Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Saadet Bayri FİDAN

(A)Normal yurdum çeşitlemeleri



Bugünlerde zemin ve semanın hâli mayhoş. Zemin bir tarafı sallıyorken, sema bir tarafı sulara gark ediyor. İkisi de felâket. Artçılar hâlâ devam ediyor Marmara’da. Bilenler kendince yorumlar yapıyor: “Yok şu zamanda deprem olacak. Şu şehirleri vuracak. Şu kadar kişi ölecek.” Hatta işi abartıp gaipten haber alanlar bile var. “Depremin vurduğu şehirlerde sadece cesetler toplanacak” gibi.

Şaşıp kalıyorum. Bu kadar kolaysa ölüm, neden hepimizde bir ürkeklik var. En ufak bir sarsıntıda birbirimizin yüzüne bakıp susuyoruz. Ölümden korkuyor muyuz, korkmuyor muyuz? Korkuyorsak, neden aynı davranışları sergiliyoruz. Hâlâ aynı hal ve hareketler içindeyiz. Değişen hiçbir şey yok hayatımızda. Dün ne isek, bugün aynıyız. Belki dünden de geriyiz. İki günü eşit olan zararda iken, bizim hâlimiz daha mı acı? Peki korkmuyorsak, neden her sallantıda koşaradım dışarı çıkıyoruz. Saatlerce bekleyip yeniden dönüyoruz. Ufak bir harekette “Deprem mi oldu?” deyip sararıyoruz. Dizlerimizin bağı çözülüyor. Yüreğimize kramplar giriyor. Neden, kimden kaçıyoruz? Elbette tedbiri elden bırakmamak lâzım da, her an gelebilecek bir ölüme sadece evden dışarı çıkarak mı hazırlanıyoruz?

Gençlerde bir korku. Onlar daha bir farklı oldu bugünlerde. Ya deprem olur da ölüm gelirse kapılarına, diye başka bir hâl var üzerlerinde. Zira, “Bize bir şey olmaz bu kadar yaşlı varken” diyemiyorlar. Yaşlılar “Artık vademiz doldu. Bu kadar yaşadık yeter” demekten çekiniyorlar. “Yaşamak her yaşta güzel” diyor hâlleri.

Yaşantımızla cevaplamamız gereken sorular bunlar. Hangi tarafta olduğumuzu bu şekilde gösterebiliriz. Korksak da korkmasak da hazır olmalıyız gidilecek yere. Ama bence hepimiz korkuyoruz; elimiz yüreğimizde bekliyoruz. Uyurken bile dikkatli uyuyoruz. Gelen her telefonla mahzunlaşıyoruz. Bugünlerde konuştuğumuz her kişiyle helâlleşiyoruz. Malûm ya, bir gece yarısı deprem çalar da kapımızı, hiç uyandırmadan alıp götürürse bizi? “Ölüm bu kadar yakın mı?” diyesim geliyor. Boş bir soru olduğunu anlıyorum ve bu kadar yakın olduğunu yeniden fark ettik, diyorum.

Uzakta olanlar depremle yaşamıyorlar diye daha rahat; ama doğuyu vuran sel felâketi ihtar ediyor. Sadece zeminden gelmez. Semadan da gelebilir felâketler, diye. “Ne işiniz var oralarda?” diye hesap soranlara, şimdilerde sadece televizyonlardan bakıyoruz. Birileri bu şehirlerden gitme telâşında. Biz rahatız diyenleri bugünlerde sular rahat bırakmıyor. Ölenlerin sayısı artarken, “Hangisi daha tehlikeli?” demekten kendimi alamıyorum. Bir anda sallanmak mı? Sulara gark olmak mı? Sonra, tıpkı zihnim gibi, biraz karışıyor cümleler. Normal zamanda ayağımızı daha rahat basıp yerin sağlamlığına güvenirken, şimdilerde korkuyoruz çünkü. Sallanıp dengesini koruyamaz diye zeminin hiddetinden çekiniyoruz. Derken, hiç ummadığımız bir yerden, semadan gelen âfetle sarsılıyoruz bu defa. Hâsılı bugünlerde bir ses inletiyor beynimizi âşikâre: “Her yer onun mülkü. Yer, gök ve onun içindekiler de…”

Zihnim ve kalbim bu felâketler zinciriyle meşgul olurken, televizyonlarda vahşet haberlerini duyuyorum. Ağlasam mı, dövünsem mi diyorum. Küçücük çocukların başlarına gelen bilmem kaçıncı hâdiseyi görünce, “Şüphesiz insan azgınlaşır” âyeti zonkluyor iç âlemimde. Evet, azdık ve yer-gök olsa olsa bu azgınlık karşısında hiddete geliyor. Hepimiz bunun farkındayız. Haber spikerleri yapılan vahşete ad koyamıyor. Yoksa artık anarşist bir ruh mu sarıyor sosyal hayatımızı? Farkında mısınız? Anlayacağınız, zalimliğin sınırı yok insan için. Hele ki küfür insanı gayet aciz canavar etmişse…

Çocuklar artık sokakta rahat oynayamıyor. Karşı komşuya bırakamıyor bebeklerini anneler, bir sokak arkadaki markete gitmek için. Velhâsıl kendimize güvenimiz kalmadı. Vakit âhir zaman. Yaşananları görüp okudukça, iman zayıflığının toplumu ne hâle getirdiğini görüyorum. Ve acıyorum kendime, çevreme, çocuklara ve onlardan oluşacak yarınlara. Ve merak ediyorum, körpe dimağlara vicdan denen yasakçıyı nasıl idrak ettireceğiz?

07.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (24.10.2006) - Bugüne bayram derler

  (17.10.2006) - Hoş gidiyorsun Ramazan

  (03.10.2006) - Ramazan’a sımsıkı sarılmak...

  (26.09.2006) - Bu Ramazan bana farklı geldi

  (19.09.2006) - İğnelerim var, iğneler...

  (17.09.2006) - En son kimi kovdunuz kapınızdan?

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004