Ankara kalesinden temaşa sanatının inşirah veren yüksekliğinde, genişleyen bir bakış açısının tefekkür çizgileri kendini okutuyor. Çanağın tabanını Ulus kabul edersek, kademeli yamaçların meskun hâli ve ardı sıra tepelere sırtlarını veren bir şehrin tarih seyri gözlerimin önünden geçti. Daldım...
Modernliği ve tarihi barıştıramamış bir şehrin, tarih dokusu ile günümüz bakışının buluşma noktalarını zihnimde yakalamaya çalıştım. İç içe yaşayan binaların ve mekânların yoğun olduğu Ulus merkezli açılımın yeterince gerçekleşmediğini düşündüm.
Manevî inkişaf hislerimizi rikkate getiren mübarek arefe gününden yansıyan bu gözlemlerimin mutlaka takviyeye ihtiyacı var. Ancak çalışmalarımda özel bir not düşeceğim konulardan biri de “Bir başka Ankara” açısı olacağını söylemek isterim. Ankara’nın, her anlamda kendini yenileyen, sistemini demokratikleştiren, manevî dokusunu belirginleştirecek şekilde mirasının abide şahsiyetlerine hak ettiği değeri veren Osmanlı’dan günümüze tarih-kültür-san'at uyumu sağlayacak tasarımlara ihtiyacı var.
Ankara kalesinden ayrılırken, aynı civarda bulunan ve 1921’de kurulan Anadolu Medeniyetler Müzesini de ziyaret ettim. Ayrı bir insanlık yolculuğu var burada. M.Ö. 7. yüzyıldan günümüze Anadolu uygarlıklarının envanteri tutulmuş. Beşeriyetin kaydedilemeyen eski hafızasının arkeolojik kesitleri bile, mazi derelerinde ne tür sular aktığının çok çarpıcı örneklerini yansıtıyor.
Takılar, süslemeler, cam ve metal eserler... Eski Yunan’dan Anadolu arkaik ve helenistik devirlere... Roma, Bizans ile Türk İslâm sikkelerine... Pişmiş toprak eserler, kandiller, Anadolu taşları, Kütahya çinileri de günümüze uzanan çizgileri taşıyorlar.
Müzenin alt katında klasik devirlerin yanında bir de Ankara bölümü mevcut. Ankara şehir sikkeleri, Ulus kazıları, Roma tiyatrosu, Frig ve Hitit dönemi, Balgat Roma mezarı ile eski tunç çağı eserleri sergileniyor.
En çok ilgimi çeken “Ankara Doğa Tarihi” bölümüydü. Ankara’nın müzelik olan tabiat “ürünleri” arasında; Karakaplumbağagiller, Filgiller, Hortumlumemeliler, Sırtlangiller, Boynuzlugiller ve Gergedangillerle Chimpanzee’ler yer alıyor.
1997’de Avrupa’da yılın müzesi seçilen müze, Neolitik dönemin M.Ö. 7000’den 5500 yıllarına ve sonraki devirlere doğru medeniyetlerin, inançların, değerlerin ve dönüşümlerin ibret levhalarıyla dolu.
Osmanlı’nın Ankara’da ilgi görmediğini de fark ettiren bu müze, 1921 tarihini kullandığına göre bu mevsimlik hazımsızlığın aşılacağını ve İslâm medeniyetini yansıtan eserlerin de öne çıkarılacağını ümit ediyorum.
Tarihin anaforunda zaman tünelindeki yolculuğumuz beni yeni bir mekâna dâvet ediyordu. Sabahleyin planladığım programın çerçevesinde dördüncü durağım, Cebeci’deki Hacettepe Üniversitesi kampusu idi. Çünkü orada yakın tarihimizin bir başka manevî abidesinin hatıralarını taşıyan bir müze ev var. Onun feyiz aldığı bir büyük zatın türbesi ve dergâhı mevcut.
Bu büyük zatı merak ettiyseniz, 12 Mart 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilen İstiklâl Marşı günlerine gidin. O muhteşem millî marşımızın 32 günde yazıldığı Tacettin Dergâhını hatırlamaya çalışın.
Sonra Tacettin Sultan türbesini, yanında medfun oğlu Muttaki’yi, halen cami olan tarihî mekânı ve tarih kaydını düşünün.
Bir ay gibi bir sürede Tacettin Sultan’ın manevî feyzinden ilhamen kapandığı ve arındığı dergâhta, merhum Mehmet Akif Ersoy’un yüce hislerle İstiklâl Marşını yazdığı ve bugün “müze” diye hafta sonları kapalı olan evini canlandırın zihninizde.
Bu ziyaretimde çok garip bir hâl yaşadım. Bakımsız bir şekilde Tacettin Sultan camii ve türbesi ile fiziki engelleri olan kampusun içindeki evle/dergahla sokağa bakan diğer bölümler, adeta birbirinden ayrılmış. Bütünleşen ve birbirinden ayrı düşünülmemesi gereken bu tefrik-i gayri kabil küçük “külliye”yi, maalesef firkati yaşatan rikkatsiz duyguların ve fikirlerin pençesinde hüzne boğulmuş gördüm. Aynı kampüste 1440 yılında yapılmış Hacı Seyyit Camii ile Hacı İlyas Camileri de bulunmakta.
Tacettin Dergâhı 19. yüzyılda yapılmış ve 1976 yılında ise müzeye çevrilmiş. Ankara Büyükşehir Belediyesinin gayretleri ile onarıldığı, Türkiye Diyanet Vakfı’nın da katkı yaptığı işlenmiş levhalardan anlaşılıyor.
“Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” duâsı ile yazılan, muhteşem, olağanüstü ve zamanının meşakkat imbiğinden geçmiş, şehit kanları ile sulanmış toprağın kokusunu terennüm eden mısraların sahibine hayatta iken ne reva görüldüyse, şimdide benzer hâl ve acı devam ediyor.
Kendi adıma utandım, sıkıldım, yüzüm yerde ve ensesini kaşıyan bir iç çelişkinin nedamet çırpınışları ile tarihten ve ecdattan özür dileyerek oradan ayrıldım.
Yarın bu başlığımızı toparlayalım.
26.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|