Ehl-i din olarak, dinî hayatımızı yaşamak için hangi zorlukları, ne gibi zahmetleri, meşakkatleri göze alabiliyoruz?
Kudsî değerlerimiz uğruna, ulvî dâvâmız yolunda hangi tehlikeleri, ne gibi bedelleri ödemeyi göze alabildik bu güne kadar?
Bu yolda, bu güne kadar hangi sıkıntılara, hangi zahmetlere katlandık? Ne gibi zararları, ziyanları kabullendik, ne gibi haklarımızın elimizden alınmasını göze aldık?
Falakalara mı yatırıldık, işkencelere mi tâbi tutulduk, aç susuz mu bırakıldık, hapishanelere, hücrelere mi tıkıldık?
Şu söylenenler çoğumuza yabancı ve tuhaf geliyor değil mi? Çünkü günümüz Müslümanları olarak hiç birimiz böyle muameleleri görmedik, yaşamadık. İşkencelere tâbi tutulmak, falakalara yatırılıp dayaklardan geçirilmek, aç susuz bırakılmak, geçmiş asır mü’minlerinin tanış oldukları, aşina oldukları hallerdi.
Bilâl-i Habeşîlerin, Hallac-ı Mansurların, İmam-ı Azam’ların, Bediüzzaman’ların bir ömür boyu yaşadıkları hayat tarzıydı şu söylediklerimiz.
Evet belki de bu İslâm kahramanlarının yaşadıkları böylesine akıl almaz, çileli hayat dönemi kapandı yaşadığımız bu asırda. Devam etseydi, ne olurdu halimiz, herhangi bir mukavemet gösterebilir miydik, orası biraz meçhul...
Günümüzde ehl-i dine yönelik işkenceler, dayaklar, idamlar, hapisler, zindanlar yok... Ama haksızlıklar, hakaretler, tacizler, tecavüzler diz boyu...
Dine ve dindarlara reva görülen gayr-i kanunî, insanlık dışı muamelelerin haddi hesabı yok. Bir caniye, bir eşkiyaya, bir bölücüye uygulanan muamele ile okulunda veya çalıştığı kurumda başını örtmek isteyen bir hanıma revâ görülen muamelenin farkı kaldı mı?
Vakıa şu ki, dine ve dindarlara yönelik taarruzlarda yasaklamalarda, haksızlıklarda eskiye nazaran herhangi bir azalma veya gerileme yok, artış var. Bakmayın siz birilerinin “Herkes bu vatanda dinini serbestçe yaşıyor” martavallarına.
Bize ve kudsî değerlerimize yönelik yapılan bunca tahkir ve haksızlıklara karşı nasıl bir duruş sergiliyoruz, ne gibi bir mutavemet gösterebiliyoruz ehl-i din olarak? Haksızlık ve hakaretlere dûçâr kalan kaç tane ehl-i din, kanunların kendilerine tanıdığı hak arama yoluna başvurdu? Ne kadarımız zorla gasp edilen haklarımızı elde etmek için meşrû dairede tepkilerimizi gösterebildik?
Ulvî dâvâ uğruna, kudsî değerler yolunda bazı şahsî haklarımızdan vazgeçerek, bazı dünyevî zararları kabullenerek; bu uğurda bazı sıkıntı ve meşakkatlere katlanmak da bir nevî cihad-ı manevîdir, sergilenen haksızlıklara karşı meşrû ve etkili tepkidir.
Bir nevî haksızlığı protesto sayılan ve bir çeşit hak arama metodu sayılan böylesi tavırları, böylesi merdane duruşları sergileyebildik mi bu güne kadar? Yani mukaddes değerleri uğruna bu güne kadar ne kadar ehl-i din, gelebilecek tehlikeleri veya düçar olacağı muhtemel dünyaya bakan zararları göze alabildi?
İnançlarımıza yapılan saldırılarda, manevî değerlerimize yapılan hücumlarda, ilk aklımıza gelen, gelmesi muhtemel olan şahsî zararlarımızı düşünüp, ona göre mi bir duruş sergiledik; yoksa şahsî zarar ve ziyanları peşinen kabullenip, din-i mübîne gelmekte olan zararları ve taarruzları akîm bırakmanın yollarını, çarelerini aramanın gayretine mi düştük?
Ehl-i din olarak, buraya kadar ifade etmeye çalıştığım soruların doğru bir cevabını vermeden ve olması gereken duruş ve tavırları ortaya koymadan, bize yönelik taciz ve sıkıntıların sona ereceğini beklemek doğru olur mu bilemiyorum.
Küfür devam eder, fakat zulüm etmez! Velâkin ehl-i dinin kusur ve hatalarından veya zalimlerin zulümlerine karşılık lâzım olan tavır ve duruşu gösterememelerinden devam edegelen zulmün zamanı ve süresi uzayabilir. Bir süredir devam etmekte olan zulmün sebebi bu olsa gerek.
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|