Hayatın en acı anları sadece sinemalarda mı acaba? Hani günlerce etkisinden kurtulamadığımız filmler… Her sahnesini yaşlı mendille uğurladığımız filmlerden bahsediyorum. Ya çok acıklı ilerleyen bir filmin iyi bitmesi için duâlar ettiğimiz kareler? Bunu isterken, ne kadar da tedirgin oluruz. Ya her şey altüst olursa?
Oysa hepimiz biliriz ki, gördüklerimiz sadece bir oyun. Gösterilen acı ve gözyaşları birer mizansen. Belki bu sahnelere ağlarken biz, oyuncuları perde arkasında rollerini tam yapamadı diye gülmüş ya da iyi yapıyor diye alkışlanmıştı. Peki, neden bazı filmler çok konuşulur, izlenir de bazıları hiç hatırlanmaz? Cevabı içinde aslında. Filmler ne kadar gerçeğe yaklaşırsa, o kadar etkili oluyor. Her filmi gerçek hayattan bir parça taşıdığı için seyrediyoruz. Olaylara bu sebeple gerçek hayattaki tepkilerimizi veriyoruz. Ve aslında unutuyoruz en büyük sinemanın gerçek hayatın kendisi olduğunu.
İsmini hatırlayamadığım bir yazar hatıralarının arasında, “annesinin sinema izlemek için onu parka götürdüğünü, saatlerce geleni geçeni izlediklerini ve gerçek sinemanın bu olduğunu” anlattığını yazmıştı. Birçok hikâye/roman yazarı da bir yere oturup insanları seyreder. Ve onların davranışlarından, hareketlerinden kendince mânâlar çıkarıp hayal gücünü kullanarak enfes hikâyeler yazdıkları da bildiklerim arasında.
Bazen ben de bir parka oturur, gelen geçeni izlerim. Birkaç gün önce dinlenmek maksadıyla bir banka oturmuştum. Amacım hem dinlenmek, hem de gelen geçeni izlemekti. Farklı giyimlerde, farklı hâllerde birçok insan gelip gidiyordu. Herbiri birbirinden farklı, ayrı dertleri, ayrı sorunları, ayrı kaygıları ve ayrı mutlulukları olan birçok insan… Onları gözledikçe düşünüyordum. Kim bilir içlerinde ne dünyalar saklıyorlar? Ne kadar mizansen ve hiçbir şey yokmuş gibi yürüyüp geçiyorlar hayattan!..
Neyse… Yanıma yaşlı bir amca oturdu. Elinde tahtadan bir tabla… İçinde çeşit çeşit iğneler var. “İğnelerim var. Her çeşit iğneyi bulabilirsiniz” dediğinde, tablasına baktım. Benim de çengelli iğneye ihtiyacım vardı. 25 kuruşluk iğneleri çantama bırakıp başımı kaldırdığımda, yaşlı amcayla göz göze geldik. Sıcak bir tebessümle karşılık vermişti bana. İçimi bir sıcaklık kapladı. Hem üzüldüm, hem sevindim. Yaşlı bir amcanın buralarda ne işi vardı? Sevindim; zira onu bu hâle getiren ne ise, yılmamış kendine bir meşgale bulmuştu.
Bunları düşünürken, yaşlı biri gelip yorgan iğnesi sordu. Yine aynı fiyat: 25 kuruş. Yaşlı biri cebini kontrol edip verecek para bulamayınca, mahzun bir sesle, “Neyse kardeş kalsın” demişti. İğneci, yaşlı adamı durdurup üç dört tane iğne veriyor. Adam gülümsüyor. Duâlar edip gidiyor. İğneci dede bana ve solundaki yaşlı teyzeye de bir tane uzatıyor. Teşekkür edip alıyorum.
İğneci dede herkese tebessüm ediyor… Yüzündeki tebessümü görünce, ondan daha çok gülümsemem gerektiğini düşünüyorum. “Her şeye rağmen…” der gibi gülümsedikçe, kendime kızıyorum. Bütün yorgunluğum geçiyor. “Bu yaşlı amca bu kadar hareketliyken, yorulmak benim hakkım değil!” diye söylenirken, bir adam geliyor. Adam düzgün giyimli, elinde siyah bir çanta var. Çengel iğnelerin fiyatını soruyor. İki tane almak isteyince, 50 kuruş vermesi gerektiğini söylüyor iğneci dede. Bozuk paralarının içinden 50 kuruşu bulamayınca, iğneci dede ona yardımcı olup 50 kuruşu alıyor ve adam gidiyor.
Aradan sanırım on dakika geçti. 50 kuruşa iğne alan adam tekrar geldi. Ve dedeye çıkışıyor: “Benden fazla para aldın. 5 kuruş alman gerekiyordu”! Kızgınlığımı anlasın diye, ters bakışlarla onu süzerken, adam bunu fark ediyor. Neden sonra yanıma gelip açıklama yapıyor: “Beş kuruş dedi, bak benden elli kuruş aldı”.
“Pekâlâ, 50 kuruşu vermekle fakirleştiniz mi? Üstelik 5 kuruşu yerde görse, çocuk bile almaz. Ha, isterseniz ben vereyim paranızı da dedeye karşı saygılı olun biraz” deyince, adam kaçarcasına uzaklaşıyor. İğneci dede bana bakıyor: “Ah kızım ah! Geçenlerde bir adama iğne sattım. Parasını vermedi, isteyince de verdim diye tutturdu. Ne kadar dil döktümse de kabul etmedi. Verdim deyip gitti. Oysa vermemişti. Çünkü tablamda hiç para yoktu.”
Şaşırmamıştım, az önce 5 kuruşla 50 kuruşun hesabını yapan adamı görünce, 50 kuruşu dahi vermeyip bu yaşlı dedeye çok görenlere ne denirdi ki? “Olsun be amcam, onlar hem haramı, hem yalanı, hem hırsızlığı kabul ediyorsa, bir şey deme. Sen 25 kuruş kaybederken, onlar kim bilir neler kaybetti…” dediğimde, tebessüm edip, “Haklısın kızım. Burada pek kimse gelmiyor. Ben biraz gezineyim” diyerek ayrılıyor. Ben bakakalıyorum; o, rızık hırsızlarına inat, dilenmeyip rızkını arıyor: “İğnelerim var, iğnelerim…”
19.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|