|
|
Davut ŞAHİN |
TÜYAP'ın ardından |
|
TÜYAP’tan yayınlanan yazılı açıklamada şöyle deniyor:
28 Ekim Cumartesi günü Beylikdüzü’ndeki fuar merkezinde açılan ve Pazar günü sona eren İstanbul Kitap Fuarı’nı 330 bin ziyaretçi gezdi...
Sayıyı tekrar ediyorum:
330 bin.
Harika bir rakam.
TÜYAP’ın ilk yılından bu seneye kadar katılan kitabevlerine verilen 25. yıl balosunda şükran plaketleri veya Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine, yayınevleri tarafından yüzlerce kitap bağışlandığı konusu beni ilgilendirmiyor.
Hatta, Doğan Hızlan’a TÜYAP Kitap Fuarında “onur” ödülü verilmesi de.. Merak ediyorum, Hızlan’a bu ödül ne hikmete binaen verildi. Türkiye’de o kadar verimli yazar varken... Kaldı ki, Prof. Yalçın Küçük de, Hızlan’a ödül verilmesine tepki gösterenlerden... Malûm, Küçük Hoca, yıllardır TÜYAP Kitap Fuarını boykot ediyordu. Ama bu sene yayınevinin özel isteğiyle “boykot”u kaldırdı.
Diyor ki:
“Doğan Hızlan yazarsa ben de Nicole Kidman’ım. Doğan Hızlan bugüne kadar ne yazmış, neyi yazmış? Türkiye’nin yazarlarını kötülemekten başka ne yapmış? Ancak görüyorum ki, TÜYAP Kitap Fuarı da Doğan Grubu’na teslim olmuş durumdadır. Bu yazar bile olmayan Doğan Hızlan’a ödül verilmesinin başka anlamı yok.” (Kalemler ve Kılıçlar, Sky Türk)
Küçük Hoca’nın şu iddiası ne derece doğru bilemeyiz: Yazar Orhan Pamuk’un bir adının “Ferit” olduğu ve Doğan Hızlan ile akraba çıktığı filan...
Neyse, bu bizi ilgilendirmiyor, bizi ilgilendiren kısmı, tâ Beylükdüzü’ne kadar gelebilen 330 bin okuyucu...
İmza günü münasebetiyle her türlü zorluğa katlanan okuyucuların, standları ziyaret ederek, seçtiği kitabı almaları sevindirici.
Fuarda, birçok yayınevinin yazarları kendi standlarında imza için okuyucu beklerken, kimi popülist yazarlar medyanın gazıyla okuyucularına kitap imzalıyor. Kimi kitapseverler, fark edebildikleri yazarların etrafında oturuyor, kültür ziyafeti çekiyor, kimi okuyucular bir zaman gazete sütunlarından inmeyen yazarları tanımıyor bile.
Tam karşı stantta bir zamanlar “Basın Konseyi” başkanlığını yapmış Nail Güreli oturuyor. Elinde kalemi, kitabını imzalayacak bir okuyucu bekliyor... Yanıbaşımdaki stantta ise bir başka yazar, okuyucularını dört gözle bekliyor. Güreli’yi ne zamanki bir muhabir farkediyor, hemen söyleşiye başlıyor. Biraz sonra alabileceği bedava kitabın hesabını yaparak, saatlerce çekim yapıyor. Söyleşi bittikten sonra, eline aldığı kitaba göz gezdiriyor.
Yeni Asya Neşriyatı standında ise ben önümde yığılmış çocuk kitaplarını imzalamak için oturuyorum. Tezgâhta Aslan Özdemir ve gözleri heyecanla parlayan Said Özen’le birlikte fuar gezginleriyle ilgileniyor... Bir çok standın görevlilerine bakıyorum, isimsiz kahramanlar canla başla kitap satmanın heyecanıyla, okuyucularını arıyor...
Ne zamanki kitap alan bir okuyucumuzun karikatürünü çiziyoruz, hemen başımıza toplanıyorlar. Kimi çocuk okuyucular, ebeveynini zorlayarak kitap aldırıp, karikatürünü çizdiriyor...
Gençlerin özellikle bu fuarı tercih etmeleri enteresan.
İşin garibi, taa Ümraniye’den gelen bir okuyucumuz, İstanbul’un diğer ucu Beylikdüzü TÜYAP Kitap fuarına aracı olmadan gelebilmiş. Belediye imkânlarıyla gelmek, başlı başına bir iş... Kitap sevgisi bu ağır şartları hiçe indiriyor demek.
Dost yayınevlerini gezme fırsatı da buldum. Geleceğe dair öylesine umutlu konuşuyor ve diyorlar ki;
“Okumayan nesil diyorlar. Şu koridora bakın... Herkes birbirine çarpmamak için omuz omuza gidiyor. Dışarıda kar yağıyor, burada ise okuyucu...” diyorlar.
Kadîm dostum çizer Dağıstan Çetinkaya’yla sohbet ediyorum. Çizdiği posterlerini ve karikatür kitabını imzalıyor. Okuyucularla sohbet ediyor. Kimi üniversiteli okuyucular bizi de tanıyor. Gözleri parlayarak, iki mutluluğu bir anda yaşadıklarını ve bunu dostlarına anlatacaklarını söylüyor.
Geçmişi konuşurken, geleceğe dair projeler üzerinde duruyoruz.
Diğer yayınevlerinin editörleri ile de konuşuyoruz, kitap sohbeti bitmek bilmiyor.
Fırtınayla karışık kar yağışı Beylikdüzü’nü dümdüz ederken orada ayrılmaya çalıştık. Trafik kördüğüm. İstanbul merkeze nasıl dönüş yapabileceğimizi kara kara düşünürken, Anadolu yakasından gelen ve hiçbir vasıtası olmayan kahraman okuyucuları düşündüm... Helâl olsun! demekten kendimi alamadım.
07.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Kitap fuarı ve YÖK |
|
Ankara’dan İstanbul’a giderken güneşli bir gün bizi uğurlamıştı. Dönerken hava soğukluğu eksi 11’i gösteriyordu. İstanbul’un sel sonrası başlayan kış denemeleri ise normal bir seyirdeydi. Pazar günü, 25. Tüyap kitap fuarına katılmak üzere kendimizi hazırlamıştık. Boğaziçi köprüsünün trafiğe kapatılması, azıcık yolumuzu uzatsa da, Fethipaşa korusunda bulunan Dilruba’da ulaşmamıza mani olmadı.
Asya’dan Avrupa’ya Boğaziçi köprüsünden binlerce katılımcı koştu. Avrasya Maratonunun 28.si atletlerin yarışmasına sahne oldu. Dilruba’dan yarışmayı ve boğazın eşsiz manzarasını seyretme şansımız oldu. Maratona katılanlar kışın kendini hissettiren hafifliğinde ve temiz bir havada Avrupa kıt’asına geçtiler. Hayırlısıyla bizim siyasî maratoncularımız da inşallah halkla beraber yürüyüp Avrupa kıt’asına ülkeyi taşırlar.
Biz de günün maratonunda tarih sohbetine, Orta Asya’nın ve 19. yüzyıldan günümüze gelen değişim ve etkilerine dair akademik bir uzmanın sohbeti ile zenginlenen fikri mutfak “ürünleri” ile sohbetteydik.
***
Tüyap ve Türkiye Yayıncılar Birliği ile düzenlenen İstanbul Kitap Fuarı, bu yıl 25. defa okuyucularla yayınevlerini ve yazarları buluşturdu. İlk defa katıldığım 3. kitap fuarının 1980’in başındaki kapasitesi ile kıyaslandığında, muazzam bir gelişmenin ve değişmenin topluma yansıyan sonuçlarını hemen fark ediyorsunuz.
Cumhuriyet Kitap Kulübünün 1983-1984’te Risâle-i Nur Külliyatı’nı kataloğuna alması, o günlerde en çok konuşulan ve dikkat çeken bir gelişmeydi. Yeni Asya standı önünde uzayan kuyruklar dışarıya kadar taşardı. Taksim’de Atatürk Kültür Merkezi’nde yapılan ilk Tüyap fuarları, zamanla oraya sığmaz oldu ve Beylikdüzü’ndeki geniş alana taşındı.
Sanayi ürünleri kadar sosyal ürünlerin de, bilhassa fikir sermayesinin her türlü kontrol ve dayatmadan uzak kendini takdim edebildiği böylesi ortamlar, bir ülkenin geleceği ve okuma alışkanlığı ile birlikte, düşünen ve düşündüren insanların sorgulama kültürünü arttıracaktır.
Fuarın son günü olması hasebiyle oldukça kalabalıktı. 500 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katıldığını, geçen yıla nazaran daha fazla firmanın iştirak ettiğini öğrenmemiz sevindiriciydi. Yeni Asya da fuarda yerini almıştı.
Erken ayrılmak zorunda kaldığımız fuarda, sağın ve muhafazakârların da hatırı sayılır düzeyde ağırlıklı olduklarını müşahede ettim. Tez-antitez dengesi içinde araştırmaların artması, doğruların buluşma zeminini kolaylaştıracaktır. Türkiye’nin demokratik çıtasını yükseltecek bu tür kültür faaliyetleri devam etmeli.
***
12 Eylül ihtilâlinin doğurduğu sakat bebeklerden YÖK’ün de 25. yılıydı dün. 6 kasım 1981 yılında 2547 sayılı yasayla kurulan YÖK, şimdiki başkanın da itirafıyla “talihsiz bir ortam”dan çıkmıştı. Maalesef o talihsizlik devam ediyor. Sivil siyasetin çözemediği bir kambur olarak önümüzde duruyor.
YÖK’ün hükümetle işbirliği içinde Yüksek Öğretim Strateji Taslağını siyasî iradeye sunma olgunluğunu göstermesi gerekir. Her yıl öğrencilerin protesto ettiği YÖK’ün kuruluş yıl dönümlerini normalleştirecek düzenlemelerin vakti çoktan geçiyor.
Herkesin şikâyetçi olup değiştirmediği YÖK, AB sürecine uygun kendi sınırlarına çekilmelidir.
Günümüzün taleplerini ve sosyal parametrelerini doğru okuyamayarak ideolojik bağnazlığın içine hapsolmuş bu kurumun zaman kaybetmeden yeniden düzenlenmesi herkesin ortak talebi.
Bunu başarmak için, bilimle siyasetin ortak eksenine inanmış sağduyulu bir yaklaşım gerekir. Bunu hükümetten ve YÖK’ten bekliyoruz.
07.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
(A)Normal yurdum çeşitlemeleri |
|
Bugünlerde zemin ve semanın hâli mayhoş. Zemin bir tarafı sallıyorken, sema bir tarafı sulara gark ediyor. İkisi de felâket. Artçılar hâlâ devam ediyor Marmara’da. Bilenler kendince yorumlar yapıyor: “Yok şu zamanda deprem olacak. Şu şehirleri vuracak. Şu kadar kişi ölecek.” Hatta işi abartıp gaipten haber alanlar bile var. “Depremin vurduğu şehirlerde sadece cesetler toplanacak” gibi.
Şaşıp kalıyorum. Bu kadar kolaysa ölüm, neden hepimizde bir ürkeklik var. En ufak bir sarsıntıda birbirimizin yüzüne bakıp susuyoruz. Ölümden korkuyor muyuz, korkmuyor muyuz? Korkuyorsak, neden aynı davranışları sergiliyoruz. Hâlâ aynı hal ve hareketler içindeyiz. Değişen hiçbir şey yok hayatımızda. Dün ne isek, bugün aynıyız. Belki dünden de geriyiz. İki günü eşit olan zararda iken, bizim hâlimiz daha mı acı? Peki korkmuyorsak, neden her sallantıda koşaradım dışarı çıkıyoruz. Saatlerce bekleyip yeniden dönüyoruz. Ufak bir harekette “Deprem mi oldu?” deyip sararıyoruz. Dizlerimizin bağı çözülüyor. Yüreğimize kramplar giriyor. Neden, kimden kaçıyoruz? Elbette tedbiri elden bırakmamak lâzım da, her an gelebilecek bir ölüme sadece evden dışarı çıkarak mı hazırlanıyoruz?
Gençlerde bir korku. Onlar daha bir farklı oldu bugünlerde. Ya deprem olur da ölüm gelirse kapılarına, diye başka bir hâl var üzerlerinde. Zira, “Bize bir şey olmaz bu kadar yaşlı varken” diyemiyorlar. Yaşlılar “Artık vademiz doldu. Bu kadar yaşadık yeter” demekten çekiniyorlar. “Yaşamak her yaşta güzel” diyor hâlleri.
Yaşantımızla cevaplamamız gereken sorular bunlar. Hangi tarafta olduğumuzu bu şekilde gösterebiliriz. Korksak da korkmasak da hazır olmalıyız gidilecek yere. Ama bence hepimiz korkuyoruz; elimiz yüreğimizde bekliyoruz. Uyurken bile dikkatli uyuyoruz. Gelen her telefonla mahzunlaşıyoruz. Bugünlerde konuştuğumuz her kişiyle helâlleşiyoruz. Malûm ya, bir gece yarısı deprem çalar da kapımızı, hiç uyandırmadan alıp götürürse bizi? “Ölüm bu kadar yakın mı?” diyesim geliyor. Boş bir soru olduğunu anlıyorum ve bu kadar yakın olduğunu yeniden fark ettik, diyorum.
Uzakta olanlar depremle yaşamıyorlar diye daha rahat; ama doğuyu vuran sel felâketi ihtar ediyor. Sadece zeminden gelmez. Semadan da gelebilir felâketler, diye. “Ne işiniz var oralarda?” diye hesap soranlara, şimdilerde sadece televizyonlardan bakıyoruz. Birileri bu şehirlerden gitme telâşında. Biz rahatız diyenleri bugünlerde sular rahat bırakmıyor. Ölenlerin sayısı artarken, “Hangisi daha tehlikeli?” demekten kendimi alamıyorum. Bir anda sallanmak mı? Sulara gark olmak mı? Sonra, tıpkı zihnim gibi, biraz karışıyor cümleler. Normal zamanda ayağımızı daha rahat basıp yerin sağlamlığına güvenirken, şimdilerde korkuyoruz çünkü. Sallanıp dengesini koruyamaz diye zeminin hiddetinden çekiniyoruz. Derken, hiç ummadığımız bir yerden, semadan gelen âfetle sarsılıyoruz bu defa. Hâsılı bugünlerde bir ses inletiyor beynimizi âşikâre: “Her yer onun mülkü. Yer, gök ve onun içindekiler de…”
Zihnim ve kalbim bu felâketler zinciriyle meşgul olurken, televizyonlarda vahşet haberlerini duyuyorum. Ağlasam mı, dövünsem mi diyorum. Küçücük çocukların başlarına gelen bilmem kaçıncı hâdiseyi görünce, “Şüphesiz insan azgınlaşır” âyeti zonkluyor iç âlemimde. Evet, azdık ve yer-gök olsa olsa bu azgınlık karşısında hiddete geliyor. Hepimiz bunun farkındayız. Haber spikerleri yapılan vahşete ad koyamıyor. Yoksa artık anarşist bir ruh mu sarıyor sosyal hayatımızı? Farkında mısınız? Anlayacağınız, zalimliğin sınırı yok insan için. Hele ki küfür insanı gayet aciz canavar etmişse…
Çocuklar artık sokakta rahat oynayamıyor. Karşı komşuya bırakamıyor bebeklerini anneler, bir sokak arkadaki markete gitmek için. Velhâsıl kendimize güvenimiz kalmadı. Vakit âhir zaman. Yaşananları görüp okudukça, iman zayıflığının toplumu ne hâle getirdiğini görüyorum. Ve acıyorum kendime, çevreme, çocuklara ve onlardan oluşacak yarınlara. Ve merak ediyorum, körpe dimağlara vicdan denen yasakçıyı nasıl idrak ettireceğiz?
07.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah'ı sever gibi |
|
En çok sevgiye lâyık olan Allah’tır. Yaratılışa yerleştirilen bu sonsuz sevgi ancak Onu sevmede kullanılabilir. Ondan başka hiçbirşey Onun kadar sevilemez. Aksi halde insan onu ilah edinmiş olur.
Eğer bir insanın kalbinde Allah sevgisinin yerine başka sevgiler yerleşiyor, kişi Allah’ı sevdiği kadar onları seviyorsa bu onun putu olur.
Kişi sevdiğine uyar, peşinden gider, arzu ettiklerini yapar; emirlerini emir, yasaklarını yasak edinir. Bazen Firavun ve Nemrutlara tapmada olduğu gibi bunu açıktan yapar. Bazen de ilâh edindiği taşa, tahtaya, yıldıza tapar ve Allah’a yönelteceği sevgisini onlar için kullanır.
Bazen de Allah’ı sever gibi sevdiği herhangi bir insan, kendine göre büyük ve reis tanıdığı bir kimsedir. Hak Dini Kur’ân Dili tefsirinde denilir ki: “Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi seven ve onlar uğrunda herşeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, şirk konusunun putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder…
“Avrupa ruhunda, Avrupa edebiyatında bu tür şirk, o kadar ileri gitmiştir ki her eline bir kalem alan ve herhangi bir şiir söylemek isteyen kendi sevgilisine ilâh mertebesi vermeyi, en ufacık bir işi övmek için hemen yaratma kudretini yakıştırmayı bir hüner, bir şeref sayar.”1
Bazen de insan sevdiği o şeyi Allah’ı sever gibi severek ona mutlak itaat eder ve onun için herşeyini fedâ eder.
Kur’ân insanları bu tip yanlışlara düşmekten sakındırmak için buyurur ki:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başkalarını Ona denk tutarlar ve onları, tıpkı Allah’ı sever gibi severler. Mü’minlerin Allah’a olan sevgileri ise çok daha kuvvetlidir. Keşke o zalimler, azabı gördükleri zaman anlayacakları gibi, bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azâbının pek şiddetli olduğunu şimdiden anlayabilselerdi!
“Dünyada iken kendilerine uyulmuş olan büyükler, o zaman, peşlerine takılmış olanlardan uzaklaşmış ve onları reddetmişlerdir. Artık hepsi birden azâbı görmüş ve aralarındaki bütün bağlar kesilmiştir.
“Büyüklerinin peşlerine takılanlar, o zaman derler ki ‘Keşke bir kere daha dünyaya dönsek de, şimdi onların bizi reddettiği gibi biz de onları reddetsek!’ İşte Allah onlara, yaptıklarının neticesini böylece pişmanlık üstüne pişmanlık olarak gösterir. Onlar ateşten asla çıkacak değillerdir.”2
Dipnotlar:
1- Hak Dini Kur’ân Dili, 1:473-474.
2- Bakara Sûresi: 165-167.
07.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ya hayır konuş, ya sus? |
|
Konuşmak; en önemli bir özelliğimizdir ve sorumluluğu da vardır. Öyle ise, konuşma melekemize şu temel maddeler çerçevesinde bakmalıyız:
* Konuşmak, Cenâb-ı Hakkın Kelâm sıfatından gelir.
* Kâinat, çeşitli avaz ve nağâmatlarla konuşuyor! Zerrelerden yıldızlara, hayvanlardan bitkilere, rüzgârlardan sâir unsurlara kadar! Kimi kal/söz, kimisi de hâl/davranış diliyle! Bu durum; kelâm sıfatının bitkilerde, unsurlarda, hayvanlarda ve insanlarda farklı farklı yansımasıdır.
* Her şeyi konuşturan, bütün varlıklara kendi lisanlarıyla konuşma özelliği veren Mütekellim-i Ezelî’dir. Kâinatı, varlıklar sayısınca bu kadar güzel diller ile konuşturan Zât, yâ kendisi ne kadar güzel konuşur?
* “Mâdem yapan bilir, elbette bilen konuşur! Madem konuşacak; elbette zîşuûr ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak!” Yüce Yaratıcımız; ezelî Kelâm sıfatının gereği olarak insanlarla Semâvî kitaplar, Kur’ân’ı vahyederek konuşmuştur.
* Konuşmak, insanın en açık, en temel vasıflarındandır.
* Konuşma, “kuvve-i şeheviyenin” teferruâtındandır; ifrat ve tefrit denen aşırılıklardan sakınmalıdır.
* Gayr-i meşrû konuşmalar, muhutabın yanında, konuşana da zarar verir. Çünkü, söylenen her söz, lastik topu gibi gider, hedefini bulur ve geriye döner.
* Kötü, çirkin bir söz; kanlı savaşları, çarpışmaları; güzel söz barışı, kardeşliği, güzelliği, birleşmeyi, hoşgörüyü getirir.
* Hâfızamız bir kelime tarlası, kelâm bir tohumdur. Ona ne ekersek, onu biçeriz.
* Söylenen her söz, zihinde bir iz bırakır. Ağızdan çıkan kelimeler, yaydan çıkmış oka benzerler; geriye döndürülemezler!
* Sözün değerini ortaya koyan dört unsur vardır: Sözü kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş, ne makamda söylemiş? (Sözler, s. 395)
* Mü’minin konuşmasında iki terazisi vardır: Kur’ân ve Sünnet.
* Kur’ân; meşrû olmak şartıyla, kâinat çapında bir konuşma hürriyeti getirmiştir.
* İki göz, iki kulak, bir dil; iki müşahede, iki dinleme ve bir konuşma demek olmalıdır.
* Dil kor bir ateştir; istersen ısıtır, dilersen yakar!
* İnsanın gerçeklere olduğu gibi, keyif verici mizaha da ihtiyacı var. Fakat, bu keyifli mizah, ölçüyü aşıp, ruhun inceliklerinin keyfini kaçırmamalı.
* Konuşmanın da “ifrat, vasat ve tefrit” denen, aşırı ve orta mertebeleri vardır. Vasatı (orta); yer, zaman, ortam ve muhatabına göre iyi, güzel, hikmetli, faydalı, dengeli söz söyleme mahareti, sanatıdır.
Kur’ân ve Sünnetin eğitim ve terbiyesini alan hayat ve konuşmasını dengeleyen mü’min; “Ağzından çıkan her kelimeden mes’ul olduğunu bilen; daima mütebessim; düşünerek gülen, gülerken düşünen, güldürürken düşündüren” nezaket ve nezahet timsâli bir insandır. Bir mü’mine karşı tebessümün dahi ibadet olduğunun; boş ve nâhoş konuşmanın, dedi-kodu ve gıybetin sâlih amellerini yaktığının, başkasının kalbini kırmanın, sosyal itibarını zedelemenin mesuliyetli bir davranış olduğunun şuurundadır!
Ya “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” (iyiyi, güzeli, doğruyu anlatmak, kötü ve çirkinden men etmek), insan hak ve hürriyetlerini yerleştirmek için konuş veya sus!
07.11.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
"Dördüncü Mustafa"nın ölümü |
|
Türkiye'nin "devrimci çizgi"de giden karizmatik hüviyete sahip "dört Mustafa"sı vardı.
Bunlar sırasıyla: Mustafa Kemal (10 Kasım 1938'de öldü), Mustafa Fevzi (10 Nisan 1950'de öldü), Mustafa İsmet (25 Aralık 1973'te öldü), Mustafa Bülent (5 Kasım 2006'da öldü.)
"Dördüncü Mustafa" olan M. Bülent Ecevit'in bu dünyadan gitmesiyle birlikte, "karizmatik Kemalist" niteliğine sahip liderlerin de sonu gelmiş oldu.
Zira, Ecevit "devrimci–laik Kemalist çizgi"nin karizmatik son lideriydi.
Onun da gitmesiyle, aslında bir devir kapanmış oldu.
Kaldı ki, Ecevit, siyasî hayatının son demlerinde var olan karizmayı da çizdirmiş ve artık o "kriz–matik" bir lider görüntüsü vermeye başlamıştı.
İcraatları
Birinci Mustafa olan Atatürk, CHP'nin ilk genel başkanıdır. Yapılan devrimlerin öncelikli sahibidir. Devrim kànunlarının ilk 14 yıllık (1924–38) uygulayıcısıdır. Uygulamadaki birincilik ona aittir.
İkinci Mustafa olan İsmet Paşa ise, devrim kànunlarının tam 50 yıllık takipçisi ve uygulayıcısıdır. İcraat müddeti uzun olmakla beraber, nisbeten daha zayıf ve kesintilidir. 1938–1950 döneminin "Tek Şef"idir. Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda (ikinci) CHP'nin genel başkanıdır.
Üçüncü Mustafa olan Fevzi Paşa, ilân edilen devrim kànunlarının tamamı, onun inisiyatifindeki askeriyenin kuvvetiyle tatbik edildi. Zira, tam 22 yıl müddetle (1922–44) genelkurmay başkanlığı yaptı. Kendi inisiyatifini ilk iki Mustafa'nın emir ve iradesine bağladı; dolayısıyla, verilen her emri harfiyyen yerine getirmeye çalıştı. 5 Ağustos 1946'da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde, İsmet Paşaya karşı Demokrat Partinin desteğini aldı. Ancak kazanamadı; iki sene sonra ise, Millet Partisinin fahrî başkanı olarak DP'nin oylarını bölme misyonunu üstlendi. 14 Mayıs 1950'deki seçimden bir ay evvel öldü; DP ise, müthiş bir patlama yaparak tek başına iktidara geldi.
Dördüncü Mustafa olan Bülent Ecevit, CHP'nin üçüncü genel başkanıdır. "Atatürk devrimleri"ni yeniden canlandırmak ve hayata geçirmek için vargücüyle çalıştı. Ancak, her hamlesinde ülkeyi bir başka krizin eşiğine getirdi: 1974'te—hâlâ bir neticeye bağlanamayan ve uluslar arası krizin ana maddesi olan—Kıbrıs Harbi, 1978–79'da ülke genelinde yaşanan yokluk ve kuyruklar, 2001'de yaşanan son elli yılın en fecî ekonomik krizi, Ecevit'in en belirgin icraatlarındandır. Mânevî yarası en derin icraatı ise, meşhûr "28 Şubat kararları"nı gaddarca uygulamaya sokmasıdır.
Dördü de küsülü gitti
Birinci Mustafa Kemal Atatürk, İkinci Mustafa İsmet İnönü'ye küs gitti. Ölümünden önce İnönü'yü Başbakanlıktan uzaklaştırdı; yerine Bayar'ı atadı. Söylentilere göre, İsmet Paşanın Bayar'a ilişememesi ve bir daha ülke yönetimine el atamaması için, son günlerde birtakım zecrî tedbirler de başvuruldu. "Vasiyetnâme"nin 5. maddesi, bu hususta önemli bir ipucu teşkil ediyor.
Üçüncü Mustafa Fevzi Çakmak da, İkinci Mustafa İsmet Paşaya küs gitti. Çünkü, genelkurmay başkanı olduğu askeriyeden ayrılmak istemiyordu. Ama, bizzat kendisinin silâh zoruyla cumhurbaşkanı seçtirdiği İsmet Paşa tarafından 1944'te zorla emekliye sevk edildi. Bu yüzden küs, hatta düşmanca ayrıldılar. Fevzi Paşanın 11 Nisan 1950'de yapılan cenaze merasiminde büyük olaylar yaşandı.
İkinci Mustafa İsmet Paşa, halefi olan Mustafa Bülent'e küs gitti. CHP'nin 1972 yılındaki genel kongresinde başkanlık için rakip aday oldular. İsmet Paşa yarışı kaybetti. Çok kahırlandı. Öyle ki, 50 yıllık partisinden ayrılmakla da kalmadı, siyasî hayata vedâ etti; bıraktı, küstü, gitti... Bir yıl sonra da dünyadan gitti.
Dördüncü Mustafa Bülent Ecevit, halefi İsmet Paşanın oğlu Erdal İnönü'ye de, selefi olan Deniz Baykal'a da küs gitti. CHP lideri Baykal, son demde Ecevit'le kucaklaşamadan ayrıldıklarını söylüyor. Son genel seçimde partisinin oyları dibe vuran Ecevit, 172 günlük komanın ardından—10 Kasım'a da 4-5 gün kala—vaktiyle genel başkanı olduğu CHP'nin hemen bütün kurmay kadrosuyla küskün bir şekilde dünyadan göçüp gitti.
Halefi Baykal'ın onun hakkında söyledikleri, bir başka açıdan bizi de aynen teyid ve tasdik ediyor: "Ecevit'in ölümü, tarihî bir dönemin kapanışıdır."
Günün Tarihi
Darbe anayasasının zoraki kabulü
7 Kasım 1982: İhtilâl ürünü anayasa, referandumla halka kabul ettirildi. 12 Eylül darbecilerinin hazırlattıkları anayasa, şiddetli baskı, korku ve tek taraflı yoğun bir propaganda bombardımanı altında halka oylattırıldı. Kabul nisbeti % 90'ın üzerinde görüldü.
12 Eylül fermânı
(Zaman, 13 Eylül 1999)
Evren, şehirden şehire koşuyor, anayasaya evet oyu istiyordu. O günlerde gazeteler sadece Evren’in sözlerini yayımladılar. Çünkü eleştirmek yasaktı. Oylamaya katılmak zorunluydu. Oy pusulasının içine konan zarflar şeffaf hazırlanmıştı. Anayasaya hayır oyu maviydi ve zarfın içinde bile belli oluyordu. Oylamanın yapıldığı sandık başlarındaysa güvenlik güçleri nöbet tutuyordu. Mavi, korku ve çekinme duygusu uyandırıyordu. Sonuçta beklenen oldu. Anayasaya evet demek olan beyaz oylar ezici bir üstünlük sağladı. (...)
Ve, Sami Selçuk’un sorduğu soru: 1982 Anayasası bir “ferman anayasası” mı, değil mi? Türkiye’ye yıllar önce biçilen elbise her taraftan patlamaya başladı mı, başlamadı mı?
07.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
“Lüks hayat”ın korkutan tehdidi |
|
Lafı evirip çevirmeden söyleyeyim ki, “Lüks Hayat” denilen bir yaşama biçimi, insanlığı önemli bir şekilde tehdit etmektedir. Daha güzel bir hayat yaşama arzusunun, sadece dünya ehli olarak bilinen insanlara mahsus olmaması ve dindar olarak bilinen insanlara da sirayet etmesi, tehlikenin boyutunu açık bir şekilde göstermektedir. Bu mesele, “Bütün hataların başı” olan dünya sevgisinin günümüzde nasıl bir handikap oluşturduğu açısından üzerinde önemle durulması gereken bir konu haline gelmiştir.
Belki bizim, insanların ‘kendi zenginliklerinden faydalanması’ üzerinde yapacağımız değerlendirmeler, “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” şeklinde bir yorumu akla getirebilir. Ama olay, burada zengin-fakir ayırımı yapmak ve fakirlerin de lüks bir hayat yaşaması gerektiğini dile getirmek gibi bir çerçeveye oturtulacak kadar basit değildir. Bu sebeple, burada, dünya imkânlarından oldukça fazla faydalanmanın insanın hayatı üzerindeki olumsuz etkilerini düşünmek ve düşüncelerimi de sizinle paylaşmak istiyorum.
Bu dünyada, huzur içinde, dünya meşgalelerinden uzak bir şekilde inancını yaşamak, her inançlı insanın arzulayabileceği bir durumdur. Böyle bir vasatın oluşması için güzel bir mekânın şart olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ‘güzel mekân’ konusu değişik şekillerde yorumlanabilmekte ve bu mekân meselesi çoğu zaman insanlar için bir tuzak mahiyetini alabilmektedir.
Herkesin ailesiyle huzurlu bir şekilde yaşayabileceği mülk bir hanesinin olması, dünyanın, şükredilmesi gereken önemli bir nimetidir. Buna hiç kimsenin itiraz etmesi ve insanları mağaralarda veya uygunsuz mekânlarda yaşamaya teşvik etmesi savunulacak bir yaklaşım tarzı değildir. Ancak dünyanın ortalama hayat tarzını oldukça fazla aşan ve yüksek fiyatlarla elde edilebilen mekânlara sahip olmak için aşırı bir şekilde harcama yapılmasına müsamaha ile bakmanın inancımız açısından mümkün olmadığını söylemenin de yanlış olmayacağını düşünüyorum.
Örnek verebilseydik belki söylemek istediğimizi daha iyi ifade etmiş olacaktık. Ama her adım başında dünyevîleşme hastalığının belirtilerinin görüldüğü dünyamızda, örnek vermeye gerek olmadığını düşünmekte bilmem haklı değil miyim? Çevresinde dindar kimliği ile tanınan insanların bile servetler harcayarak dünyalarını güzelleştirmeye çalıştıkları hangimizin gözünden kaçmaktadır?
Ahiret endişesi taşımayan ve bu dünyada ebedî olarak yaşayacakmış gibi dünyaya bağlanan insanların harcamaları ve icraatları konumuzun dışındadır. Üzerinde değerlendirme yapmak istediğimiz konu, ahireti bilen ve dünyadan bir gün mutlaka ölümle ayrılacağına inanan insanların aşırı harcamalarda bulunmasıdır. “Alnımın teriyle helâlinden kazanıyorum, helâl dairede istediğim gibi harcayabilirim” şeklindeki bir yaklaşımın meşrûluk derecesi üzerinde ahkâm kesmek haddimiz değildir. Ancak helâl dairede dahi olsa toplum ortalamasının çok üstündeki harcamaların, “…israf etmeyiniz, Allah israf edenleri sevmez” meâlindeki âyet-i kerimeyle bağdaşmadığını söyleyebiliriz sanırım. İnsanların büyük bir kısmının zor geçinebildiği ve açlık sınırında yaşadığı dünyamızda, Allah’a inanan ve Müslümanca yaşamak isteyen bir insan, bilhassa zamanımızda lüks bir hayat için çılgınca denilebilecek harcamalarda bulunabilir mi? Bulunursa, mutlaka inanç noktasında zaafları bulunmaktadır. Bu insanlar lüks hayatları oranında bu dünyaya bağlanacak ve ölümden ciddi mânâda korkacaklardır. Ama bu durum, korktuklarının başlarına gelmesine engel olmayacaktır.
Unutmayalım ki, bu dünyada verilen bütün mal ve mülk gibi imkânların hesabı sorulacaktır. Bu malı bir emanet olarak değerlendirmeyip nefis ve hevesâtının isteği doğrultusunda harcayanları, altından kalkılması mümkün olmayan bir sorgulama beklemektedir. Dünyanın bütün nimetleri gibi mal ve mülkü de önemli bir imtihan aracıdır. Mal ve mülkü, asıl sahibinin isteği doğrultusunda harcayanları büyük mükâfatlar beklerken, aksi bir şekilde hareket edip de lüks yaşantı biçimleriyle sarhoş olan ve dünyada ebedî kalacakmış gibi hareket edenleri de korkunç akıbetler beklemektedir. Bundan şüphemiz olmasın.
07.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Günahlarda gizliliğin önemi |
|
Mustafa Bey: “İşlenen bir haramı anlatmak dînimizce câiz midir? Günahların örtülmesi için kişi böyle bir suçunu gizlemesi mi gerekir? Yani kul kendi vicdânında mı tövbeye sarılmalıdır? Yoksa kul, ‘Ben şöyle bir suç işledim. (Belki istemeyerek) cezâsını bana uygulayın’ diyebilecek güvenilir bir kimseyi mi aramalıdır? Doğru olan hangisidir?”
Günahlar, kulun Rabbi ile iletişimine sınır koyan parazitlerdir. Kulun, Yüce Yaradanı ile görüşmesinin sağlıklılığı, bu parazitleri hayatından temizlemesi ile yakından alâkalıdır.
Bir yakınınızla telefon görüşmesi yaptığınızı farz edelim. Araya bir parazit girdiğinde, nasıl görüşmeden bir şey anlamıyorsunuz ve görüşmeyi yarıda kesip önce parazitin giderilmesine çalışıyorsunuz.
Fizik âleminde defalarca yaşadığımız bu hâdise, manevî âlemde Rabbimizle olan ilişkilerimizde daha öncelikli olarak söz konusudur. Manevî âlemin parazitleri günahlardır, haramlardır, Allah’ın yasak kıldığı davranışlardır, dînimizin nehyettiği hareketlerdir, vicdanımızın mahkûm ettiği suçlardır.
Günahlar, haramlar ve Allah’ın yasakladığı davranışlar konusunda bize ilk hesap soran vicdanımızdır. Allah nezdinde bizi en çetin sorguya çeken kurum vicdanımızdır. Vicdanımızın sorgusu karşısında temize çıkabilmek ise tövbenin ta kendisidir. Temize çıkmadığımız sürece vicdanımız bize baskı yapmaya ve bizi kınamaya devam eder.
Kulun tövbekâr sayılması için kendi vicdanında, yani kendi özünde ve içinde günahlarına karşı pişmanlığa ve tövbeye sarılması en önemli şarttır ve yeterlidir. Günahlarını başka bir kurumun veya kişinin önünde sayıp dökmeye gerek olmadığı gibi, böyle bir davranış tevhid inancı ile de bağdaşmaz. Çünkü Allah’tan başka hiç kimse günahlara tövbeyi kabul veya red konusunda ya da günahlara ceza takdir etmek hususunda yetki sahibi değildir.
Kul hakkını içeriyor olmadıkça günahlar şahsîdir ve kul ile Rabbi arasındadır. Kul hakkını içeriyor olması halinde ise günah, yalnız hakkı zedelenen kul ile hakka geçen şahıs arasında bir meseledir ve üçüncü şahıslar açısından yine gizlilik taşır.
Yani günahları; 1-Kul, 2-Allah, 3-Hakkı çiğnenen kuldan başka diğer şahısların bilmesine gerek yoktur. Günahların özünde “gizlilik” esası vardır ve bu korunmalıdır. Allah’ın “Settârü’l-uyûb” ismi günahları gizlemek istemektedir. Af yolunun açık kalması için günahların gizli kalmasına şiddetle ihtiyaç vardır.
İnsanın kusur ve günah işlemeye kabiliyetli bir fıtratı bulunduğunu1 beyan eden Üstad Saîd Nursî Hazretleri, Cenâb-ı Hakkın Settâr ve Ğaffâr isimlerinin kusurlar ve günahlara karşı bir siper hükmünde bulunduğunu; yalnız Kendisine sığınıldığında Cenâb-ı Hakkın günahları örttüğünü, gizlediğini ve bağışladığını kaydeder.2
Âdil mahkemeler kamuyu ilgilendirmeyen suç ve günahların peşine düşmezler. Günah veya suç, bir veya birden fazla kişinin hakkı ve hukuku ile ilgili bir alanda işlenmiş ise mahkemeler elbette suçluyu yargılamak ve masumları korumak için harekete geçerler. Adaletin sağlanması için bu gereklidir ve bu ayrı bir meseledir. Kişinin mahkemeye karşı suçunu itiraf etmesi bu bakımdan bir fazilettir ve bu da bir nevî tövbe hükmündedir.
Fakat kişi başkasını ilgilendirmeyen günahlarını gizlemeli, günahlarını yaymaktan kaçınmalı ve günahlarına kendi vicdanında tövbe etmelidir. Günahları ile övünmek ise haramdır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyuruyor ki:
* “Günahı açıktan işlemekten sıkılmayanlar hariç bütün ümmetim bağışlanmıştır. Geceleyin bir günah işleyip, Allah da yaptığı bu günahı örtmüşken sabahleyin kalkıp, ‘Akşam şöyle şöyle yaptım’ diyen kişi, açıkça günah işlemekten sıkılmayan kimselerdendir. Rabbi geceleyin suçunu örtmüşken, sabahleyin kalkıp Allah’ın örttüğü bu örtüyü kaldırıyor.”3
* “Bir kul dünyada bir kulun ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter.”4
* “İnsanların gizli yanlarını araştırmayın. Ayıplarını öğrenmeye çalışmayın.”5
* “Günah işlediğinde hemen tevbe et. Gizli işlediğin günaha gizlice, açıktan işlediğin günaha da açıktan tevbe et.”6
* “Günah gizli kaldıkça sadece sahibine zarar verir. Ortaya çıktığında ise düzeltilmezse, topluma zarar verir.”7
* “Allah’tan kusurlarınızı örtmesini ve sizi korktuklarınızdan emin kılmasını isteyin.”8
* “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Ben dünyada Müslüman bir kulumun örttüğüm bir kusurunu, âhirette ortaya çıkarıp onu rezil ve rüsvay etmeyecek kadar büyük kerem ve af sahibiyim.’”9
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 47; 2- Lem’alar, s. 59; Mesnevî-i Nûriye, s. 113; 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 24; Câmiü’s-Sağîr, 3000; 4- Riyâzu’s-Sâlihîn, 240; 5- Câmiü’s-Sağîr, 1576; 6- Câmiü’s-Sağîr, 419; 7- Câmiü’s-Sağîr, 332; 8- Câmiü’s-Sağîr, 638; 9- Câmiü’s-Sağîr, 2893
07.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bugün ve yarın |
|
Hayli zamandır ağırlıklı olarak içe dönük gündemlerle meşgulüz. Gerçi bugünün dünyasında iç ve dış gündemleri birbirinden ayırmak pek mümkün değil. Ayrıca içe kapanmayı netice veren tartışmaların dış faktörlerle bağlantısı da işin ayrı bir boyutu.
Bu çerçevede, Türkiye ile çok yakından ilgili iki ayrı adreste, bizdeki gelişmelerin seyrini ciddî şekilde etkileyebilecek iki önemli olay bugün ve yarın peş peşe gerçekleşecek.
Bunlardan biri, bugün Amerika’da yapılacak olan Kongre seçimleri. Seçim öncesi yapılan kamuoyu araştırmaları, Bush’un ve partisinin dibe vurduğunu, Demokrat Parti’nin açık arayla öne çıktığını gösteriyordu.
Bu tabloya bakarak, yıllar önce Nixon’ın başını belâya sokan Watergate skandalı sebebiyle seçmenden ağır bir şamar yiyen Cumhuriyetçilerin benzer bir hezimete uğrayacağını düşünenler var.
Bu defaki sebep, İrak’ta yaşanan fiyasko. Saddam’ın “asılarak idam” cezasına çarptırılmasından iki gün sonra yapılacak olan Amerikan seçimleri, Bush’un da siyaseten tükenişini iyiden iyiye hızlandırabilir.
Neocon çetenin tam da bu noktada pişmanlık izhar eden çıkışlar yaparak, “Irak’ta işlerin bu hale geleceğini kestirebilseydik asla işgale taraftar olmazdık” diye günah çıkarma gayretine girmeleri son derece anlamlı.
Ama bu çıkış, işgalden beri en az 655 bin cana mal olan kanlı bir kaosun hazin sonuçları karşısında hissedilen “insanî” bir nedametin değil, “fiyasko öfkesi”nin bir ifadesi...
Nitekim, Karanlıklar Prensinin başı çektiği çete, fiyaskodan sorumlu tuttuğu Bush’a ve ekibine “Beceremediler” diyerek yükleniyor.
Aynı çetenin, yeni dönemde Demokratlara hulûl edip, kanlı fitne ve tezgâhlarını bu kez onların eliyle yürütmek için her yolu deneyeceğinde herhalde şüphe olmasa gerek.
Umalım ki, Demokratlar oyuna gelmesin.
Açıkça görünen o ki, neocon projeler iflâs etmiş durumda. Bu durum, AKP’nin eşbaşkanlığını üstlendiği BOP için de söz konusu.
Hatırlanacağı gibi, Erdoğan yazın İsrail’in Filistin ve Lübnan’a giriştiği saldırılar üzerine “Eğer BOP böyle yürüyecekse bu projedeki konumumuzu gözden geçiririz” demiş, konuyu Bush’la yapacağı görüşmede gündeme getireceğini söylemişti. Ama Beyaz Saray randevusunda böyle bir konuşma olmadı.
Bugünkü seçimlerden sonra, Beyaz Saray’da iki yılı daha olmasına rağmen şimdiden “topal ördek” durumuna düşmesi kuvvetle muhtemel olan ABD Başkanıyla o gün yapılan bir buçuk saatlik görüşmenin Erdoğan’a “kazandırdıkları” da tehlikeye girebilir.
Kısaca, pek çok kritik gelişme, ABD seçmeninin bugün yapacağı tercihe bağlı gibi.
Bizi çok yakından ilgilendiren bir başka gelişme de, AB Konseyinin yarın Brüksel’de açıklanacak olan ilerleme raporu. Tabi bu, işin resmî tarafı. Yoksa raporun muhtevası belli başlı bölümleriyle çoktan medyada çıktı.
Raporun özellikle demokratikleşme bahsindeki tesbit ve ikazlara kulak asmaya pek niyetli görünmeyen AKP, Amerikan seçiminin ardından ciddî bir boşluğa sürüklenebilir.
07.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Had bildiren’ de gitti |
|
Eski başbakanlardan Bülent Ecevit de her fani gibi bu âlemden göçtü. Ailesinin ve sevenlerinin başı sağ olsun. Ecevit’in, Türkiye siyaset tarihinde elbette önemli bir yeri vardır. Ama bu ‘önem’in neden kaynaklandığı tartışılabilir ve bundan sonra çok daha fazla tartışılacaktır.
Ecevit’in vefatı sonrası ‘canlı yayın’ yapan televizyon kanalları, ekseriyetle ‘iyi’ yönlerini nazara verme yarışına girdiler. Bunu da tabiî karşılamak lâzım. Ancak Ecevit’le ilgili olarak anlatılması gereken sadece onlar mıdır? Elbette tarihçiler ‘Ecevit dönemi’ni değerlendirirken hem ‘iyi’ gördükleri, hem de ‘kötü’ gördükleri noklaları nazara verecek ve gerçek portre o zaman ortaya çıkacaktır. Ama bunca hatıra ve söz arasında, iktidar olduğu dönemlerde şahit olunan “yokluk ve kuyruklar”ın anılmaması bir ‘eksiklik’ olsa gerek.
Daha ilk günlerde bu konuların gündeme gelmesi elbette yakışık olmaz. Ancak o günleri yaşayanların şahit olduğu gerçekleri örtbas etmek de doğru olur mu? Kişileri ve hadiseleri değerlendirirken tek başına ‘siyah ya da beyaz’ olarak tarif etmek yanıltıcı olabilir. Ancak ‘Kel ölür, sırma saçlı olur’ dedirtecek değerlendirmeler de haklı olamaz.
Ecevit için, beyin kanaması geçirerek hastahaneye kaldırıldığı günlerde de çeşitli değerlendirmeler yapılmıştı. Nedense bazıları, ‘millete rağmen’ yaptığı icraatları görmüyordu. Ecevit’in de değişik dönemlerde, milletin hoşuna giden beyanları elbette olmuştur. Meselâ, DSP’nin muhalefet dönemlerinde imam hatip liseleri, din eğitimi ve Osmanlı Devleti/dönemiyle ilgili güzel tesbitlerine bizzat şahit olmuştuk. Ensar Vakfı’nın İstanbul Akgün Otel’de düzenlediği bir toplantıda yaptığı konuşmalar, CHP dönemindeki Ecevit’ten duyulmaya alışık olunmayan beyanlardı. O konuşmasında Ecevit, din eğitiminin gerekli olduğunu ve imam hatip liselerinin önemine vurgu yapmış, üstelik Osmanlı Devletinden de müsbet mânâda söz etmişti. O gün için Ecevit’ten bu sözleri işitmek, dinleyenler açısından ‘sürpriz’di ve Ecevit’in değiştiğine hükmedilmişti. Konuşma sonrası Ecevit’e yöneltilen sorulardan da bunu anlamak mümkündü.
O günkü şartlarda iktidara gelmesine ihtimal verilmeyen DSP’nin, iktidar olunca farklı icraatlar ortaya koyduğu görüldü. Burada ‘çevre’nin de etkisini görmek mümkün. Şöyle düşünelim: Milletin değerleriyle kavgalı olmayan herhangi bir siyasî liderin, CHP’nin başında olmasına; CHP tabanı ya da orada etkili olan çevreler müsaade eder mi? Şahsî kanaatimiz, ‘etmez’ şeklindedir. Çünkü edilirse, o parti CHP’lilikten çıkar başka bir parti olur. Nitekim, bu yönde görüş beyan aden ‘sosyal demokrat siyasetçi’ler uzun dönemde CHP’de kalamıyorlar. Ecevit’in bile CHP’den kopup, kendisine ‘özel’ parti kurmuş olması bunu göstermez mi?
Son dönemdeki Ecevit’i, ‘başörtülü milletvekili’ne hakaret etmesiyle hatırlıyorum. Merve Kavakçı’yı kastederek Meclis’teki milletvekillerine hitaben; “Bu hanıma haddini bildirin!” emrini unutmak, görmezden gelmek mümkün mü?
İlk günkü değerlendirmelerinde bunları dile getirenleri pek duymadık... Ama bundan sonraki değerlendirmelerde duymayı umuyoruz. Tarihçiler elbet bunları da yazacak... Gençlerin, bunları bilmeye de hakkı yok mu?
07.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Saddam kararı |
|
Saddam kararı şüphesiz Irak ve Iraklıların ötesinde dünyayı ve dünyalıları bir kez daha bölmüş oldu. Özelde Irak ve genelde İslâm dünyası ve dünya karar ertesinde bir kez daha bölünmüş durumda. Irak’ta ve Irak’ın ötesinde İslâm dünyasında Şiilerle Sünniler arasında yeni bir kamplaşma ve kutuplaşmanın bahanesi olmuştur.
Aslında bu şizofrenik bir bölünmedir. Zira, Şiiler ve Sünniler doğru veya daha bütüncül bir noktadan bakabilseler bu kamplaşmayı ve kutuplaşmayı aşabilirler. Bu bağlamda, Saddam’ın idam kararı kanunen doğru olmakla birlikte hukuken yanlıştır. Elbette Saddam yaptıkları nedeniyle bu cezayı haketmiştir. Ancak burada işin mahiyetiyle birlikte bir de mekanizması var. İşte bu mekanizma yanlış. İngiliz The Daily Telegraph’da yazan ve sanki Şii kesimlerin duygularına tercüman olan “Saddam: Bir gizli yaşam” adlı kitabın yazarı Con Coughlan, Saddam Hüseyin’in adil bir şekilde yargılanmadığı yolundaki eleştirilere cevap verirken şunları söylüyor: “O, kendi halkına layık gördüğünden çok daha adil bir şekilde yargılandı...”
Bu tespitin doğruluğu şüphesiz başka bir tespitin doğruluğuna engel değil. İdam cezasını, Irak halkından çok Amerikan Başkanı George Bush’un lehine bir karar ve “galiplerin adaleti” olarak niteleyen Alman gazetelerinden Kölner Stadt Anzeiger, adil bir mahkemenin Saddam’ın hakkı olduğunu, eski diktatörün diğer tiranlar gibi sürgünde güzel bir yaşam geçirmeyeceğini ya da Rumen diktatörü Çavuşesku gibi kalabalık tarafından kurşuna dizilmeyeceğini yazdı. The Times’ın dış politika editörü Bronwen Maddox aynı haberi, “Bu dava Iraklıları birleştirmek bir yana, aralarındaki ayrılıkları daha da körükledi ve derinleştirdi” yorumuyla tamamlıyor. İspanyol El Pais gazetesi, mahkemedeki hukuk kurallarına uyulmaması ve siyasileştirilmesi dolayısıyla idam edilmesi halinde Saddam’ın Sünniler arasındaki yandaşlarının şehit olmak için ellerinden geleni yapacaklarını ve ülkede sükunete dönmenin daha da zor olacağına dikkat çekiyor. ‘Saddam kuralsızdı ve kuralsız bir yargılanmayı haketmişti’ diyenler de çıkacaktır. Ama şiddet şiddeti beslediği gibi bu defa da sürgit kuralsızlık kuralsızlığı besler hale geliyor. Kısır döngüye dönüşüyor. Karşı tarafın itirazı da buna.
***
Aslında Saddam idam edilmekle suçlulardan birisi mustehakkına kavuşsa bile netice itibarıyla suç veya suçun diğer tarafları ceza almış olmuyor. Böylece tek yanlı bir cezalandırma oluyor ve bu da Irak’ta taifiyye denilen sekterizm dalgalarını yükseltiyor, kutuplaşmaya hizmet ediyor. Kutuplaşmanın iki kanadından biri olan Şiilere göre Saddam bu kararla birlikte cezasını ve müstehakkını bulmuş olacak. Sünniler ise meselenin Saddam’ı aştığını ve hakkın yerini bulması için Bush’un da ve benzerlerinin de cezalandırılması gerektiğini düşünüyorlar.
Şiiler haklı, ama onların haklı ama eksik çizgisini Sünnilerin talepleri tamamlıyor. Meselede böyle bir diyalektik var. Hindistan Müslümanları da bu çerçevede şizofrenik bir bölünmeye maruz kalmış vaziyette. Sünni Müslüman liderler idam kararı veren mahkemenin kukla olduğunu ileri sürerken, Şii Müslüman liderlerden bazıları Saddam Hüseyin’in ölmeyi hak ettiğini savunuyorlar. Hindistan’ın en büyük camisi Yeni Delhi Cuma Mescid’in imamı (Sünni İmam) Seyid Ahmed Buhari idam kararına karşı çıkan protestocular arasında yer alarak asıl yargılanması gereken kişinin ABD Başkanı George W. Bush olduğunu ifade etmiştir.
Seyid Ahmed Buhari, yaptığı açıklamada ezcümle şu noktalara dikkat çekmiştir: “Kararı kınıyoruz. Bu karar Irak’ı işgal edenler tarafından planlandı. Karar, ABD’nin bir kukla mahkemesi tarafından ilan edildi. Saddam Hüseyin yerine Bush’un Irak’ta işlediği cinayetler sebebiyle mahkemede yargılanması gerekir. Amerikan liderliğindeki kuvvetlerin Irak’ı işgal etmesinden beri 700 binden fazla kişi öldürüldü...” Şii Müslümanların insan haklarını savunan Hindistan Şii Kişisel Hukuk Kurulu Başkanı Mirza Muhammed Athar, idam kararının adaletin bir zaferin olduğunu ileri sürerek “Devrik devlet başkanı Irak’ın yaklaşık 23 yıl demir yumrukla yönetti. Irak içinde ve dışında yüz binlerce masum insanı öldürdü. Irak lideri ölüm cezasını hak etti ve bu karar adaletin bir zaferi olarak görülmelidir” şeklinde konuşmuştur.
Hindistan Dışişleri Bakanı Pranab Mukherjee, “Böyle hayat ve ölüm kararları güvenilir yargı sürecinde elde edilmelidir. Zafer kazananların adaleti olarak gözükmemeli. Karar uluslararası toplum ve Irak halkı tarafından kabul edilebilir olmalıdır” ifadelerini kullanıyor. Aynı kanaati Endonezya Dışişleri Bakanlığı ile birlikte bütün dünya da paylaşıyor.
***
Muhakeme safahatı siyasi olduğu gibi aynı zamanda karar da siyasi ve oportunistçe olmuştur. Cheney ve Beyaz Saray Basın Sekreteri Tony Snow Ekim ve Kasım ayında (Ramazan boyunca ve sonrasında) Irak’taki direniş saldırılarının artmasını delil olarak göstererek Bin Ladin ve Kaide’nin ABD’deki Kongre ve Senato yenilenme seçimlerine müdahale ettiğini söylemişlerdi. Ya Düceyl davasında Saddam’a idam cezası verilmesi ve bunun Kongre ve Senato seçimleri arefesine denk getirilmesine ne demeli? Bunu tesadüfle açıklamak mümkün mü?
Kim kime manipülasyon uyguluyor? Seçimler öncesinde Irak mahkemesi tarafından Saddam’a idam cezası verilmesinin Bush’un yelkenlerini şişirdiğinden şüphe edilemez. Nitekim 5 Ekim 2006 tarihli New York Times gazetesinin manşeti tam bu yönde olmuş ve şu ibareyi kullanmıştır: “Bush Trumpets Irak Verdict to Rally Support’ yani: Bush destek yarışını artırmak için Irak kararından medet umuyor... Cemaat veya mezhep veya meşrep olmak sünnetullahın gereği sosyolojik bir vakıa ise de bunun hizipçilik şekline büründürülmesi adaleti atıl hale getirir. Otomatik tarafgirlik bu anlamdadır ve sonucu İslâmın ve insanlığın en büyük prensibi ve değeri olan olan adaletin gölgelenmesidir. Maazallah.
07.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Ecevit portresi |
|
“Elele büyüttük sevgiyi” şiirinin yufka yürekli şairiydi o. Ama aynı zamanda siyaseten yolunu ayırdıklarıyla da yıllarca küs kalacak kadar da kararlıydı.
Ortanın solu açılımı ile Türk solunu tarihinin en yüksek oranlarına da taşımıştı, yüzde 22’lerden yüzde 1.5’lara kadar da inmişti.
Dine saygılı solcuğun mimarıydı, ancak Merve Kavakçı’ya, ”Bu hanıma haddini bildirin” diye meydan okuyacak kadar da, gözü dönmüştü. Kıbrıs’ta dünyayı karşısına almayı, DSP hareketini başlatırken, sola sırt dönmeyi göze alabilmişti.
Yolsuzluğa bulaşmamış, ancak kabinesinden yüce divanlık bakanları çokça çıkmış, Güneş Motel olaylarını siyasete bir virüs gibi sokmuş, bir dilim ekmeğin hakça paylaşımı için mücadele verirken, ülkeyi kıtlıklara ya da tarihinin en ağır ekonomik bunalımlarına sokmuş, inişleri ve çıkışları ile Türk siyasetinin son 50 yılında hep adından söz ettirmiş bir politikacıydı.
12 Mart’a karşı sivil direnişi ile iktidara taşınmış, 12 Eylül’e kafa tutup, cezaevine girmekten çekinmemiş, ancak 27 Mayıs’taki sicilini de silememiş bir portreydi Bülent Ecevit.
12 Eylül’ün yasaklı yıllarıydı Ulus’taki eski Adliye binasında ifade vermiş çıkıyordu, yanında sadece avukatı ile yanılmıyorsam iki kişi vardı. Herkes yanına yaklaşmaya çekiniyordu. İşte o sırada yoldan geçen sade bir vatandaş yanına gidip, ilgi gösterince ne denli mutlu olduğunu gözlemiştim.
12 Mart’a karşı çıktığı zaman, aydın geçinen çevrelerden, ”Ne iyi bak, toprak reformunu da yapıyorlar. Sol bir hareket niye karşı çıkıyorsun?” eleştirileri karşısında Ankara’da bunalınca, kendini Nazilli’ye vurmuş, köy kahvehanesinde vatandaşın bir bardak çayını paylaşmıştı. Belki o olay bir dönüm noktası oldu. Aydınlara güvenmezdi.
CHP’de ortanın solu hareketini başlatıp, İsmet Paşayı devirecek güce ulaşmasında etrafındaki, Mülkiyeli doçentlerin, profesörlerin çok olumlu katkıları olmuştu. Adı dağa taşa “Karaoğlan” olarak yazılan, milyonları peşinden sürükleyen, ”Ortanın solu Moskova yolu” ithamlarına maruz kalan, suikastlerden dönen bu adam DSP yürüyüşünü tek başına başlatmıştı.
Ses düzenini Rahşan hanım kuruyor, Ecevit ise bir sandalyenin üzerine çıkıp, nutkunu veriyordu. “Karı-koca partisi” diye küçümsendiler, ancak yılmayıp, bu hareketi iktidara taşıyabildiler. Ama iktidarda başarılı olamadılar. Çünkü Ecevitlerin seveni çok, ama kadrosu yoktu.
Eşi Rahşan Ecevit’e rağmen yanında tuttukları ise ona siyasi hayatının en büyük ihanetini yaşattılar. Eliyle yukarıya taşıdıkları, elbirliği ile ona aşağıya çektiler. Milletvekili, bakan hatta Cumhurbaşkanı yaptıkları siyasi yaşamını hüsranla noktalatacak siyasi darbeyi yaşattılar ona.
Belki de “bir Rahşan, bir kedisi bir de kendisi” olarak kaldı yaşamının son demlerine..
Ancak öldüğü haberini aldığı anda buldukları ilk araçta GATA’nın önüne koşan, ”Ecevitçiler”, hiç ihanet etmediler Bülent Ecevit’e...
Güvencin uçtu. Artık DSP tek kanatlı uçmak zorunda kalacak. Rahşan Ecevit’in gölgesi hep üzerinde olacak.
Sol adına önemli bir sürecin içindeyiz. Tabi bu solda Ecevit faktörünün ortadan kalkması, yeni bir yapılanmanın kapısını da aralayabilir, tam tersine sol adına mumyalanmış bir CHP de ortada kalabilir.
07.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|