Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O gün onların ağızlarını mühürleriz; elleri bize onların yaptıklarını anlatır, ayakları kazandıkları günahlara şahitlik eder.

Yâsin Sûresi: 65

26.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Âni ölüm mü'min için bir rahat, kâfir için hasret verici bir yakalanıştır.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3766

26.10.2006


Kâinat ağacının en mühim meyvesi: Şükür

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan tekrar ile;

“Hâlâ şükretmezler mi?” (Yâsin Sûresi, 36:35, 73.); “Şükredenleri elbette mükâfatlandıracağız.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:145.); “Şükrederseniz nimetimi elbette arttırırım.” (İbrahim Sûresi, 14:7.); “Yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.” (Zümer Sûresi, 39:66.) gibi âyetlerle gösteriyor ki, Hâlık-ı Rahmân’ın, ibâdından istediği en mühim iş şükürdür. Furkan-ı Hakîmde gayet ehemmiyetle şükre dâvet eder. Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzip ve inkâr sûretinde gösterip, “Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” (Rahmân Sûresi, 55:13.) fermanıyla, Sûre-i Rahmân’da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdit ediyor, şükürsüzlüğün bir tekzip ve inkâr olduğunu gösteriyor.

Evet, Kur’ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor. Öyle de, Kur’ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intaç edecek bir surette, herbir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür.

Çünkü, hilkat-i âlemde görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat hâlk edilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek, kâinatı hâlk eden Zat, ondan o hayatı intihap ediyor.

Sonra görüyoruz ki, zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta, zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek, Hâlık-ı Zülcelâl, zîhayatlar içinde insanı intihap ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.

Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vazedilmiş. Bütün nev-i insanı ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir. Hattâ rızkın çok envâından yalnız bir nevinin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika namında bir cihazla mat’ûmat adedince mânevî, ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek, kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en câmi, en bedî hakikat rızıktadır.

(Mektûbât, s. 348)

Bediüzzaman Said NURSÎ

26.10.2006


İnsanlığın müsbet harekete ihtiyacı var

Müsbet hareket nedir?

Müsbet hareket, doğru ve isabetli hareket etmektir. Böyle bir hareketin temelinde ise, feraset, feragat, kendine güven, sabır, tamir, insaf, adalet, yardım, sevgi, olumlu ve pozitif düşünce yatmaktadır. Müsbet hareket, aynı zamanda cihaddır ve mukteza-yı hâle mutabık hareket etmektir. Müsbet harekette, başta Allah’ın emirlerine, daha sonra da toplumca kabul gören genel nizam ve kanunlara uygunluk vardır. Bozgunculuğa, tahrip ve tecavüze asla yer yoktur.

Müsbet hareketin kaynağı

Müsbet hareketi pozitif düşünce besler. Her şeyin iyi tarafına bakan, yani bardağın boş tarafına değil de dolu tarafına bakan bir anlayışı kazandırmak gerekiyor. Pozitif düşünen bir insan; gerçekçidir, çözüm üretmeye yöneliktir, alternatifler geliştirir, kalıpları zorlar, değişime ayak uydurur, uzlaşmacıdır, özgür düşünür, kararlı adımlar atar ve başarmayı hedefler.

Fakat içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda her alandaki hızlı değişimler, düşünce sistemimizi zorlamaktadır. Çünkü zihin yapımız, korkunç hızdaki değişimleri fark etmek, anlamak, buna uyum sağlamak, çözüm üretmek ve geleceği yapılandırmak için hızlı karar vermek, ayrıca bu kararları hızla uygulamaya koymak durumundadır. Yorucu olan bu sürekli değişim insanda, iç çatışma, stres, depresyon, tatminsizlik, moral bozukluğu ve motivasyon düşüklüğü gibi durumlara sebep olmaktadır. Böylesine olumsuz şartlarda moral değerlerin aynı hız ve canlılıkta gündemde tutulması gereklidir. Sosyal hayatta yaşanan menfîliklerin en aza indirgenmesi ve çoğunluğun saadetini hedef alan müsbet bir hayat tarzının seçilmesi buna bağlıdır.

Dünyada zulüm, tahrip ve tecavüzlerle dolu görünen menfîliklere, duygu ve kabiliyetleri sınırsız olan insanların taşkınlıklarına dur diyecek birtakım nizam ve kurallara ihtiyaç vardır. Yüce Allah, her zaman bu ihtiyacı karşılamış, insanlara indirdiği semavî kitaplarla ve gönderdiği peygamberlerle başıboş olmadıklarını, birtakım kurallara tabi olduklarını ve sorumluluklarını sürekli hatırlatmıştır.

Sorumluluğunu bilen, Allah’ın emirlerine ve İlâhî nizama uyan bir kimse, müsbet hareket tarzını benimser, canlı veya cansız hiçbir varlığın hukukuna tecavüz edemez, onlar hakkında yanlış düşünemez ve kötülüklerini isteyemez.

İslâmın yanlış imajı

Bugün İslâm toplulukları, müsbet hareketin kaynağı olan İslâm dininin prensiplerinden bir hayli uzak yaşamaktadırlar. Tembellik, ümitsizlik, az gelişmişlik ve menfî olan birçok davranış biçimleri, dış dünyanın, İslâm hakkındaki düşüncelerini olumsuz yönde etkilemekte ve yanlış imaj bırakmaktadır. Bugün İslâmın terörle birlikte anılır olmasının asıl sorumlusu aldanmış ve aldatılmış birtakım Müslümanlardır.

Bir Müslüman her şeyden önce taşıdığı misyonun bilincinde olmalıdır. İslâmı temsil ettiğini hiçbir zaman unutmamalıdır. Kur’ân’ı bir bütün olarak öğrenmeli, hissî ve kendi başına hareket etmekten kaçınmalıdır. Yapacağı her bir hareketin sonunun nereye varacağını iyi hesap etmelidir.

11 Eylül saldırısı gibi saldırılar, İslâma kara çalmaktan başka bir işe yaramaz. Tamamen hissî bir harekettir. Binlerce masum insanın ölümüne sebep olan bir saldırıya, İslâmın müsaade etmesi imkânsızdır. İslâm, bir tek masumun hakkını bile zayi etmemektedir. Bu saldırıda birtakım gizli planların işlediği ve gizli oyunların oynanmış olduğu ve suçun Müslümanlar üzerine yıkılmaya çalışıldığı açıktır. Nitekim 11 Eylül saldırısı bahane edilerek Büyük Ortadoğu Projesini gerçekleştirmek üzere önce işgale, ardından Ortadoğu’nun petrol kaynakları sömürülmeye başlanmıştır. Bugün işgale uğrayan topraklara getirilen vahşî demokrasi sayesinde, Müslümanlar katil Saddam’ı bile arar duruma düşmüşlerdir. Halbuki her bir Müslüman, bilinçli bir şekilde doğru İslâmiyeti kendi hayatında yaşayarak gösterebilmiş olsa, nurlu İslâm hakikatleri parlak bir imajla herkesi hayran bırakacaktır.

—Devam edecek—

Kadir AYTAR

26.10.2006


Râfi’

Allah (c.c.), Râfi’dir, Rafî’dir. Yani Cenâb-ı Hak mutlak yücedir, derecelerin en üstündedir. Azamet ve kibriyâsı hadsizdir, sınırsızdır. Yüceliğine erişilmez. Kullarının derecelerini yükselten Cenâb-ı Hak, Mü’minlere çok lütuflar ve bol sevaplar ihsan eder. Melekleri arşa çıkarır. Gökleri bir biri üstünde kurup yükseltir. Yarattıklarının ve mahlûkatının makam ve mertebelerini yüceltir. Cenneti ve ebedî âlemleri yüksek kılar. İnananlara yüksek dereceler lütfeder.

Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet edilen Râfi’ ismi ve bu ismin mübalâğa şekli olan Rafî’ ismi, Kur’ân’da da vârid olmuştur.

İlgili âyetleri inceleyelim:

“Rafîü’d-derecât (derecelerin en yücesinde) olan arş sahibi Allah, kavuşma günü hakkında uyarmak için, kullarından dilediğine emriyle vahyeder.”1

“Bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerine üstün kıldık. Onlardan, Allah’ın kendileri ile konuştuğu ve derecelerini yükselttikleri vardır.”2

“Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz.”3

Bedîüzzaman’a göre, insanın kusurları sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacı da hadsizdir. Açlık nîmetlerin lezzetlerini anlamaya yaradığı gibi, kusur da Allah’ın kemâl derecelerini idrâk etmemizi sağlar. İnsanın fakirliği, Rahmetin zenginlik derecelerine bir ayna olduğu gibi, aczi de, Allah’ın kudret ve kibriyâsına bir ölçücük teşkil eder. İnsandaki türlü türlü ihtiyaçlar, Allah’ın türlü türlü nîmetlerine ve ihsanlarına bir merdivendir. Öyle ise insanın yaratılmasından gaye, ibâdettir. İbâdet ise, Allah’ın izzet ve yüceliğini bilen insanın, kendi kusurlarına karşı, “estağfirullah, sübhânallah” diyerek Allah’a sığınmasından ibârettir.

Aslında “derecelerin” sonradan yaratılan, hâdis olup varlığı başkasına dayanan varlıklar için söz konusu olduğunu, Cenab-ı Hakkın bütün sıfatlarının ise kendi zâtına mahsus ve zarûrî olduğundan derecelerden münezzeh, nihâyetsiz ve kayıtsız bir hadsizliğe sahip bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman, ancak tamamen soyut olan kavramları bir ölçüde beşer aklına yaklaştırmak maksadıyla Kur’ân’ın Allah’ın sıfatları için bazen “en üstünlük dereceleri” telâffuz ettiğini kaydeder.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre varlıklar âleminde “dereceler,” zıtlarının müdâhalesiyle ölçülmektedir. Meselâ sıcaklığın derecesi soğuğun müdâhalesiyle anlaşılmakta, güzelliğin derecesi çirkinliklerin girmesine göre belirlenmektedir. Oysa, meselâ Allah’ın kudreti zâtî ve zarûrî olduğundan zıddının müdâhalesi zaten mümkün olmamaktadır. Sadece beşerin anlayışına yaklaştırmak amacıyla Allah’ın kudretinin, derecelerin en yükseğinde olduğu ifâde edilmektedir. Bundan, Allah’ın kudretinin ve diğer bütün sıfatlarının, derecelerin en üstününde bulunduğu ve Allah’ın sıfatlarına nisbeten, her şeyin eşit olduğu anlaşılmalıdır.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, bütün kâinatın hakîkatleri, Allah’ın Hak isminin aydınlığından ibârettir. Cenab-ı Hakkın mukaddes mâhiyeti hem vâcibü’l-vücuddur, hem maddeden soyut haldedir, hem bütün varlıkların mâhiyetlerine muhâliftir. Allah’ın mâhiyetinin misli, misâli, mesîli, eşi, benzeri, dengi yoktur. Cenâb-ı Hakkın kudretine ve bütün sıfatlarına nisbeten bütün kâinatın idâresi ve terbiyesi bir bahar ve bir ağaç kadar kolaydır. Allah’ın kudretine nazaran haşr-i azamın, âhiret yurdunun, Cennetin ve Cehennemin îcadı, bir güz mevsiminde ölmüş ağaçların, bir baharda yeniden ihyâları kadar kolaydır.

Bedîüzzaman’a göre bütün peygamberler, Cenâb-ı Allah’ın her şeyi kuşatmış olan Arş-ı Azamın bütün işlerinden, tâ kalbin gayet gizli ve cüz’î hâtırâlarını, arzularını ve duâlarını bilmeye, işitmeye ve idâre etmeye kadar cereyan eden kemâl derecedeki rubûbiyetini ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyayı birden îcat eden, hiçbir fiil bir fiile, bir iş bir işe mâni olmadan, en büyük bir şeyi en küçük bir sinek gibi, kolayca yapan azamet derecesindeki Kudretini ilân, ihbar ve ispat etmişlerdir.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mü’min Sûresi: 15

2- Bakara Sûresi: 253

3- En’am Sûresi: 83; Yusuf Sûresi: 76

26.10.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

HADÎD:

1. Ey “Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih ederler. O, Azîz ve Hakîm’dir” diye buyuran! (1)

2. Ey Nûh ve İbrahim’i peygamber olarak gönderen, ikisinin soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap veren! (26)

3. Ey lütuf ve ihsan elinde olan ve onu dilediğine veren büyük kerem sahibi! (29)

26.10.2006


Risâleleri anlayarak, kabul ederek okumak

İmân ilmine müştak arkadaşlarım,

Bediüzzaman Said Nursî, İhlâs Risâlesinin sonunda bizlere çok büyük bir müjde veriyor. O kadar harika bir kolaylığı beşere takdim edebilmek asrımıza kadar hiçbir müellifte görülmemiştir kanaatindeyiz.

Diyor ki: “Bu Risâleleri anlayarak ve kabul ederek bir sene okuyan, bu zamanın hakikatlı bir âlimi olabilir.”

Evet, fen bütün hızıyla ilerlemektedir. Mâneviyatta yükselmek de, bununla muvazîdir. Maddî alanda bir saatlik yolun bir saniyeye indirildiği bir devri yaşıyoruz. Mâneviyat sahası ise daha sür’atli ve daha vüs’atlidir. Eski zamanda yarım asırda elde edilebilen ilm-i hakikat, şimdi kısa bir zamanda kazanılabiliyor. Belki de daha az bir müddette aynı semere ve netice hâsıl oluyor. Cenâb-ı Hakkın rahmet ve keremiyle bu asır Müslümanlarına ve insanlarına lûtuf buyurduğu bu kadar selâmetli ve kolay elde edilebilecek İslâmî bir maarifin, imâni bir neticenin mevcudiyetini işiten ve aklı başında olan her insan, hususan her Müslüman, bu zengin servete mâlik olmak için Nur Risâlelerine büyük bir sadakat ve sevgi ile çalışmaktan nasıl geri kalabilir?

26.10.2006


‘Toprağı eline alsa, kazanç olurdu’

Hem İmam-ı Buharî başta, râviler naklediyorlar ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Urve bin Ebî Ca’de’ye, ticarette kâr ve kazanç için bereketle duâ etmiş. Urve diyor ki: “Ben bazı Kûfe çarşısında duruyordum. Bir günde kırk bin kazanıyordum, sonra evime dönüyordum.” İmam-ı Buharî der ki: “Toprağı da eline alsa onda bir kazanç bulurdu.”

Mektubat, s. 145

26.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004