Dilini bilmediğiniz, krokisine yabancı, üstelik düşmanlarla dolu bir ülkenin çok büyük demir-çelik fabrikasını düşününüz. Hassas, telekomünikasyon sistemleri, korkunç ocaklar, tehlikeli gaz ve maddelerle dolu depolar, dehşetli çarklar, karmaşık bölümler, girift yollar… Bu durumda ne yaparsınız, ne yapmalısınız? Elbette fabrika yöneticisine müracaat ederek vereceği rehbere, kılavuza uymalısınız.
Şimdi, kendimizi; hayatımızı, yaşayışımızı ve çevremizi sorgulamaya başlayalım: Dünyayı bir fabrika farz edebiliriz. Sonsuz derecede aciz, zayıf, fakir ve ihtiyaç sahibi olduğumuzu biliyoruz. Hastalık, âfât, olumsuz olaylara dek sayısız tehlikeler ve düşmanlarla karşı karşıyayız. Mikroskopla bile binlerce kez büyütülüp ancak görülebilen bir virüs, bir bakteri, bir mikroba mağlûp oluyoruz! Basit bir hastalık, bizi yataklara seriyor, hatta ölümümüze sebep olabiliyor. Devamlı olarak dünyamız, yok oluşlarla çalkalanıyor. Bu müthiş yok oluşlarla beraber zevk, lezzet, huzur ve mutluluğumuzla birlikte sonsuzluk duygumuz da yerle bir oluyor.1
“Benim imanım güçlü!”
“Ben dini bütün bir insanım!”
“Dinî duygularım güçlüdür!”
Bu ve benzeri cümleler işitiriz kimi çevrelerden. Acaba bu sözlerin gereği fiil, davranış, hareket, kısaca hayatın bütün katmanlarına yansımazsa güçlü bir imana, temiz bir kalbe sahip olunabilir mi? Bunlar tıpkı, tıp tahsili yapmadan veya herhangi bir sağlık kuruluşundan sertifika almadan, “Ben güçlü bir hekimlik bilgisine sahibim, muayene edebilir, reçete yazabilirim!” demek gibi değil mi?
Hemen hepimiz imanın; kâinatın Yaratıcısına, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, ahirete (öldükten sonra dirilişe), kadere (olmuş ve olacak her şeyi Onun planlayıp programladığına) inanma ve kabul etme şeklinde formule edildiğini biliriz. Ancak bu, sadece kuru bir “kalbî tasdik ve lisanî ikrardan” ibaret değildir.
Bilgi, obje/nesne, olay ve soyut düşünceler; uygun tepkiler, şuurlu “zihnî oluşumlar” alarak; zihnimizin basamakları “tahayyül” (hayal etme), “tasavvur” (tasvir etme), “taakkul” (akıl terazisine vurma), “tasdik” (doğrulama), “iz’ân” (anlama, kavrama, idrak etme), “iltizam” (taraf ile teslim olma) teknelerinde tahlil edilir, senteze tabi tutulur, yoğrulur ve en son kademe “itikad” (iman, yüksek inanç, kesin kanaat) şeklinde oluşan bir süreci ifade eder. Aynı zamanda kalp, vicdan gibi duygularımıza mal edilerek özümsenir, meleke/mahâret hâline getirilerek pratiğe dökülür.
İman; fikirleri, kalb ve vicdanları kâinatın Yaratıcısı Sâni-i Hakîme çevirip bağlar. Fikirlerin Ona yönelmesi, “itaat ve kayıt” altına girmeyi netice verir. İtaat ve inkıyad ise, ferdi düzen altına alır. Ferdin intizam altına girmesi, hem âilenin, hem de sosyal hayatın mükemmel bir düzene kavuşmasıdır.
İman, imân-ı billâhı, bu da ma’rifetullahı, o da muhabbetullahı gerektirir. Yani, Allah’ı, tabiatta tecellî eden isim ve sıfatlarıyla tanımayı, bilmeyi ve sevmeyi netice verir. Rabbimizi bilirsek, kendimizi tanır ve geliştiririz; nefsimizi terbiye eder ve tekâmül ettiririz. Böylece Kur’ânî ve Peygamberî öğretiler çerçevesinde ruhumuzu tanır, nefsimizi terbiye eder ve hayatımızı programlarsak potansiyel halindeki yeteneklerimizi keşfeder ve fevkalâde geliştiririz. Yâni, “marifetullah” ile aklımızı, “muhabbetullah” ile kalbimizi olgunlaştırır, tekâmül ettiririz. Rûhî tekâmül, bize sayısız ihtiyaçlarımızı ve aczimizi fark ettirip; sonsuz kudret, zenginlik Sahibine dayanarak, ona hakikî “kul/abd” olmaya yönlendirir. Bu ise, bize olağanüstü bir güç/enerji verir.
Dipnot:
1- Şuâlar, s. 58-60.
31.10.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|