyafet tertipleyerek onları imana davet ettiğini dün yazmıştık. Bu ilk çağrıya karşılık yakın akrabalardan bir tek Hazret-i Ali’nin (ra) Peygamber Efendimiz’e (asm) açıkça iman ettiğini ve ona yardımcı olacağını açıkladığını, onun dışında şimdilik iman ettiğini açıklayabilen çıkmadığını da dünkü yazımızda beyan etmiştik. Fakat yakın akrabalardan Peygamber Efendimiz’e (asm) düşman da çıkmamıştı. Ebu Leheb’den başka.
Ebu Leheb ise, yakın akrabaların İslâmiyet’e davet edildiği bu dönemde sevgili yeğeni Peygamber Efendimiz’e (asm) düşman olup çıkmıştı.
Cenab-ı Allah, bu defa “Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir!”2 âyetini gönderdi. Bu âyet, İslâmiyet’in artık bütün insanlığın önüne—tâbir câizse—görücüye çıktığının bildirgesiydi. Bu âyetle İslâmiyet çağrısını evrenselleştirmişti. Çağrısına herkesi muhatap kabul etmişti.
Bu âyet indikten sonra Peygamber Efendimiz (asm) artık yerinde duramaz oldu. Derhal harekete geçti ve Safa tepesine çıktı. Mekkelilere seslendi:
“Ey Kureyş topluluğu! Burada toplanınız! Size önemli bir haberim var!”
Bu çağrı sesi Mekkelileri şaşkına çevirdi. Seslenen, ‘Muhammedü’l-Emîn’ dedikleri zattı. Güvenilen bir ses. Hiç gecikmeden Mekkeliler Safa tepesi eteklerinde toplandılar. Peygamber Efendimiz (asm) derhal söze girdi:
“Ey Kureyş topluluğu! Benimle sizin benzeriniz, düşmanı görünce koşarak ailesine haber veren adamla ailesinin benzeri gibidir. Ben size, bu dağın arkasında düşman askeri var, sabaha kadar üzerinize hücum edecekler desem, bana inanır mısınız?”
Mekkeliler hep bir ağızdan:
“Evet! Senin doğruluğunu tasdik ederiz. Senden doğru sözden başka bir şey işitmedik” diye seslendiler.
Sevgili Resûl (asm) sözlerine devam etti:
“Ey Galip oğulları! Ey Lüey oğulları! Ey Kilab oğulları! Ey Kusay oğulları! Ben size önünüzdeki Cehennem gibi bir büyük azabın habercisiyim. Sizi ‘Lâ ilâhe illallah Muhammede’r-Resûlullah’ demeye davet ediyorum. Eğer dediğimi kabul ederseniz, Cennete gideceğinizi taahhüt eder, buna kefil olurum. Aksi takdirde siz Lâ ilâhe illallah demedikçe size ne dünyada, ne ahirette bir yarar sağlayamam.”3
Ebu Leheb de orada, Mekkelilerin içindeydi. Peygamber Efendimiz’in (asm) bu genel çağrısı karşısında Ebu Leheb çılgına döndü. Peygamber Efendimiz (asm) “Ey Galip oğulları!” diye seslenince, Ebu Leheb “İşte Galip oğulları geldi; yanında ne var?” diye bağırdı. Peygamber Efendimiz (asm) “Ey Lüey oğulları!” diye seslenince, Ebu Leheb “İşte Lüey oğulları geldi; yanında ne var?” diye alay etti. Peygamber Efendimiz (asm) “Ey Kilab oğulları!” diye seslenince, Ebu Leheb “İşte Kilab oğulları geldi; yanında ne var?” diye alayını sürdürdü. Peygamber Efendimiz (asm) “Ey Kusay oğulları!” diye seslenince, Ebu Leheb “İşte Kusay oğulları geldi; yanında ne var?” diye bağırdı. Peygamber Efendimiz’in (asm) davetini açıklamasının ardından alayla yetinmedi; yerden bir taş aldı ve sevgili yeğenine doğru fırlattı. Fırlatırken de hiç durmadan:
“Tebben lek! (Elleri kuruyasıca!) Bizi bunun için mi çağırdın?” diye bedduâ ederek bağırdı.
Peygamber Efendimiz (asm) amcası Ebu Leheb’e tek söz söylemedi. Mekkelilerden o gün başka bir aykırı ses de çıkmadı. Ebu Leheb’in bu taşlamasının ardından Mekkeliler fısıltı halinde konuşarak ayrıldılar.
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Şuara Sûresi: 214
2- El-Hicr Sûresi: 94
3- İbn-i Sa’d, Tabakat, 1/200
14.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Berat edenler |
|
Hayat kukuk ile hayat bulur.
İnsan zalimdir,
İnsan gafildir,
İnsan zayıftır,
İnsan cahildir.
Ve insan her zaman günaha ve suça meyillidir.
Dünyada işlediğimiz suçlardan dolayı kanunlar özür ve duâ kabul etmez.
Ama bazen af çıkar, cezaevleri boşalır.
O başka.
Geçtiğimizi hafta Berat kandilini ihyâ ettik.
Bu bir fırsattı.
Allah Rahîm’dir,
Allah Settar’dır.
Yani yaptığımız hataları yüzümüze vurmaz.
Mü’min bazı günahlarını dünyada çeker. Tâ ki ahiretine ceza birşey kalmaz.
Ama büyük günahları işleyen kâfirlerin cezaları ahirete bırakılır.
Çünkü dünyada bile büyük suçlar, büyük mahkemelerde görülür.
Allah kullarını sever.
Allah kullarına fırsatlar verir.
Allah kullarına zaman tanır.
Allah bazı gün ve ayları, af ve mağfiret olarak verir.
Ama insan yine unutup, yine günahlara dalar.
Bir sevap işlediğimiz zaman en az on sevap olarak yazar.
Bir kusurumuzu “bir” olarak yazar.
Bazen yetmiş olur.
Bazen yedi bin.
Bazen yetmiş bin.
Bazen binler olur.
Kadir gecesinde bu bin ay kadar değer kazanır.
Ve bizler yine kulağımızın üzerine yatar, ahiret hayatımızı sorumluluklarımızı unuturuz.
Allah nida eder: “İsteyin vereyim”
“Hasta iseniz şifa ihsan edeyim. Yok mu, yok mu?”
Ve insan... Yine insandır... Unutur, unutturur.
Gaflete dalar. Ve bu asrın bir özelliği de, bunu bilerek ve severek yapar.
Koşar, koşturur ve sonunda herşey biter.
Kendi ölümü bir mânâda kıyametin kopması demektir ve dünya döner.
Bizler ise dünya işleri içinde boğulurken Allah tekrar fırsat verir.
O dilerse affeder, yeter ki biz isteyelim.
14.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
SSCB- ABD |
|
11 Eylül yeni bir yüzyılın miladı ise bu yüzyıl ABD aleyhine işliyor demektir. Dolayısıyla neoconlar maksatlarının aksiyle tokat yediler. Tuzak kurdular ve kazdıkları kuyuya veya tuzağa kendileri düştüler. 11 Eylül’le birlikte yeni bir süreç başlamış oldu. Bu süreç içinde ABD dünyanın ‘yenilmez ve karşı konulmaz’ tek gücü olarak hükümranlığını ilân etti ve bu anlamda önce Afganistan ve ardından Irak’a saldırdı. Ve herkesin de ittifakıyla bataklığa saplanmış oldu.
Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliğinin çöktüğü nokta olan Afganistan şimdi aynı işlevi ABD için görüyor. Tek farkla ki SSCB’nin karşısında Mücahidler vardı. Bu kez ise ABD’nin karşısında Taliban var. Yeni tabloda SSCB’nin yerini ABD, Mücahidlerin yerini de Taliban almış bulunuyor. 11 Eylül komplosu İslâm âlemine karşı yapıldı, ama tuzak tersine döndüğü için bu süreçten en kazançlı çıkacak olan yine İslâm dünyası olacaktır. Soğuk Savaş dönemindeki Amerikan vesayeti böylelikle üzerinden kalkacaktır. Ve bunun emareleri Afganistan ufuklarında tulu etmeye başlamıştır. Failler kim veya arkasında kimler olursa olsun hiç fark etmiyor. 11 Eylül ve Ground Zero gerçekten de ABD’nin çöküşe geçtiği an oldu. Daha sonra ABD şok ve diz çöktürme operasyonlarıyla karşı hamle yapsa ve toparlanmaya geçse de ricat süreci işlemeye başlamıştır. 11 Eylül bu itibarla ABD için geri sayım tarihi ve anı olurken İslâm âlemi için ise hamle ve itila döneminin başlangıcı olacaktır. Elbette bu kolay bir süreç olmayacaktır. Hatta çok sancılı bir süreç olacaktır. Ama bir defa bu yönde düğmeye basıldı ve taşlar yerinden oynadı ve zemin hareketlendi. Artık bu sürecin geri dönüşü yok. Kaseti geri sardırmak mümkün değil.
***
Bu yönüyle 11 Eylül’ü tahlil edenler çok. Bunlardan birisi de 11 Eylül’ü tarihin en büyük yalanı, aldatmacası ve kandırmacası olarak ilân eden Fransız Yazar Terry Mysen. Korkunç Hile veya Aldatmaca kitabının yazarı olan Terry Mysen 5 yıllık süre içinde gelişmelerin kendisini tekzip etmek bir yana teyid ettiğini ve sonuçtan memnun olduğunu söylüyor. Başta ortaya attığı aykırı iddiayla dışlandığını ve tecrid edildiğini, ama şimdi kendisini destekleyenlerin sayısının çığ gibi arttığını söylüyor. Dolayısıyla, 11 Eylül düzeni yalan ve kandırmaca bir nazariye üzerine kurulu. 11 Eylül’le birlikte neoon ekibin seferber edebilmek için bir şok dalgası meydana getirdiklerini ve bu toz duman içinde de kendi planlarını uygulamaya koyulduklarını ifade ediyor. Bu sürecin hemen akabinde ABD askerî-sınaî kompleksinin kârâ geçtiğini ve kasalarını doldurmaya başladığını söylüyor. Ve 11 Eylül sürecinin devamında bütün stratejik hedeflere ulaşıldı. Taliban’la petrol için temasa geçmişler, ama makbul olmayan dinî görüntüsü yüzünden onunla temastan ve işbirliğinden kaçınmışlardı. Taliban’ı yoklamışlar ve sınamışlar ve sonunda işbirliği yapılamayacağına karar vermişlerdi. Hareketin içine de Abdülhak ve Karzai gibi bazılarını ekmişlerdi. Onlar süreçte Taliban’dan kopmuşlardı. Ve 11 Eylül’le birlikte Kaide iddiaları üzerinden onu devredışı bıraktılar. Akabinde Irak üzerinde kontrolü sağladılar. Zaten daha önce Saddam’ın ‘kasıtsız ve dolaylı yardımlarıyla’ Körfez üzerine kurulmuşlardı. Ve 11 Eylül sonrasında BM üzerindeki etkinliklerini de arttırdılar. Karanlıklar Prensi Richard Perle BM’nin lağvını ve ABD’nin bu kurumdan çekilmesini savunuyordu, ama süreçte tersinden onu da büyük çapta hegemonyaları altına aldılar.
***
İlk planda hepsi oldu, ama baltayı taşa vurduklarını belki geç fark ettiler. Fark ettiklerinde ise zaten batağa batmış durumdaydılar. Yapacak bir şey yoktu. Zevahiri kurtarmak için bazen beylik laflar ediyorlar. Terry Mysen bu hususta şunları söylüyor: “Bush kalan iki yılı zarfında bozduklarını tamir edemez ve ABD’yi düştüğü bu çukurdan kurtaramaz. Böyle bir ihtimal yok. Aksine, ABD bütün yatırımlarını harp sanayi ve istihbarat üzerine yapıyor. 2000’lerde ABD’nin durumu 1980’lerdeki SSCB’nin durumuna benzemiştir (Ayrıca SSCB’yi petrolün ucuzluğu ABD’yi de pahalılığı vuruyor). Ekonomi çöküyor, zira barış ve yapılanma ekonomisi değil, aksine savaş ve tahrip ekonomisi ve bu yönüyle spekülasyonlara açık ve çok kırılgan bir yapıda...”
AB’nin askerî gücü ABD’nin gücü karşısında üçte bir nispetinde olsa bile ABD’nin zaafiyeti gücünde yatıyor. 11 Eylül uzmanı El Ahram gazetesine verdiği demeçte Kaide’nin ve kağıttan bir kaplan olduğunu ve Kaide mensubu olduğu söylenen 19 sessiz adamın da hikâye olduğunu ifade ediyor. Buna rağmen ABD İran’a saldırabilir mi, Terry Mysen bu hususta şunları söylüyor: “Mantık bu kadar hezimetten sonra başka bir savaşa girmemelerini iktiza ediyor. Ama Amerikan idaresi kararlarında akıl ve mantığa çok az yer veriyor....”
Tarihte bazı anlar vardır kendisinden sonra bütün geleceği etkiler. 11 Eylül de böyledir. Hazreti Osman’ın şehadeti nasıl bir fitnetü’l kübra yani büyük fitne ise ve olmuşsa 11 Eylül de büyük kandırmaca ve aldatmaca olmuştur. Ama Ground Zero’ da yani sıfır noktasında kurulan tuzak tersine dönmüş ve tarihin akışı tersi bir istikamete kaymıştır.
14.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Fitnelere karşı |
|
Bediüzzaman, Denizli hapsinde talebelerine yazdığı mektuplardan birinde, tarikat ehline ve bilhassa Nakşilere yönelik hücumlarda kullanılan yöntemleri şöyle sıralıyor:
* Ürkütmek ve korkutmak.
* O mesleğin su-i istimalâtını (istismar edilip kötüye kullanıldığını) göstermek.
* O mesleğin erkânlarının (önde gelenlerinin) ve mensuplarının kusurlarını teşhir.
* Materyalist felsefenin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve lezzetli zehirleriyle ifsad.
* Aralarındaki tesanüdü kırmak.
* Üstadlarını ihanetlerle çürütmek.
* Mesleklerini fen ve felsefenin bazı düsturlarıyla gözden düşürmek. (Tarihçe, 373-4)
Bu mektubun yazıldığı dönemde söz konusu yöntemler maalesef büyük ölçüde başarılı olmuş ve tarikat ehli bu mücadelede tâkatten düşmüştü.
Son dönemde İsmail Ağa cemaatini hedef alan saldırılarda da aynı yöntemlerin iç içe geçmiş olarak yoğun şekilde kullanıldığı görülüyor.
Bu çok tehlikeli ve dehşetli taarruzun geri püskürtülüp başarısızlığa mahkûm edilmesi için ise son derece dikkatli ve müteyakkız bir şekilde davranılması gerekiyor.
3 Eylül’de Bayram Ali Hocanın şehadetiyle sonuçlanan menfur suikastı takip eden süreçte ortaya konulan sabırlı, olgun, vakur ve müsbet tavır, ilk tahrik dalgasını boşa çıkarması cihetiyle ümit ve memnuniyet vericiydi.
Ancak bu sabrı zorlayan tahrikler, Bediüzzaman’ın mektubunda sıralanan yöntemler çerçevesinde tırmandırılarak devam ediyor.
Dolayısıyla imtihan daha da zorlaşıyor.
Bu bakımdan, cemaatin tahrik ve tahrip amaçlı her bir saldırı taktiğini tek tek boşa çıkaracak bir ferasetle hareket etmesi lâzım.
Bu çerçevede, kendi içindeki tesanüdü kırmayı amaçlayan tertipleri daha fazla kenetlenerek; üstadını ve şeyhini ihanetlerle çürütme ve önde gelenler başta olmak üzere bazı cemaat mensuplarının kusurlarını ve su-i istimallerini teşhir taktiklerini ise hem yine dayanışmayı kuvvetlendirmek, hem de şahıslara değil, hakikatlere bağlı olduklarını vurgulayıp “Zaman cemaat zamanıdır” düsturuna sarılmak suretiyle bertaraf edebilir.
Ürkütme ve korkutma taktiğini boşa çıkarmanın yolu da tesanüdü muhkemleştirmek.
“Cazibedar sefahet ve lezzetli zehirle ifsad” taktiği hayli zamandır uygulanan ve maalesef büyük ölçüde etkili de olan bir yöntem.
Ama özellikle İsmail Ağa cemaatinin şeair noktasındaki hassasiyeti, inşaallah bu tuzağı o camia için büyük ölçüde akamete uğratır.
Fen ve felsefenin düsturlarıyla mesleği gözden düşürme taktiği de son derece tehlikeli.
Ve gerek bunu, gerekse diğer fitneleri boşa çıkarma noktasında, özellikle Risale-i Nur’da yer alan izah, ispat ve irşadların çok büyük yardım ve desteği olacağı muhakkak.
Son dönemde cemaat mensupları, bilhassa hanımları arasında Risale-i Nur’a ilginin arttığına dair duyumlar memnuniyet verici.
Esasen Risale-i Nur bir Kur’ân tefsiri olarak umumun malı ve herkesin istifadesine açık.
Olaylar da dar görüşlerle hareket lüksümüzün olmadığını hepimize hatırlattığına göre...
14.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Sun’i sancı |
|
“MHP Genel Merkezinde bir hafta önce toplantı yaptılar…”
Bu sözler Başbakan Erdoğan’a ait.
Erdoğan, Söğüt olaylarından sorumlu tuttuğu MHP yöneticilerinin bir hafta önceden plânlama yaptıklarını imâ ediyor.
“Emine Erdoğan Başbakana işaret etti. Ali Erdoğan da emniyete talimat verip, biber gazı sıktırdı…” Bu savunma da MHP yöneticilerine ait.
“Bilecik Valisi, ‘Devlet Bahçeli ve Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte yürür müsünüz?’ dedi. Bence uygun dedim. Bahçeli kabul etmemiş…”
“Devlet Bey’in içinde bulunduğu araç tam 5 kez durduruldu. Devlet Başkan sonunda ‘terbiyesizlik yapıyorsunuz’ diye tepki gösterdi”
Karşılıklı suçlamalar böyle uzayıp gidiyor.
* * *
AKP ile MHP, Söğüt şenliklerinde çıkan olaylar nedeniyle birbirini suçlarken, o topraklardan çıkan imparatorluğun son halkalarından Sultan Abdulhamit Han bir hadise karşısında, “Benim atalarım da sizin gibi düşünseydi, bir imparatorluk kuramazlar. Biz Konya ovasında koyun otlatmaya devam ederdik” diye kükremişti.
Sun’î sancı gibi. Seçim takvimi yaklaştıkça, gerilimi tırmandırmak için bünyeye sun’î sancılar verilmesinden başka bir olay değil. Zoraki tırmandırılan bir gerilim söz konusu.
Bilecik Emniyet Müdürü Şuayip Doğanç’ın, MHP’li Meclis Başkanı Ömer İzgi’nin döneminde Meclis Koruma Müdürü olması, olayın bir tertip olduğu kanaatinin oluşmasına neden olmuş AKP cephesinde.
Olay çıkaran gençlerin protokol tribününe kadar sokulması, olaydan sonra hiç kimsenin gözaltına alınmaması ve yakalananların karakoldan topluca alındığının itiraf edilmesi bu kuşkuyu arttırıyor.
Peki adama sormazlar mı? Bu müdürle Bülent Arınç da Meclis Başkanı olduktan sonra bir süre çalıştı.
Ayrıca Şuayip Doğanç’ı Bilecik Emniyet Müdürü yapan hangi iktidardı?
Bir emniyet müdürüne sahip çıkamıyorsanız neden iktidar oldunuz?
Ya da sizin sahip çıkabildiğiniz yer neresi?
İktidarlar ağlama yeri değildir.
* * *
AKP’de, MHP bir türlü beklenen sıçramayı yapamıyor, “Milliyetçi oyları da biz koruyoruz” havasındalar. MHP’nin bundan sonra bu tür provokasyonları arttıracağı görüşü hâkim iktidarda.
Başbakan Erdoğan da dün partisinin il başkanlarına buna benzer uyarılarda bulundu. “Final yılına girdik” dedi Başbakan… ve ikaz etti: “Çeşitli fauller yapmak isteyen olabilir, olacaktır. Bu oyunlara gelmeyeceksiniz. Onlar fauller yapacak, çok daha azimle kararlılıkla bu süreci devam ettireceksiniz.”
Devlet Bahçeli’ye göre ise, “MHP’nin tek başına iktidara geldiğini gören AKP, bu tür provokasyonlar hazırlıyor.”
Aslında her iki yorum da doğru değil.
Ne MHP tek başına iktidara geliyor, ne de hükümet henüz yıpranmadı.
MHP bir türlü sıçrama yapamadı. Zamanın geçmesiyle kızgınlıklar gidip, küskün oylar yuvasına geri dönmüş olabilir ancak parti ciddî bir yükseliş sağlayamadı.
Hem ayrıca MHP oylarını arttırmak için ne yaptı ki?
AKP ise yıpranma sürecine girdi. Şimdiden bir yıl sonra yapılacak olan seçimler hakkında bir şey söylemek için erken. Çünkü o seçimi sadece iktidarın performansı değil, Çankaya’da kimin oturduğu da belirleyecek.
Konjonktür çok önemli. Ancak şu bir gerçek ki, insanlar “yürüyüşüne hasta olduğu,” kendisini hayranlıkla izlediği Erdoğan’ı yuhalıyorlarsa, seçmen tercihlerinde bir değişiklik başladı demektir.
Başbakan Erdoğan, fındık fiyatları konusunda yakınan Karadeniz Bölgesi milletvekillerine,”Bir dönem daha fındık fiyatlarını belirleyeceğiz. O zaman telâfi ederiz” cevabını vermiş.
Seçim atmosferini görmek gerekiyor dememin sebebi bu.
14.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|