Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İsmail BERK

Anadolu medeniyetlerinden Tacettin Dergâhına



Ankara kalesinden temaşa sanatının inşirah veren yüksekliğinde, genişleyen bir bakış açısının tefekkür çizgileri kendini okutuyor. Çanağın tabanını Ulus kabul edersek, kademeli yamaçların meskun hâli ve ardı sıra tepelere sırtlarını veren bir şehrin tarih seyri gözlerimin önünden geçti. Daldım...

Modernliği ve tarihi barıştıramamış bir şehrin, tarih dokusu ile günümüz bakışının buluşma noktalarını zihnimde yakalamaya çalıştım. İç içe yaşayan binaların ve mekânların yoğun olduğu Ulus merkezli açılımın yeterince gerçekleşmediğini düşündüm.

Manevî inkişaf hislerimizi rikkate getiren mübarek arefe gününden yansıyan bu gözlemlerimin mutlaka takviyeye ihtiyacı var. Ancak çalışmalarımda özel bir not düşeceğim konulardan biri de “Bir başka Ankara” açısı olacağını söylemek isterim. Ankara’nın, her anlamda kendini yenileyen, sistemini demokratikleştiren, manevî dokusunu belirginleştirecek şekilde mirasının abide şahsiyetlerine hak ettiği değeri veren Osmanlı’dan günümüze tarih-kültür-san'at uyumu sağlayacak tasarımlara ihtiyacı var.

Ankara kalesinden ayrılırken, aynı civarda bulunan ve 1921’de kurulan Anadolu Medeniyetler Müzesini de ziyaret ettim. Ayrı bir insanlık yolculuğu var burada. M.Ö. 7. yüzyıldan günümüze Anadolu uygarlıklarının envanteri tutulmuş. Beşeriyetin kaydedilemeyen eski hafızasının arkeolojik kesitleri bile, mazi derelerinde ne tür sular aktığının çok çarpıcı örneklerini yansıtıyor.

Takılar, süslemeler, cam ve metal eserler... Eski Yunan’dan Anadolu arkaik ve helenistik devirlere... Roma, Bizans ile Türk İslâm sikkelerine... Pişmiş toprak eserler, kandiller, Anadolu taşları, Kütahya çinileri de günümüze uzanan çizgileri taşıyorlar.

Müzenin alt katında klasik devirlerin yanında bir de Ankara bölümü mevcut. Ankara şehir sikkeleri, Ulus kazıları, Roma tiyatrosu, Frig ve Hitit dönemi, Balgat Roma mezarı ile eski tunç çağı eserleri sergileniyor.

En çok ilgimi çeken “Ankara Doğa Tarihi” bölümüydü. Ankara’nın müzelik olan tabiat “ürünleri” arasında; Karakaplumbağagiller, Filgiller, Hortumlumemeliler, Sırtlangiller, Boynuzlugiller ve Gergedangillerle Chimpanzee’ler yer alıyor.

1997’de Avrupa’da yılın müzesi seçilen müze, Neolitik dönemin M.Ö. 7000’den 5500 yıllarına ve sonraki devirlere doğru medeniyetlerin, inançların, değerlerin ve dönüşümlerin ibret levhalarıyla dolu.

Osmanlı’nın Ankara’da ilgi görmediğini de fark ettiren bu müze, 1921 tarihini kullandığına göre bu mevsimlik hazımsızlığın aşılacağını ve İslâm medeniyetini yansıtan eserlerin de öne çıkarılacağını ümit ediyorum.

Tarihin anaforunda zaman tünelindeki yolculuğumuz beni yeni bir mekâna dâvet ediyordu. Sabahleyin planladığım programın çerçevesinde dördüncü durağım, Cebeci’deki Hacettepe Üniversitesi kampusu idi. Çünkü orada yakın tarihimizin bir başka manevî abidesinin hatıralarını taşıyan bir müze ev var. Onun feyiz aldığı bir büyük zatın türbesi ve dergâhı mevcut.

Bu büyük zatı merak ettiyseniz, 12 Mart 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilen İstiklâl Marşı günlerine gidin. O muhteşem millî marşımızın 32 günde yazıldığı Tacettin Dergâhını hatırlamaya çalışın.

Sonra Tacettin Sultan türbesini, yanında medfun oğlu Muttaki’yi, halen cami olan tarihî mekânı ve tarih kaydını düşünün.

Bir ay gibi bir sürede Tacettin Sultan’ın manevî feyzinden ilhamen kapandığı ve arındığı dergâhta, merhum Mehmet Akif Ersoy’un yüce hislerle İstiklâl Marşını yazdığı ve bugün “müze” diye hafta sonları kapalı olan evini canlandırın zihninizde.

Bu ziyaretimde çok garip bir hâl yaşadım. Bakımsız bir şekilde Tacettin Sultan camii ve türbesi ile fiziki engelleri olan kampusun içindeki evle/dergahla sokağa bakan diğer bölümler, adeta birbirinden ayrılmış. Bütünleşen ve birbirinden ayrı düşünülmemesi gereken bu tefrik-i gayri kabil küçük “külliye”yi, maalesef firkati yaşatan rikkatsiz duyguların ve fikirlerin pençesinde hüzne boğulmuş gördüm. Aynı kampüste 1440 yılında yapılmış Hacı Seyyit Camii ile Hacı İlyas Camileri de bulunmakta.

Tacettin Dergâhı 19. yüzyılda yapılmış ve 1976 yılında ise müzeye çevrilmiş. Ankara Büyükşehir Belediyesinin gayretleri ile onarıldığı, Türkiye Diyanet Vakfı’nın da katkı yaptığı işlenmiş levhalardan anlaşılıyor.

“Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” duâsı ile yazılan, muhteşem, olağanüstü ve zamanının meşakkat imbiğinden geçmiş, şehit kanları ile sulanmış toprağın kokusunu terennüm eden mısraların sahibine hayatta iken ne reva görüldüyse, şimdide benzer hâl ve acı devam ediyor.

Kendi adıma utandım, sıkıldım, yüzüm yerde ve ensesini kaşıyan bir iç çelişkinin nedamet çırpınışları ile tarihten ve ecdattan özür dileyerek oradan ayrıldım.

Yarın bu başlığımızı toparlayalım.

26.10.2006

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Hürriyet Bayramı



1935 yılına kadar “Hürriyet Bayramı” adı altında bir kutlama günümüz olduğunu, biliyor muydunuz? Amerikalıların 4 Temmuz günü, Fransızların 14 Temmuz’u olduğu gibi bizim de 23 Temmuz Hürriyet Bayramımız vardı. (Bu bayram 13 Mayıs 1935 tarihinde bir yasa ile kaldırılmıştır)

Hürriyet Bayramı, II. Meşrûtiyetin ilânının yıldönümüdür. “Meşrûtiyet nasıl ilân edilmiştir?” konusu bir hayli uzun olmasına rağmen sütunun elverdiği ölçüde hacmi ölçüsünde değinmeye çalışalım.

Düvel-i muazzama yani büyük devletler Osmanlıyı parçalama kararı almıştı. O güne kadar sadece Abdülhamid’in istibdat yönetimine karşı örgütlenmiş olan İttihatçılar, bu sefer düşman cephesini genişletmişlerdi. İttihat Terakki Cemiyetinin Manastır Şubesi, yayınladığı bir bildiri ile Avrupa Devletlerine şu karşılığı veriyordu:

“Avrupa’nın uydurma Makedonya teşkili kabul edilmeyecektir… Avrupa bizim menfaatimize karşı olan yolda yürümeye devam ederse o takdirde artık sabrımız tükenmiş demektir. Şerefli bir ömrü sefilane bir hayata tercih ederiz.”

İşte bu ültimatomdan sonra Türk aydınları İttihatçıların şemsiyesi altında birleşti. İstibdat ve Avrupa planlarına karşı gelmek için bir ayaklanma hazırlığı başladı.

II. Abdülhamid girişimlerden haberdar olmuştu. Subay isyanlarını bastırmak ve dağdakileri indirmek için önce Müşir Şemsi Paşa’yı sonra da Müşir Osman Fevzi Paşayı görevlendirdi.

Teğmen Atıf isimli bir İttihatçı, Şemsi Paşa’ya bir zarf getirdiğini söyleyerek kendisine uzatmış, Paşa okurken de kendisini tabanca ile vurmuştu. Zarfın içinde “Ya vatan, yahut ölüm” yazıyordu.

Diğer Paşa ise Manastır’a ulaşmadan Eyüp Sabri ve Resneli Niyazi kuvvetlerince dağa kaldırılıp esir alındı.

21 Temmuz 1908 gecesi İttihatçılar Selanik’te toplanarak karar aldılar. Meşrûtiyetin ilânı ve anayasanın yürürlüğe konulması için telgraf çekilecekti. Eğer cevap olumsuz olursa 24 Temmuz günü ayaklanma başlatılacaktı.

22 Temmuz günü çok kritik bir olay meydana geldi. İsyanı bastırmak için Selanik Rıhtımına çıkan 18 bin kişilik İzmir Kolordusu tüfeklerini bırakmış, kardeş kanı dökmeyeceğini ilân etmişti. Bu kolordunun isyan etmesinde İttihatçıların önderlerinden Doktor Nazım’ın büyük etkisi olmuştu.

Sonuçta Abdülhamid baskılara boyun eğdi ve 23 Temmuz 1908 günü Meşrûtiyet ilân edildi. Selanik ve Manastır’da 101 pare top atışı ile kutlamalar başladı. İstanbul ise gazetelerin sansürlenmesi sebebiyle, olan bitenden habersizdi. İkdam gibi gazeteler Meşrûtiyet’in ilânını Padişah’ın kendi lûtfu imiş gibi göstermekte “Padişahım çok yaşa!” şeklinde manşet atmışlardı.

Sonuçta İttihatçıların ağırlıkta olduğu bir hükümet kuruldu. Bundan sonra olaylar hızla gelişmeye başladı. 31 Mart olayları sonrasında cinayetler birbirini kovaladı ve Hareket Ordusunun İstanbul’a gelmesi ile birlikte İsyan kanlı bir şekilde bastırıldı. Osmanlı tarihinde ilk defa bir padişah Abdülhamid, tahttan indirilerek Selanik’e sürgüne yollandı. Artık dönem İttihatçıların dönemiydi ve Osmanlı Devleti yıkılma sürecine girmişti. İttihatçılar yapmış oldukları hatalar sebebiyle amaçlarının aksine Avrupalıların ekmeğine yağ sürmüşlerdi.

26.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tesbihat nedir ve nerelerde yapılır?



Murat ER: “Tesbihat nedir, hükmü nedir ve nerelerde yapılır?”

Namazı gerek cemaatle kılalım, gerekse tek başımıza kılalım fark etmez; namazdan sonra tesbîhat yapmak Sünnet-i Seniyyedir. Tesbîhât cemaatle birlikte yapılabileceği gibi, ferdî olarak da yapılabilir.

Cenâb-ı Hakkı zikretmek, noksanlıklardan yüce tutmak ve şükretmek namazın özüdür. Tesbîhâtta otuz üçer defa tekrar edilen “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allâhu ekber” ve “Lâ ilâhe illâllah” mübarek kelimeleri namazın çekirdekleri hükmündedirler. Bu kudsî çekirdeklerin namazın içinde de yer alışı, tesbîhât kelimelerinin ibadete ne kadar münasip olduğunu ve manevî hayatımız için ne büyük önemi bulunduğunu anlatır.1 Resûlullah (asm), “Bizim namazımız tesbîh, tekbir ve Kur’ân tilâvetinden ibarettir; onda dünya kelâmı konuşulmaz!” buyurdu.2 Muhacirlerden bazı fakir Sahabîler bir gün Allah Resulüne (asm) şöyle dediler: “Ya Resûlallah! Mal sahipleri yüksek derecelere eriştiler. Bizimle beraber namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar! Bizden ayrı bir de mallarıyla haccediyorlar, umre yapıyorlar, köle azat ediyorlar, sadaka veriyorlar!” Allah’ın Resulü (asm): “Ben size bir şey öğreteyim mi? Onun sayesinde sizi geçenlere yetişir, sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem böylece, sizin yaptığınızı yapanların dışında hiç kimse sizden daha faziletli olmaz!” buyurdu.

Büyük bir müjdeydi. Ashab-ı Kiram (ra): “Buyurunuz yâ Resûlallah; öğretiniz!” dedi. Resul-ü Ekrem Efendimiz (asm): “Her namazın ardından otuz üçer defa Sübhânallah, Elhamdülillâh ve Allahu ekber dersiniz. Sonra da “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehü’l-Mülkü ve lehü’l-Hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr” dersiniz; deniz köpüğü kadar bile olsa günahlarınız bağışlanır!” buyurdu.3 Bedîüzzaman Hazretleri, namazdan sonra okunması sünnet olan tesbih, tazim, tehlil, zikir ve salâvat ifadelerinin, her türlü şerlerden Allah’a sığınma ve Allah’ın isimlerini zikretme duâlarının “velâyet-i Ahmediyenin evradı” olduğunu, yani Hazret-i Peygamberin (asm) yolu ve Sünneti bulunduğunu kaydeder.4

Sabah ve akşam namazlarından sonra kabir azabından, şeytan, nefis, dünya ve deccal şerrinden ve fitnesinden, Cehennem azabından ve sâir fitne ve kötülüklerden Allah’a sığınmak için okunan “istiâze” duâsı sünnettir. Buna ilâveten okunan zikir, salâvat ve duâlar sünnettir. Cenâb-ı Hak’tan mağfiret ve merhamet istemek; bunu yalnızca nefsimiz için değil, üzerimizde hakkı bulunan hoca ve üstadlarımız için, anne ve babamız için, talebe arkadaşlarımız için ve tüm ehl-i iman için istemek sünnettir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) için milyon kere salât u selâmda bulunmak; âl ve ashabına (ra) selâm ve tebrik göndermek ve bütün bunları yaparken sınırlı sayıları aşmak, sınırsızlık ve sonsuzluk belirten “ağaçların yaprakları kadar, denizlerin dalgaları adedince, yağmurların damlaları sayısınca” ifâdeleri ile salât, selâm ve bereket duâmızı çoğaltmak Sünnet-i Seniyye’dendir. Cennete girmeyi istemek Sünnet-i Seniyye’dendir. Tesbih ve zikirlerle ilgili Peygamber Efendimiz’in (asm) müjde dolu haberlerinden bir kaçı şöyledir:

*Abdullah bin Amr (ra) demiştir ki: “Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Dünyada hiç kimse yoktur ki, ‘Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ desin de, denizin köpüğü kadar da olsa günahları kendisinden kaldırılmasın.”5

*İbn-i Mes’ût (ra) haber vermiştir ki: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Mîrâca çıkarıldığım gece İbrâhim’le (as) karşılaştım. Bana, “Yâ Muhammed!” dedi. “Benden ümmetine selâm söyle ve onlara bildir ki, Cennetin toprağı güzeldir, suyu tatlıdır! Cennette ağaçlarla dolu ovalar vardır. Bunların dikili ağaçları ‘Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallahü vallâhü ekber’dir.”6

*Ebû Zerr (ra) anlatır: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Her kim, sabah namazından sonra diz çökmüş olarak, konuşmadan önce on defa “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke lehü. Lehü’l-mülkü ve lehû’l-hamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve alâ külli şey’in kadîr.” derse kendisine onlarca sevap yazılır, on günahı silinir, on derece yükseltilir, o günün tamamında her şerden emin ve emniyette olur, Şeytan’dan korunur ve o gün hiçbir günah ona ulaşarak amelini iptal etmez!”7

Dipnotlar:

1 - Sözler, S.45

2 - Nesâî, Kitabu’s-Sehiv, 20

3 - Müslim, Mesâcid, 142

4 - Kastamonu Lâhikası, S.72-73

5 - Tirmizî, Daavât, 58

6 - Tirmizî, Daavât, 59

7 - Tirmizî, Daavât, 63

26.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Tam mü’min olabilmek için



Her şeyin en iyisine, en güzeline, en mükemmeline, olgununa talip oluruz. Mü’min olmak kulun iradesi sonucu Allah’ın ihsan ettiği en büyük bir nimettir. Onun da mükemmelini aramak aklın gereğidir. Mum ışığı da ışıktır, projektör de. Ama birincisi az bir sahayı aydınlatıp ufacık bir rüzgârda sönerken ikincisi alabildiğine geniş bir sahayı aydınlatır ve kasırgalara karşı da dayanır. İmanlar da böyledir. Küçük bir şüphe karşısında sönebilen taklidî imanlara karşılık dağlar büyüklüğünde şüpheler karşısında dahi sarsılmayan güçlü, tahkîkî imanlar vardır. İmanın olduğu gibi İslâma gönül verme ve yaşamanın da dereceleri vardır. İman güçlendikçe amel de artar.

“Hiçbir kimse kendisi için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe tam mü’min olamaz”1 buyurulur bir hadis-i şerifte. Bu hadis-i şerif açıkça gösterir ki mü’min farklı insandır. Bunu inancıyla olduğu gibi onu yaşayarak ve güzel örnek olarak da gösterir. Yine bu hadisi şerif gösterir ki mü’min bencil, egoist, sadece kendini düşünen insan değildir. Kendisi için istediği bir şeyi en azından mü’min kardeşi için de isteme olgunluğuna, güzelliğine sahiptir. Bir insan kendisi için kötülük değil, iyilik ister. Zarara girmeyi aslâ göze almaz. Felâketle karşılaşmaya tahammülü yoktur. Aynı şeyi diğer bir mü’min kardeşi için de istemekle mükelleftir.

Allah da kuluna buna göre muamele eder. Biz başkaları için neler düşünürsek Allah da bizim için onları lâyık görür. Bolluk, bereket, huzur ve mutluluk isteyen insan bunları mü’min kardeşleri için de istemekle başbaşadır. Allah’tan iyilikler istemeye başka nasıl yüzümüz olabilir ki?

Sonra namazlarda her son tahiyyatta, “Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Ve bizi ateşin azabından koru,”2 “Beni, anne babamı, ve mü’minleri hesap gününde bağışla ey Rabbimiz”3 diye duâ etmiyor muyuz?

Daha dört yaşındayken Kur’ân’ı hıfzeden, genç yaşta âlimlerle mübahese eden, genç yaşlardayken içtihad derecesine yükselen Süfyan bin Uyeyne zengin babasının 55 bin dirhemlik servetine konduğunda, bunları bir bir ihtiyaç sahipleri ve dostlarına dağıtmış, niye böyle yaptığını sorduklarında da, “Ben mü’min kardeşlerimin ahirette de iyiliklerini isteyip duruyorum. Bu kadarcık dünya malını onlar için dünyada fedâ etmişim çok mu?” diye cevap vermiş. Kısaca tam ve mükemmel mü’min kendini aşabilen mü’mindir.

Dipnotlar:

1. Buharî, İman: 13; Müslim, İman: 71; Neseî, İman: 33.

2. Bakara Sûresi: 201.

3. İbrahim Sûresi: 41.

26.10.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

301 kere mahkûm etseler de!



Newsweek dergisi, birinci sınıf doktorları, yüksek teknolojileri, düşük maliyetleri ve giderek artan oranda yabancı hastaları çekmeleri sebebiyle değişik ülkelerdeki 10 hastahaneyi “dünyanın en iyi 10 hastahanesi” olarak belirledi.

İçlerinde Türkiye yok!

Haydi diyelim ki, 10 hastahanenin içine girmek zor.

Ya seçilen 500 üniversite içinde bir tanesinin Türkiye’deki üniversitenin olmamasına ne buyurursunuz!

İlimde, san’atta, sporda, teknikte, teknolojide, insan hak ve hürriyetlerinde sonuncu…

Baskıda, zulümde, hak ve hürriyetleri yasaklamakta birinci.

Fıkrada anlatıldığı gibi, “Adam dinsiz değil ya! Gerçi, oruç yediğini çok gördüm, ama, namaz kıldığını hiç görmedim!” 80 yılı aşkındır, rejimin, sistemin ve onun yardakçıları bürokratların-istisnaları tenzih ederiz-ilim, san’at, hak ve hürriyetlere sahip çıktığını, başarılar elde ettiğini hiç görmedik, ama, baskı, zulüm ve işkence yaptığını çok gördük! Hâlâ da görüyoruz…

Bunun müsebbibi kim? Eğer eleştiri hakkını kullanıp bunu açık-seçik yazarsam, 301’e göre; devletlüler peşime takılır. DGM’nin hakkımızda verdiği mahkûmiyetten daha yeni beraat ettik! Ama, ben yine de, nerede ise bir asra yakındır baskı, zulüm, hak ve hürriyetlerden mahrumiyetle geri kalmamızın müsebbiplerinin ismini vereceğim! 301 kere mahkûm etseler de!

26.10.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ahrar–Demokrat çizginin yüz yıllık serüveni (3)



Bugünkü Doğru Yol Partisi, geçmişteki Adalet Partisi ile Demokrat Partisinin devamı ve misyon takipçisi olduğunu alenen söylüyor.

Kimse de çıkıp buna itiraz etmiyor, yahut edemiyor.

Ayrıca, hiçbir parti çıkıp da "Hayır, onlar değil, Demokrat'ın devamı biziz" de demiyor.

İktidardaki parti ise, tıpkı Özal'ın söylediği gibi "Biz hiçbir partinin devamı, ya da takipçisi değiliz" diyor.

Dolayısıyla, AKP de aynen ANAP gibi köksüz ve misyonsuz bir partidir. Bunlar için, bir cihetiyle "Millî görüş gömleğini değiştirmiş, ancak Büyük Doğu (Necip Fazıl) çevresinden kopmamış bir siyasî hareket" tarifi yapılabilir.

Neticede, Demokratların devamı olmadığını zaten kendileri hiç çekinmeden söylüyor.

Buna göre, Demokratların devamı olarak geriye sadece Doğru Yol Partisi kalıyor.

Demokratların ise, Meşrûtiyet zamanındaki Ahrarlar olduğunu bizzat Bediüzzaman Said Nursî beyan ediyor.

Meselâ, Emirdağ Lâhikasındaki bir mektubunda aynen şu ifadeyi kullanıyor: "...Eski tahribatı tamirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok duâ ediyorum. İnşaallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar." (Age, s. 267)

Aynı eserin bir başka mektubunda ise, DP'nin kongresinden bahsederken, gariptir ki "Ankara’da dindar Ahrarların kongresi" ifadesini kullanıyor. (Age, s. 426)

Tam bir hürriyet-i şer'iyeye vesile olmak, yahut hürriyetin cemalini tam görmek için telâffuz edilen "yüz sene"lik müddet doldu, dolacak gibi görünüyor.

* * *

Meşrûtiyet zamanındaki Ahrar Fırkası, yeterince imkân fırsat bulup da gönlünce bir icraat yapamadı.

Cumhuriyet dönemindeki Ahrarlar olan DP ve AP ise, bu memlekette pek büyük hizmetlerde bulundu.

İktidar oldukları dönemlerde, ülkenin dört bir yanını şantiyeye çevirerek iş ve istihdam sahaları açtılar. Yollar yaptılar, fabrikalar kurdular, sanayi kollarını geliştirdiler, köylüye, çiftçiye rahat bir nefes aldırdılar.

En mühimi de, din ve vicdan hürriyeti noktasında büyük risk alarak icraatta bulundular. Denilebilir ki, bu uğurda lider ve yönetim kadrosundan şehitler verdiler.

Devrildiler, itildiler, kakıldılar; ancak, yine de yılmadılar ve başlattıkları memleket hizmetine kaldıkları yerden devam ettiler.

Şimdi, bir kez daha tek başına iktidara namzet olacak bir duruma geldiler.

Milletin, ülkenin pek ağırlaşmış sorunları var, cesurâne hizmet bekleyen nice meseleleri var.

Daha öncekiler gibi, bu büyük meselelerin üstesinden yine ancak Demokratlar gelebilir.

Yeter ki, onlara "nokta-i istinat" olacak kimseler, yani o isimsiz kahramanlar, yerinde sağlam dursunlar ve üzerine düşeni hakkıyla yapmaya çalışsınlar.

Önemli bir hususu tekraren hatırlatarak bitirelim: Üstad Bediüzzaman'ın ifade buyurduğu gibi, Kur'ân'ın malı olan Risâle-i Nur, dünyada hiçbir siyasete âlet ve tabi olamaz. Risâle-i Nur talebelerinin Demokratlara bir "nokta-i istinat" olmaları ise, bizzat bu eserlerin müellifi tarafından vasiyet derecesinde tavsiye ediliyor.

Bir soru

Üstünlük neye göre?

Polis şehir merkezlerinde, jandarma ise kırsal kesimde trafiği denetler, asayişi korumaya çalışır.

Asker ise, hudut bekçiliğini yapar, haricî tehdit ve tecavüzlere karşı vatanı korumaya çalışır.

Siyaset kurumu ise, ülkenin topyekûn sorumluluğunu üstlenir?

İşin normali budur.

Ne var ki, zaman zaman anormal durumlar yaşanır ve askeriyenin içinden çıkan bir cunta, ülkenin idaresine el koyar.

Peki, böyle bir cuntanın ayrıcalığı, üstünlüğü nedir?

Bu suâlin tek bir cevabı vardır; o da "silâh üstünlüğü"dür.

Oysa, hakikatte bu üstünlük dahile karşı değil, harice karşı lâzımdır ve onun için vardır.

Günün Tarihi

Sultan Fatih'in Trabzon'u fethi

26 Ekim 1461: Trabzon, Fatih Sultan Mehmed kumandasındaki Osmanlı ordusu tarafından fethedildi.

Bölge, bu tarihe kadar Pontus Rum hakimiyeti altında idi.

Trabzon’un fethi esnasında Sultan Fatih’in hiç umulmadık derecede zor yöntemlere (Bulgar Dağı yamaçlarından yaya geçmek gibi) başvurdu.

Hatta öyle ki, bu durumu gören Sâre Hâtun isimli Anadolu köylüsü kadın, bir fırsatını bularak Sultan’a şöyle der:

“Hey oğul! Şu Trabzon’a bunca zahmet nedendir?”

Fatih ise, ihtiyar kadına kestirmeden şu cevabı verir:

“Hey ana! Bu zahmet din yolundadır. Zira, bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmete katlanmazsak, bize gazi demek yalan olur.”

26.10.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Fevzi’nin balyozu



Her olayın kendine has bir hikâyesi vardır.

Özellikle TV habercileri için, görüntülerle desteklenen bu hikâyeler bulunmaz kıymettedir.

Yazılı basında nasıl perde arkası bilgilere ulaşmak önemliyse, TV’lerde de, her olayın bir hikâyesi çıkarılır.

Meselâ 12 Kasım’da Düzce’de meydana gelen depremin hikâyesi, kucağında bir deste ekmekle, depremin enkazının önünde gözyaşlarını silen amcaydı.

O kareleri yakaladığımızda nasıl heyecanlanmıştık anlatamam.

Başbakan Erdoğan’ın Güven Hastahanesi’ne kaldırıldığı haberi geldiğinde hastahaneye koşarken bunları düşündüm.

Bu olayın hikâyesi ne olacak?

Bırakın hikâyeyi baştan başa bir destan çıktı.

Battal Gazi Destanı mı dersiniz, Dede Korkut hikâyesi mi.

Balyoz Baba destanı demek te mümkün.

Balyoz o denli meşhur oldu ki, neredeyse Türkleri Ergenekon’dan kurtaran Bozkurt gibi, Başbakanı zırhlı mercedesten kurtaran bir balyozumuz oldu.

Artık MHP’nin Bozkurt’una karşı AK Parti’nin de bir balyozu var.

Başbakan’ın kurtarılmasını sağlayan balyoz diye gidip inşaattaki 10 milyonluk balyoza bir Milyar lira sayan Fevzi Berdibek ise bu hikâyenin esas oğlanı.

Öyle ki, günlerce TV’lerde elinde balyozla, gecekondu yıkımına giden belediye görevlisi edasıyla izledik Berdibek’i...

Tarihi anın en önemli aletini elinde tutmanın gururuyla gülümsedi TV ekranlarımızdan.

DYP’den Bingöl İl Başkanı olduğunda da Tansu Çiller’e, ”Siz Sebe Melikesi Belkıssınız”diye seslenmişti Berdibek.

Belki Berdibek’in bu konuşmasından sonra oldu, belki Amin Maalouf romanlarının etkisiyle, doğu hikâyelerine olan ilgim arttı.

Orhan Pamuk’un Nobeli kazanmasında, melankolik İstanbul anlatımı ne denli etkili olduysa, Doğu hikâyelerindeki gizem de, Batı’nın sıradanlığı karşısında bana hep ilgi çekici geldi.

Orduları insanlardan ve cinlerden oluşan Hazret-i Süleyman’ın, Belkıs’ı tahtıyla birlikte nakletmesine de o andan itibaren daha bir ilgiyle baktım.

Mısır’dan Fırat’a kadar olan bir Krallığa hükmediyordu Hazret-i Süleyman.

Hazret-i Süleyman, Sebe Melikesi Belkıs’ın varlığından kendisine haber getiren Hüdhüd sayesinde haberdar olmuştu.

Orduları cinlerden ve insanlardan teşekkül etmişti Hazret-i Süleyman’ın. Devrinin en güçlü hükümdarıydı. Ancak Hüdhüd ona Güneşe secde eden ve şeytanın kendilerini süslü gösterdiğine inanan Belkıs’ın Krallığından haber getirmişti.

Önce bir ferman yazdı, sonra Belkıs’ın kendisine gönderdiği göz alıcı hediyeleri geri çevirip, onu hak dine dâvet etti.

Belkıs’ta bu sırada orduları cinlerden ve insanlardan oluşan Hazret-i Süleyman’ın gücünün büyüklüğünü öğrenmiş, anlaşmak için çeşitli yolları dener olmuştu.

Hazret-i Süleyman Belkıs’ı tahtı ve sarayındaki çalışanları ile birlikte nakletti. İnşaatında cinlerin ve insanların istihdam edildiği Hazret-i Süleyman’ın sarayı karşısında Belkıs ne yapacağı şaşırdı. Saraya girmesi istendiğinde, büyük bir suyun içinden geçeceğini zannederek geriye bir adım atıp, ettiğini topladı. Ona oranın bir göl değil, saray mimarisinde kullanılan şeffaf bir yapı olduğu anlatıldı. Sarayın ihtişamı, Hazret-i Süleyman’ın hak dine dâvetindeki etkileyiciliği karşısında secdeye kapanan Belkıs orada Hazret-i Süleyman’ın dinini seçti.

Bir Peygamber kıssası mı, yoksa milattan önce yaşanan bu olayla, İletişim çağındaki insanlarımıza verilen bir mesaj mı dersiniz ne derseniz deyin ama bu tür efsunlu hikâyeler değil midir Doğu’yu gizemli kılan, yazarları kendine aşık eden bir melankoliye hapseden.

İşte bu yüzden benim doğum bir farklıdır.

Ama hiçbir zaman orada Fevzi Berdibek’in Sebe Melikesi’ne de, balyozlu reklâmlarına da yer yoktur. Belki romantizmin dik âlâsı vardır ama sahtecilik geçmez orada.

Sebe Melikesi Belkıs’ın eteklerini toplayıp, suyun üzerinden geçmeye hazırlandığı muhteşem malikanenin malzemesindeki şeffaflık kadar içi dışı bir ama bir o kadar da ihtişamlı bir samîmiyeti vardır.

Belki de bu yüzden günümüz insanlarının en çok aradı şey, bu samimiyettir.

Berdibek, yıllar öncesinde benim dünyamda Sebe Melikesi Belkıs’a bir pencere açıp, oradan İran’ın hüzünlü prensesi Süreyya’ya kadar uzanan bir romantizme sürüklemiştir ama siyasette bu balyozun etkisi müthiş olmuştur.

Öyle ki bir dönem ANAP’ı bitiren yağdanlık durumları bu balyozla birlikte AK Parti’nin de tepesine inmiştir.

Öyle ki Başbakan’ı kurtaran balyoz ne yazık ki, sergilenen tutum sayesinde AK Parti oylarının tepesine inmiştir.

Bu açıdan bakınca Baykal’ın yapamadığını Balyoz yaptı demek mümkün olmuştur.

26.10.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Güven kaybı



Eğer sürpriz bir değişiklik olmazsa, Kasım 2007’de milletvekili genel seçimleri yapılacak. Genel seçim tarihi yaklaştıkça, ‘çetin’ tartışmalar yapılmaya başlandı. Bu tartışmaların başında ‘terörle mücadele’ konusu geliyor. Terörün, ‘güç kullanarak’ mı yoksa ‘demokrasi ve siyaset’ yoluyla mı engelleneceği tartışması gündemi işgal ediyor.

Her ne kadar milletvekili genel seçimlerine aylar var ise de, ‘gizli/açık’ yapılan anket neticelerinden bahsedilmeye başlandı. Anketlerde ‘yüzde 10’luk barajı aşanlar ve aşmayanlar’ ortaya konulurken, ‘sürpriz’lerin de olabileceğine işaret ediliyor. Tabiî ki genel seçimlere bunca vakit varken, yapılan anketlerle yola çıkmak insanı yanıltabilir. ‘Köprü’lerin altından daha uzun süre ‘su’lar akacak ve muhtemeldir ki neticeler/ oy oranları daha çok değişecektir.

Medyaya yansıyan ‘anket neticeleri’ni doğru kabul edersek, hükûmetin ciddî bir sınavla karşı karşıya olduğu söylenebilir. Bir kamuoyu yoklama şirketinin yaptığı ankete göre, vatandaş hükümeti; “işsizlik, yolsuzlukla mücadele, terörle mücadele, türban ve imam hatipler konusu, TSK, YÖK ve Yargı ilişkiler konusunda’ başarısız buluyormuş. (Vatan, 21 Ekim 2006)

Sıralanan konularda ciddî sıkıntılar yaşandığı herkesin malûmu. Sıralanan maddeler uzun yıllar Türkiye gündemini meşgul etti ve zaman zaman da iktidarları koltuklarından düşürdü. Benzer bir gelişme, önümüzdeki seçimlerde de yaşanabilir. ‘Tek başına, iş başına’ gelen hükümetin en iddialı olduğu konulardan biri de ‘yolsuzlukla mücadele’ idi. Bu konuda ciddî sıkıntılar yaşandığı, ‘şehir efsanesi’ gibi milletin dilinde. Bazı şeylerin ‘şuyuu vukuundan beter’ olduğu için, halkın; ‘bunlar da yolsuzlukla kirlendi’ şeklinde düşünmesi iktidar için ‘aşındırıcı’ bir durumdur. Bu kanaatın ‘aleyhte propagandanın sonucu olduğu’ iddia edilse bile, şuyu bulması/ halkın dilinde yayılması iktidar için yıkıcıdır.

Vatandaşın, hükümeti ‘başarısız’ bulduğu diğer konular da gözardı edilemez: Başörtüsü ve imam hatipler konusu, TSK, YÖK ve yargı ile ilişkiler...

Bilhassa başörtüsü ve imam hatipler (dolayısı ile YÖK) konusunda yaşanan sıkıntılar, hükümet açısından eksi puan alınan konular oldu. Üstelik bu konuda sözler de verilmişti. Aradan geçen yıllara rağmen, yeni sözler verilmekten öteye gidilmiyor ki, bunun da bir bedelinin olduğu ve seçim sandığına yansıyacağı söylenebilir. Aynı ankette dikkat çeken başka bir netice de, halkın en çok güvendiği ‘kurum’la ilgili. Buna göre halkın yüzde 38.6’sı ‘en güvenilir kurum’ olarak TSK’yı görüyormuş. Hiç güvenmediği kurumların başında ise yüzde 78 ile ulusal medya yer alıyormuş. (Vatan, 21 Ekim 2006)

Aynı gün başka bir gazetede, başka bir konuda yapılan anket neticesine göre ise gençlerin en güvendiği kurumlar sıralamasında askerler yüzde 74.4 ile birinci durumdaymış. (Sabah, 21 Ekim 2006) Her ne kadar anketin biri ‘gençler’ ile, diğeri de ‘ihtiyarlar/halk’ ile yapılmış anketler olsa da arada bu kadar ‘fark’ olması normal midir? Anketlerden birinde bir yanlışlık var, ama hangisinde? Her halde bunu tesbit için de üçüncü bir anket yapmak gerekir.

Gençlerle yapılan anketi yorumlayan Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu şu tesbiti yapmış: “(...)Türkiye gençlerin olabildiğince sosyal hayattan soyutlanması için 1980 askerî darbesinden beri elinden geleni yaptı. Demek ki bu girişimler başarılı olmuş, apolitik bir gençlik yaratılmış. Siyasal hayatla öğrencilerin ilgilendiği bir dönemden sonra Türkiye, 1980 darbesi ile siyasal hayatta öğrencileri etkilenmesi ve onları etkilememesi istenen bir konuma doğru götürülmeye çalışıldı. Bundan sonra bu tip sonuçların çıkmasını doğal karşılıyorum çünkü bu bir devlet politikasıydı.” (Sabah, 21 Ekim 2006)

Bir yandan “‘devlet politikası’ olarak gençlerin siyasetten soğutulması, öte yandan ‘seçilme yaşının 25’e indirilmesi”yle övünmek... Çelişki değil mi?

26.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004