Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Biz onların boyunlarına öyle halkalar geçirdik ki, çenelerine kadar dayanır da hakka boyun eğmezler.

Yâsin Sûresi: 8

17.09.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Geceleyin yüz âyet okuyan kimsenin ismi gâfillerin defterine yazılmaz.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3722

17.09.2006


“İslâm kahramanı Adnan Menderes”

[Risâle-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyete büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup.]

Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hâl ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o surî konuşmak yerine, bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.

Birincisi: İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden birisi, “Velâ teziru vâziratün vizra uhrâ” (En’âm Sûresi, 6:164) âyet-i kerîmesinin hakikatidir ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz.” Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, birtek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimâiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hâl bizde olsa pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır. Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor.

Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım—tâ ki mâsum çıkıncaya kadar.

İşte bu kanun-u esasî-i Kur’ânî hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin celbine vesile olur. Madem Cenâb-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtâr ediyor.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: Şu hadîs-i şeriftir: “Seyyidü’l-kavmi hâdimühüm” (Keşfü’l-Hafâ, 2:463) hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil... Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zaafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi; adalet olmaz, esâsıyla da bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesîle olur.

Emirdağ Lâhikası, s. 393

—Devam edecek—

Bediüzzaman Said NURSİ

17.09.2006


Vazifeperverlik içinde vazifesiz kalmayalım

Kâinatta her şey o kadar itinayla vazifesini yerine getiriyor, mevcudât içerisinde vazifeperverlik üst düzeyde o kadar çok işliyor ki, görmeyen gözlere, hatta gözbebeklere tevhid delillerini gösteriyor.

Bahar mevsiminde bunu bir başka anlamıştık. Kışın kupkuru olan ağaçlar, öldükten sonraki dirilişi sahnelemek için çıkmıştı meydana.

Zîhayat varlıkların baharın gelmesiyle şenlenmesi (şenlendirmesi), hiç şüphesiz bunları yaratan Zatın her şeye gücünün yettiğini ve bu gördüğü işlerin bilgisi dahilinde olduğunu gösteriyor.

Hayvanların da bitkilerden aşağı kalır tarafı yok! En ufak hayvanlar arasındaki sinek, bize bağıra bağıra diyor ki: “Bana bakın, eğer benim mislim olsaydı veya benim gibi bir mahlûkun sanatlı bir şekilde sadece kanadını yapabilseydiniz, Allah celle celâlühû hiç inatçı münkirlere benden örnek verir miydi?” “En ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, bazan san’at ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san’atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz.” (26. Lem’a, s. 711)

Üstad Bediüzzaman, sinek taifesini anlatırken, onların temizlik memurları, harp dahisi, hatta sıhhıye memurları gibi vazifeleriyle bizlere bu vazifeleri, hatta iman noktasında her vakit ubudiyetimizi hatırlattıklarını söyler. Meselâ sineklerin her vakit abdest alır gibi ellerini kollarını temizlemesinin, bize abdesti hatırlattığını vurgular.

Ya gezegenler, bu ne haşmet Ya Rabbi! Gezegenlerin, seyyârelerin büyüklüğü, sür’atleri, direksiz kâinat denizinde hareketleri, yakıt kullanmadan, bu hareketlilik içinde ses çıkarmadan, rahatsız etmeden mükemmel bir şekilde vazifelerini görmeleri, ancak varlığı zorunlu olan tek bir Zâtın haşmetini, kudretini, her şeye gücünün yettiğini, her şeyin bilgisinin Onun yanında olduğunu bizlere gösteriyor. Meselâ Dünya’nın, kendi ekseninde ve Güneş etrafında dönerken bir intizama göre hareket etmesi elbette bir Zâtın varlığını gösteriyor ki, sayısı nihayetsiz ecrâmı (gökcisimlerini), karıştırmadan kolay bir şekilde idare etmektedir.

Öte yandan bu mahlûkat, vazifelerini yerine getirmekte bir tereddüt yaşamamakta, verilen emre harfiyyen itaat etmektedir. Vazifelerini yapmayanlardan ise devamlı şekilde şikâyetler ettiklerini hadislerden okuyoruz. Hatta Risâle-i Nur’da ‘Sinek Bahsi’nde geçen kıssa meşhurdur: Hazret-i Mûsâ (a.s.) sineklerin tâcizlerine karşı şikâyet ederek, “Yâ Rab, bu muacciz mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhâmen cevap gelmiş ki: “Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa suâl ediyorlar ki: ‘Yâ Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisân ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisân ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı.’” Sinekler bu sözleriyle, vazifelerini şevk ve zevkle yaptıklarını, yerli yerinde uygun hareket ettiklerini, kesintisiz bir şekilde hayatları müddetince, verilen görevi en iyi şekilde yaptıklarını gösteriyorlar.

Ama gafil insan, değil vazifesini tam anlamıyla yerine getirmek, verilen görevlerin ne olduğunu bile anlamakta zorluk çekiyor, hatta vazifeleri hatırlatıldığı zaman “Bu benim vazifem değil” deyip kaçabiliyor. Halbuki Rabbimiz “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” diyor açık bir şekilde. Bize görevler veriyor.

Elbette verilen görevleri anlamak için mutlaka yol gösteren kişilerin yardımına ihtiyacımız var ki, Rabbimiz bize peygamberler gönderiyor ve “Ey insan! Sen bu dünyaya neden geldin? Niçin yaşıyorsun? Nereye gidiyorsun?” gibi can alıcı soruları bizlere elçileriyle hatırlatıp, yine bizzat Kendisi cevaplıyor. Bu soruların cevabını en kâmil mânâda ise Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm), bizzat hayatıyla gösteriyor. Peygamber varisleri olarak vazifelerini icra eden âlimler de, bu mesajları asrın idrakine göre bizlere aktarıyor.

Yaşadığınız zaman dilimi içerisinde Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin görevlendirildiğini, bizlere Risâle-i Nur gibi bir eserle kıyamete kadar sürecek bir vazifeyi, hizmet anlayışını miras bıraktığını anlıyoruz. Bu vazifeyi bihakkın yerine getirmek için Üstad Bediüzzaman’a kulak verip, onun gösterdiği çizgide hareket etmeliyiz. Bizler ancak vazifeli zatları dinleyerek şuurlanabiliriz. Safımızı, tavrımızı, hareketimizi bu asrın görevlisini dinleyerek ancak doğru bir şekilde belirleyebiliriz.

Ne dersiniz bu asrın dersini dinleyerek vazifelenmeye...

Adem TEKLE

17.09.2006


SORULARLA RİSALE-İ NUR

Yağmur ve cenin

Soru: Yağmurun yağma vakti ve ana rahmindeki bebeğin kız ya da erkek olduğu bilinebilir mi?

Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkit sûretinde, Mugayyebât-ı Hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı mâderdeki cenînin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: "Rasathanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâıyla rahm-ı mâderdeki cenînin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek Mugayyebât-ı Hamseye ıttıla kabildir."

Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hassa-i İlâhiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususî iradeye tâbi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki:

Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet vücut, hayat, nur, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlâhiye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyeye bakar. Sair masnuatta zâhirî esbab kudretin tasarrufâtına perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicap oluyor. Fakat vücut, hayat, nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor.

Madem vücutta en mühim hakikat rahmet ve hayattır. Yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesâit perde olmayacak, kaide ve yeknesaklık dahi meşiet-i hassa-i İlâhiyeyi setretmeyecek. Tâ ki, her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip, şükür ve rica kapısı kapanırdı.

Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar. İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü Mugayyebât-ı Hamseye ithal ediyor.

Rasathanelerdeki âletle bir yağmurun mukaddemâtını hissedip vaktini tayin etmek gaibi bilmek değil, belki gaipten çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddemâtına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl en hafî umur-u gaybiye vukua geldikte, veyahut vukua yakın olduktan sonra, hiss-i kablelvukuun bir nev’iyle bilinir. O gaybı bilmek değil, belki o, mevcudu veya mukarrebü’l-vücudu bilmektir. Hattâ ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle, yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru Bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddemâtı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nevinden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaipten çıkıp daha şehadete girmeyen umura vusule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâmü’l-Guyûba mahsustur.

Kaldı ikinci mesele: Röntgen şuâıyla rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmekle "Rahimlerde olanı da O bilir." (Lokman Sûresi, 31:34.) âyetinin meâl-i gaybîsine münâfi olamaz. Çünkü, âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acip istidad-ı hususîsi ve istikbalde kesb edeceği vaziyetine medar olan mukadderât-ı hayatiyesinin mebâdileri, hattâ simasındaki gayet acip olan sikke-i samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâmü’l-Guyûba mahsustur. Yüz bin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakikî sima-yı veçhiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki, sima-yı veçhîsinden yüz defa daha harika olan, istidadındaki sima-yı mânevîyi keşfedebilsin!

Lem'alar, 16. Lem'a, s. 161

Lugatçe:

Mugayyebât-ı Hamse: Beş bilinmeyen. (Kıyâmetin ne zaman kopacağı, yağmurun ne zaman yağacağı, rahîmlerde olanı, kişinin yarın ne kazanacağı ve kişinin nerede, ne zaman öleceği.)

vakt-i nüzul: İniş vakti.

müzekker: Erkek.

müennes: Dişi, kadın.

17.09.2006


Münâcâtü'l-Kur’ân

TÂHÂ:

1. Ey yeri ve yüce gökleri yaratan ve hükümranlığı Arşı kaplayan Rahmân! (4-5)

2. Ey göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeylerle toprağın altında olanlar hep Kendisine âit olan! (6)

3. Ey gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilen! (7)

4. Ey Kıyâmet günü çok esirgeyici Zâtının korkusundan seslerin kısılıp, fısıltıdan başka birşey işitilmeyen! (108)

17.09.2006


Papalık’tan “dinsizliğe karşı cihad” tebriği

Tarih-i beşer, Risâle-i Nur gibi bir eser göstermiyor. Demek anlaşılıyor ki Risâle-i Nur Kur’ân’ın emsâlsiz bir tefsiridir.

Evet, Bediüzzaman Said Nursî’ye yalnız âlem-i İslâm değil, Hıristiyan dünyası da medyûn ve minnettardır ki, dinsizliğe karşı umumî cihâdında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma’daki Papa dahi, kendisine resmen tebrik ve teşekkürnâme yazmıştır.

17.09.2006


Kuru ağaç kadar olamamak!

Sahih-i Tirmizî, nakl-i sahihle Hazret-i İbni Abbas’tan haber veriyorlar ki:

İbni Abbas dedi ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir a’râbîye ferman etti:

“Ben bu ağacın şu dalını çağırsam, yanıma gelse, iman edecek misin?”

“Evet” dedi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çağırdı. O urcun, ağacının başından kopup, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına atladı, geldi. Sonra emretti, yine yerine gitti...

Acaba, o Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ağaçlar, misallerde göründüğü gibi, onu tanıyıp, risâletini tasdik edip, ona selâm ederek ziyaret edip emirlerini dinleyerek itaat ettiği halde, kendilerine insan diyen bir kısım câmid, akılsız mahlûklar onu tanımazsa, iman etmezse, kuru ağaçtan çok ednâ, odun parçası gibi ehemmiyetsiz, kıymetsiz olarak ateşe lâyık olmaz mı?

Mektubat, s. 129

17.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004