|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Mecburî eğitim… |
|
Yarın yeni bir öğretim yılı başlıyor. İlköğretim ve lise çağındaki on binlerce çocuk ders başı yapacak. Anneler, babalar ellerinden gelen tüm maddî imkanları kullanarak “Az yerim, eskileri giyerim!” mantığıyla, çocuklarını yeni bir eğitim dönemine hazırladılar. Çocuklarından bekledikleri tek şeyse güzel bir karne ve başarılarla dolu bir yıl.
Bu yeterli mi?
Hayır!!!
Anne ve babalar olarak bizlere emanet verilen çocuklarımızdan beklediğimiz en önemli şey öğrendikleri her bilgiyi, marifetullah ilmine dönüştürebilmeleri. Yavrularımıza verebileceğimiz en büyük hediye, onlara bırakabileceğimiz en değerli miras, öğrendikleri “malûmat”ı Yaratıcıyla irtibatlandırmaları gerektiği bilgisi… Kuru odun yığınları değerinde olan malûmatları nura dönüştüren iksirse, o bilgiyi Yaratıcıyla irtibatlandırma, yani iman ilmi.
İşte bu ilim, bütün ilimlerin şahı ve padişahı.
Peki bu nasıl olacak?
Matematik, biyoloji, kimya, edebiyat, fizik gibi derslerde öğretilen malûmatı marifetullaha çevirmenin sırrı, onlardaki intizamlı işleyişi nazara vererek, nizam koyucu Zatı daha iyi tanıyıp tanıtmak… Biyolojide canlılar dünyasındaki intizamı, kimyada atomlardaki düzeni, matematikte sayılar ve çizgiler dünyasındaki işleyişin mühürlerini genel mânâsı ile okumak, okutmak…
Öğretmenler ve kitaplar Yaratıcıdan bahsetmese bile (Din dersleri mecburî olsun mu, olmasın mı tartışmaları bir tarafa…) ilimlerdeki intizamı nazara vererek Yaratıcıyı isimleriyle öğretme talimi zarurî, mecburî bir eğitim. Bu eğitim sadece ders kitaplarına, öğretmenlere bırakılamayacak kadar önemli.
Anne babalar olarak, evlerimizi okul haline getirip bu eğitimin talimini yapmamız ve çocuklarımızı bu bakış açısıyla donatmamız şart! Yoksa…
Haydi anne babalar kitap başına!
Başarı kime ait?
Geçtiğimiz haftalarda katıldığı imtihanlarda on binlerce öğrenciyi geride bırakarak birinci olan küçük hanım, TV ekranında anne babasının yanında gururla başarılarının sırlarını anlatıyor. Her gün çözdüğü yüzlerce test, düzenli uyku, düzenli beslenme, anne baba ve öğretmenine desteklerinden dolayı teşekkürler, vs…
Belli zeki ve çalışkan, sorumluluklarının bilincinde.
Anne, baba da pek mutlu, anlatıyorlar… Yememiş, yedirmişler, giymemiş giydirmişler, düzenli bir ortam ve dershane şartları temin etmişler. Öğretmenlere ve çocuklarına şükran borçlular.
Hepsi çok sevinçli, mutlu…
Haklılar elbette böyle bir başarıdan. Bununla birlikte, birisinin ağzından Allah’a da bir şükür cümlesi duymak istedi kulaklarım… Zafer sarhoşluğu içinde, hiçbirisi de başarılarını böyle bir şükürle taçlandırmadılar.
Üzüldüm, kendileri adına…
Duâsız olmaz
Duâsız olmaz. Duâ da yetmez.
Bu slogan Filistin ve Lübnan’a yardım için yapılan yardım faaliyetlerinin afişlerinden birine ait. Birinci cümlesi tamam da, ikincisi eksik değil mi?
Maksatları “Fiilî olarak da yardım edin” mesajını vermek şüphesiz, ama duâ etmek sadece el açıp yakarmaktan ibaret değil ki… Zaten maddeten yardım da bir duâ değil mi? “Duâ da yetmez” ifadesi kulluk tavrına yakışmıyor.
Afişte yer alan bu cümleyi arkadaşlarımla analiz ederken bu slogan vesilesiyle Bediüzzaman Hazretlerinin duâ konusunda ne derece geniş bir bakış açısına sahip olduğunu fark ettik. Bediüzzaman Hazretleri “Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var?” âyetini tüm mahlûkatı kuşatan bir tefekkürle yorumlarken tohumlar, çekirdekler, yumurtalar, bitkiler hayvanlar başta olmak üzere tüm mahlûkatın duâ ve tesbihle devamlı meşgul olduğunu, yapılan duâların çeşitlerini anlatıyor eserlerinde. İstidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ıztırar lisanıyla ve en son ve en meşhur dördüncü nevi ki, bizim yaptığımız fiilî ve halî, kalbî ve kavlî duâlar… (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 24. Söz) Sözgelimi çiftçinin tarlasını sürmesi, bir muhtaca yardım, bir talebenin dersini çalışması da fiilî bir duâ ….
Bu açıdan bakınca kâinattaki her hadise bir duâ aslında.
İnsana düşense bir sultan gibi bütün kâinatın duâlarını kendi duâmız içine alıp, kâinatın güzel bir fihristesi olmak…
Bolayır’dan geçerken…
“Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin.
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten.”
Namık Kemal (1840-1888)
Bolayır, Çanakkale Boğazını, Saros Körfezini yüksekçe bir tepeden izleyen ilginç bir yerleşim birimi. Gelibolu güzergâhı üzerinde yer alan kasabaya giriş yolunda kocaman bir levhaya devasa harflerle Namık Kemal’in bu mısraları yazılmış. Zaten şairin mezarı da vasiyeti üzerine burada. Mısralar okunduğunda insan “Gafil kayaya bir tokmak” yemişçesine sarsılıyor değil mi?
Yaz mevsiminde bir haftalık molayı Çanakkale Lapseki’de vermiştik. Gelibolu istikametine giderken dikkatimizi çeken levha, Bolayır'la tanışmamıza ve Namık Kemal’i de hatırlamamıza vesile oldu. Dönüş yolunda, Bolayır’dan geçerken “Namık Kemal’e bir selâm verelim” dedik ve mezarını ziyaret ettik.
Mezar taşında yer alan şu ifadeler size ne düşündürüyor:
“Ölürsem görmeden millette ümit ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrime (mezar taşıma) ‘Vatan mahzun, ben mahzun’”
****
“Kendini insan bilenler halka hizmetten usanmaz
Mert olanlar mazlûma yardımdan el çekmez…”
Osmanlının son dönemlerinde ilim ve edebiyat dünyasında önemli bir yere sahip olan ve “Hürriyet şairi” olarak anılan Namık Kemal, Sultan Abdülhamid’in bazı uygulamalarına şiddetli muhalefeti ile tanınıyor. Zaten o dönemin muhalefeti ve iktidarı üzerine yazılıp çizilenler hâlâ bitmedi, bitecek gibi de görünmüyor…
Namık Kemal’in mezar komşusu ise çok sevdiği için yanına defnedilmek istediği Rumeli Fatihi Gazi Süleyman Paşa. İkisi de serin selviler altındaki kabirlerinde, Saros Körfezini, Çanakkale Boğazını gözetlemekteler…
Süleyman Paşa, Orhan Gazi’nin oğlu ve Rumeli’de ilk fetihleri gerçekleştiren zat. Yine bir fetih sırasında şehit düşmüş (1357). Bolayır’a defnedilmiş.
****
Namık Kemal, Gazi Süleyman Paşa, Orhan Gazi, Sultan Abdülhamid…
Yolda levhadan okuduğumuz birkaç dize vesilesiyle, mazide de hoş bir seyahat yaptık… Bunca kargaşanın arasında, tarihimizi bir levha ile bile olsa hatırlattığı için Bolayır Belediyesine teşekkürler…
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Zahmette, rahmet tecellîleri |
|
“En büyük saadetler, en büyük acı ve felâketlerin neticesidir.”
Bediüzzaman böyle ifade etmişti hayatın işleyişi içinde tecellî eden saadet ve felâket hâllerinin neticesini. Yalnız söylemekle kalmamış, zamane zalimlerinin eliyle büyük acılar çekerken değerli eserler yazarak insanların imanını kurtarmanın saadetini yaşamıştı.
Bu hakikati, 1936 yılında sürgün edildiği Kastamonu’da da yaşamıştı. Çünkü Said Nursî oraya getirilmesi sırasında ve kaldığı yıllarda ‘Bir cani gibi’ muâmele görmüş, dehşetli zulümlere, eziyetlere ve sıkıntılara maruz bırakılmıştı.
Oraya gelmeden önce, yalnız Kastamonu’da onu bilen, duyan, tanıyan ve Risâle-i Nur Külliyatının varlığından haberdar olan pek kimse olmadığından bu mezalim dikkat çekmemişti.
Aslında ahâli dindardı. Herkes bildiği kadarıyla inancının icaplarını yerine getirmeye gayret ediyordu. Lâkin cehalet yüzünden batıl itikatlar, hurafeler kol gezdiği için çoğu insan doğruyu yanlıştan ayırt edemiyor ve yanlışa doğru nazarıyla bakıp yaşamaya çalışıyordu.
Bazı insanlar kendilerine rehber olacak bir mürşit bulsalar, hayatları pahasına peşinden gitmeye ve söylediklerini yapmaya hazır olduklarından, çoğu yerde Mehdiye asker olma ümidiyle kılıçlarını bileyip tüfeklerini yağlayarak Mehdi gelip ‘Yürüyün’ dediğinde harekete geçecek şekilde bekliyorlardı.
Bu bekleyiş İnebolu’da diğer yerlerden biraz daha fazlaydı. Kasabanın ortasından geçen derenin sol tarafında meskûn olan Müslümanlar, bilhassa hassas zamanlarda derenin sağ yanında ikamet eden gayrimüslimlerin tahrik edici hareketlerine maruz kaldıkları için hislerini ancak bu gibi hazırlıklarla teskin edebiliyorlardı.
Nitekim şapka inkılâbı sırasında da benzer hâller yaşanmış, önceden hazırlıklı olan gayrimüslimler, Mustafa Kemal’in orada da törenle şapka giymesini müteakip sabaha kadar içip eğlenmişler ve Müslüman mahallelerine dönüp şapka sallayarak zafer naraları atmışlardı.
O günlerde başlamıştı bazı Müslümanlar ‘Yâ Rab! Bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur’ diye duâ etmeye. Bu yalvarıp yakarışlar gittikçe artan bir tahassürle tam on yıl sürmüştü.
Bir gün kahveye gelen Kastamonulu bir kişinin, şehre büyük bir âlimin getirildiğini ama yanına kimsenin yaklaştırılmadığını, ona yakınlık gösterenlerin çeşitli bahanelerle karakola çağırılıp dövüldüğünü, ısrar edenlerin hapse atıldığını anlatınca herkes şaşırmıştı.
Söylenenler insanların hislerini ürpertse de uzun zamandır böyle bir zatın gelmesini bekleyen bazı İnebolulular her türlü eziyeti, zulmü göze alarak onu ziyarete gitmişlerdi.
Ondan harekete geçme emri bekleyenler Said Nursî’nin elinde silâh yerine kalem ve kitap olduğunu görünce hareket tarzlarının yanlış olduğunu anlamışlar, birer Risâle alarak evlerine dönmüşler ve iştiyakla okuyup yazmaya başlamışlardı.
Hiç düşman işgaline uğramamasına rağmen Kurtuluş Savaşında en çok şehit veren ve savaş boyunca cephenin yegâne cephane yolu olan bu topraklarda, müstebit insanların envai çeşit mezalimine maruz kalmışlar ama iman hizmetine devam etmişlerdi.
Bu sayede pek çok evde Risâle okuyup yazarak İnebolu’ya ‘Küçük Isparta’ namını kazandırmakla kalmamışlar; Risâleleri, Üstadın ‘Bin kalemli Nurcu’ diye tarif ettiği teksir makinesi ile çoğaltarak Nurların intişarında yeni bir çığır açmışlardı.
Onun için Bediüzzaman, 1943 yılı Ramazanının Kadir Gecesinde, Olukbaşı Karakolunun nezarethanesinden alınıp Denizli Mahkemesine götürülmek üzere müsellah jandarmaların nezaretinde külüstür bir yolcu otobüsüne bindirilerek Ankara’ya doğru yola çıkarıldığında müsterihti.
Zira orada kaldığı zaman içerisinde hem Risâle-i Nur’un telifine ve neşrine devam etmiş, hem de onlarca talebe yetiştirip binlerce insanın Nurları tanımasını sağlayarak Kastamonu’yu Nur Hareketinin önemli hizmet merkezlerinden biri hâline getirmişti.
Böylece çekilen zahmet ve meşakkat nisbetinde Rahmet tecellî etmişti.
***
Kastamonu, hâlâ Nur hizmetinin hareketli olduğu bir yer.
İlin Nur Talebesi bulunmayan beldesi, Nur hizmeti olmayan ilçesi yok. Her ilçede bir veya birkaç hizmet grubunun medrese, dershane veya ev diye adlandırılan bir veya birkaç hizmet merkezi var.
Fakat İnebolu hepsinden farklı. Çünkü orada Nurcu kimliği taşıyan her grubun kendine has hizmet merkezi var ve hepsi de birbirine muhabbetle muamele ediyor.
Kastamonu’da kaldığımız zaman içinde İnebolu’nun bu yönlerine muttalî olunca, Üstadın hayatının Eski Said safhasında oraya gidip ahâli tarafından ilgiyle karşılanmasını da nazara alarak ilçeleri gezmeye oradan başlamaya karar verdik.
İnebolu, eski çağlardan beri mergup ve meskûn bir mahal. Grekler kurmuş, Romalılar adını vermiş, Yıldırım Beyazıt fethetmiş. Onun için tabiî güzelliklerinin ve tarihî zenginliklerinin yanı sıra çeşitli milliyete mensup farklı dinden insanların bir arada yaşaması ile de dikkat çekmiş.
Biz bu özelliklerin hepsine az çok ilgi duyduğumuzdan, tarihî mekânları şöyle bir gezdik, Merkez Camii’nde namaz kılıp çınarlarının altında biraz dinlendik, sonra da Nur hizmetinin izlerini takip etmeye başladık.
Zahiren istenmeyen bir yer olmasına rağmen Nur Talebeleri medrese-i Yusufiye nazarıyla baktıklarından, bazılarının günlerce işkence gördüğü karakolun ve aylarca yattığı hapishanenin önünden geçerken orada yaşanan hatıraları yadettik.
Daha sonra, İnebolu eşrafından Ahmed Nazif Çelebi’nin dükkânına doğru giderken onun, II. Meşrûtiyet yıllarında geldiği zaman uzaktan gördüğü ve bir daha unutmadığı Bediüzzaman’ı Kastamonu’da ziyaret ederek İnebolu’ya Nurları getiriş macerasını hatırladık.
Kastamonulu Nur şakirtlerinden Hafız Tevfik’in, Hilmi’nin, Kâmil’in, Hayri’nin, Mehmed Feyzi’nin “Ahmed Nazif’in bu defa çok meşgaleler içinde yazdığı, yalnız On Dokuzuncu Mektuptaki tevafukun mecmuu, dokuz bin sekiz yüz otuz üç adede baliğ olduğunu gördük, o mektuptaki mucizât-ı Ahmediye’nin (asm) bir kerâmetidir diye hükmettik” şeklinde tesbit ettikleri, Said Nursî’nin de tasdik ettiği gibi yazdığı pek çok Risâlede böyle fevkalâde ahvalin vuku bulduğunu öğrenince ihlâsına ve sadakatine hayran kaldık.
Bilhassa İstanbul’dan getirdiği teksir makinesi ile Risâleleri çoğaltması, evini medrese-i nuriye, dükkânını da küçük bir Nur matbaası hâline getirerek oğlu Selâhaddin’le birlikte yıllarca hizmet etmesi, onlar hapse atıldıkları veya hizmet için başka yerlere gittikleri zaman hâne halkının işleri de, hizmetleri de devam ettirmesi mânidardı.
Eşine ender rastlanan böyle fevkalâde hâller yalnız onlarda değil, Fakazlıların, Gülcülerin, Dileklerin, Mırmırların ve daha pek çok hanedan hususiyetli ailenin hanesinde de yaşanmıştı.
O gün o evlerin hepsini gezip hâne sakinleri ile sohbet etmemiz mümkün olmadığından yamacın başındaki evlerin birine giderek diğerlerini oradan görebileceğimizi düşünerek Fakazlıların evine geldik.
Yakın zamana kadar içinde Risâlelerin yazıldığı ve hâlâ derslerin yapıldığı ev, önündeki bahçesi ile birlikte hâlâ o zamanki şeklini koruduğu için bir süre orada yaşanan Nurlu hatıralarla haşir neşir olduk.
İki katlı ahşap evin eyvanından gurub vakti İnebolu’yu ve Karadeniz’in engin ufuklarını temâşâya doyum olmuyordu ama merhum İbrahim Ağabeyin istinsah ettiği, Üstadın da duâ yazdığı Risâleden okunan bahisten dünyanın doyma değil tatma yeri olduğu dersini alınca hemen hareketlendik.
Küre’ye geldiğimizde güneş çoktan batmış, hava kararmıştı. Varlığını, sırtını dayadığı dağdan çıkarılan bakır madenine borçlu olan ve ormanlarla kaplı dağlar arasına sıkışıp kalan küçük bir ilçeydi burası.
Geçmişi biraz eski olduğu için cami ve müştemilatından müteşekkil bazı tarihî eserler vardı ama oraları yatsı namazını o camide eda ederek gezdiğimizden görmemizi gerektiren başka bir yer yoktu.
İlk bakışta onların dünyadan, dünyanın da onlardan haberi yokmuş gibi görünse de Said Nursî’nin adı, eserleri ve hizmeti buralara kadar geldiğinden bu küçük ilçede bile onun üç, beş talebesinin ve onlarca muhibbanının olduğundan söz ediliyordu.
Zaten gecenin o vaktinde bizi oraya getiren sebep de onların varlığıydı. Önce Dursun Efendinin oteline, ardından da Salih Efendinin evine gittik. Onların oğulları ve ilçedeki hizmet arkadaşları ile sohbet edip çalışmaları hakkında bilgi alarak ayrıldık.
Gezi güzergâhımız üzerindeki Devrekâni’den gecenin ilerleyen saatlerinde geçtiğimiz için oralara Nurları getiren merhum Ahmed Kureyşî’yi duâlarla andık ve fecir vakti sabah ezanları okunurken, Çobanoğullarından kalma 776 yıllık taş köprüden geçerek yeni yapılan bir camide namazlarımızı eda ettik.
Taşköprü, adını aldığı bu tarihî köprünün yanı sıra, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşanın silâh arkadaşı ve esaret yoldaşı Sadık Paşanın memleketi olması ile de iştihar etmiş bir yerdi.
Gerçi her yer gibi Taşköprü’nün de kendine has güzellikleri vardı ama biz Sadık Paşanın torunu ve Binbaşı Mehmed Ali Beyin oğlu Sadık Beyin yaşadığı yerleri görmek için gelmiştik.
Çünkü ecdadının asaletini, cesaretini, metanetini her hâli ile izhar eden ve bütün bölgede herkes tarafından sevilen Sadık Bey, Said Nursî’yi tanıyıp eserlerini okuduktan sonra ‘Kastamonu’nun yüzünü ak eden’ hizmetleriyle Nur Talebeleri arasındaki yerini almıştı. Denizli Hapishanesinde dokuz ay kadar Bediüzzaman’a ‘hâlisâne’ hizmet eden, Afyon Hapishanesinde iken hissettiği hasreti Damla adlı uzun manzumede ve sık sık yazdığı mektuplarda dile getiren Sadık Beyin, atalarından ona, ondan da çocuklarına ve torunlarına tevarüs eden şehâmeti, Kadıköyü’nde, yani Sarıkavak’ta kaldığımız zaman içinde ayniyle bize de aksetti.
Bu hâlet-i ruhiye içine girince, Nur hareketinin hâlen hayatta olan saf-ı evvellerinden Mustafa Sungur’un ve Hüsnü Bayram’ın doğup büyüdüğü yerleri de görmeye karar verdik.
Eflâni’ye giderken saatçi Hasan Efendinin memleketi Daday’dan geçerek onu ve diğer Nur Talebelerini rahmetle yâdettik. Eflâni’de beldenin sakinleriyle sohbet ederek Sungur Ağabeyin fıtratına işleyen sadakat, metanet ve şefkat hasletlerinden hissemizi aldık.
Safranbolu’ya vardığımızda tarihin asil ve tatlı çehresiyle iç içe bulduk kendimizi. O havalideki Nur Talebelerinin arasına karışınca, beldenin medar-ı iftiharı olan Mustafa Osman’ın, Ahmed Fuad’ın, Hıfzı’nın, Rahmi’nin ve Hüsnü Bayram’ın samîmî hizmetlerinden bir nebze hissedar olduk. En kısa zamanda tekrar gelmek kararlılığıyla o havaliden ayrıldığımızda, daha mahallin hudutları dışına çıkmadan nurlu menzillerin ve münezzeh insanların hasretini hissetmeye başladık.
Zîra bütün Nur Menzilleri gibi Kastamonu ve Safranbolu tarafları da gezdikçe ruhu tezyin eden mânevî değerler, mugaddî lezzetler, tarihî zenginlikler, tabiî güzellikler ve makbul hizmetlerle müzeyyen yerlerdi.
Hâlâ da öyle.
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
TEZ-KERE |
|
Hükümet dediğini yaptı. "Tezkere geçecek" dedi ve Lübnan'a asker gönderme kararı aldı.
Başbakan geçmişteki Meclis oylamasından da bin pişman:
"Keşke Irak'a asker gönderen tezkereyi de kabul etseydik" diyor.
Demek:
Zararın neresinden dönülse, "kâr" sayıyor.
Şimdi kulaklarda bir türkü:
"Gel tezkere, gel tezkere bitsin bu gurbet.."
Nokta
Hollandalı Bakan Piet Hein Donner,
"Laiklik konusunda kantarın topuzu kaçtı" diyor.
Bakan, Türkiye'de yaşamış ve bu sözleri söylemiş olsaydı, "topuz"u gösterirlerdi.
Haftanın Haberi:
"Gülben Ergen aşermedi." (Basın)
KAYIT PARASI
Okul kayıtlarında yeni yöntem geliştirmişler.
"Kayıt parası" yerine;
"Kravat parası" diyorlar..mış. İyi mi?
Makas almak diye buna derim ben.
ROL
ABD diyor ki:
Türkiye'nin Lübnan'da oynayacağı rol var!
ABD'liler Hollywood'tan tecrübeli...
Kime ne tür rol verileceğini biliyorlar.
Sakın bu rol, "kötü adam" olmasın?
KATLİAM
Bir katliam düşünün (Allah korusun).
Bir ay boyunca, 377 kişi ölecek.
Ama ne yazık ki, bu rakam doğru...
Emniyet Genel Müdürlüğü'nün Temmuz 2006’nın trafik istatistiklerine göre bir ayda 56 bin 35 kaza oldu, 14 bin 587 kişi de yaralandı.
Kazaların yüzde 18.39'u arkadan çarpma, 15.29’u hatalı yön değiştirme, 11,89’u kavşaklarda geçiş üstünlüğüne uymama, 9,27’si ise hatalı manevradan dolayı...
Ya bir de;
Savaş çıksa?
Soğuk Espriler Galerisi
Adamın biri...
* Adam o kadar fakirmiş ki, virajı bile alamamış...
*Adam yerde elli bin bulmuş, aramış durmuş ayaklı bin bulamamış.
*Adamın biri anayoldan gidiyormuş, arkadaşı ise babayoldan.
*Adamın biri ata binmeye bayılıyormuş. Bir gün bir at görmüş, binmiş ve bayılmış.
* Adamın biri bakkala bir adres sormuş, kendini Bağdat'ta bulmuş, neden?
- Çünkü sora sora Bağdat bulunurmuş.
*Adamın biri devamlı ekmek çarpsın diyormuş; ekmek kamyonu çarpmış.
*Adamın biri eczaneye pire ilacı almaya gitmiş.
Eczacı ona "pirenizin nesi var acaba" demiş.
*Adamın biri tartılmak için tartıya çıkmış ama tartı tartmamış. Neden?
-Çünkü tartının üzerinde anti-tartar diş macunu varmış.
*Adamın biri yere bir çember çizmiş, ortasına bir çap çizmiş ve gülmeye başlamış, neden?
- Çünkü adam kendi çapında eğleniyormuş.
* Adamın biri Hindistan sokaklarında gezerken balkonun birinden başına Buda heykeli düşmüş.
Adam ne demiş?
-Başıma bu da mı gelecekti?
*Adamın gözleri dolmuş. Ayakları taksi.
*Adamın karnı açmış, denize dalmış, tok çıkmış, neden?
-Çünkü adam vurgun yemiş.
*Adamın kolu şişmiş, bacağı da pirzola.
* Adamın tekinin kalbi çalışmıyormuş, neden?
- Çünkü adam taş kalpliymiş.
*Adamın telefonunun şarjı dolmuş, arkadaşınınki ise taksi.
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İlim adamları ne kadar bilir? |
|
Amerika’da yayımlanan Edge dergisi, dünyanın en önemli 100 bilim adamına şu soruyu sormuş: “Doğruluğuna inandığınız ama ispatlayamayacağınız şey nedir?” Dergi, ilim adamlarının verdikleri cevapları bir kitapta toplayıp yayınlamış.
Cevaplardan bazıları özellikle dikkat çekici. Meselâ, Kaliforniya Salk Enstitüsü’nden Sinirbilimci Terrence J. Sejnowski, “Geçmişi nasıl hatırlıyoruz?” sorusuna şöyle cevap vermiş: “Bu soruya bir san’atçı, bir tarihçi veya bir bilim insanı farklı cevaplar verebilir. Her ne kadar sinirbilimciler bu konuda çok yol katettilerse de, ben inanıyorum ki ‘uzun dönem hafızası’nın depolandığı yeri yanlış tarafta arıyoruz. Çocukluğumu hatırlama yeteneğim, beni her zaman şaşırtmıştır. Bugün vücudumda bulunan moleküllerin çoğu, çocukluğumdakilerden farklı. Özellikle de beynimi oluşturan moleküller sürekli olarak yenileriyle yer değiştirmekte. Buna rağmen 50 yıl önce yaşamış olduğum yerlerin detaylı anılarına sahibim. Bence uzun dönem hafızası beyindeki hücrelerin içinde değil, hücrelerin arasındaki alanda saklanıyor. Ama bunu şimdilik kanıtlayamıyorum.” (Sabah, PazarSabah eki, 10 Eylül 2006)
Stanford Üniversitesi’nden Fizikçi Leonard Susskind de “Yazı mı, tura mı?” sorusuna şu cevabı vermiş: “Eğer bir milyon kere yazı tura atsam, hepsinin tura gelmeyeceğinden eminim. Ama bunu kanıtlayamam. Olasılık teorisinin doğruluğundan eminim, ama kanıtlayamam. Bütün bilimler aslında olasılık teorisi üzerine kurulu, ama neden işe yaradığını bilmiyorum. Belki de bu yüzden Einstein, ‘Tanrı zar atmaz’ dedi.”
New York Üniversitesi’nden Sinirbilimci Joseph Ledoux de şöyle konuşmuş: “Hayvanların duygularının ve insandan farklı bir biçimde de olsa, bilinçlerinin olduğuna inanıyorum. Ama ne ben, ne de bir başkası bunu henüz kanıtlayabilmiş değil.”
İlim adamlarının ‘Biz her şeyi biliriz’ dememeleri ve kâinattaki nizam/intizam karşısında acziyetlerini itiraf etmeleri manidar. Çünkü ‘bilmediğini bilmek’ ilim basamaklarının ilki olsa gerek!
***
İsrail’den korkunç itiraf
İsrailli bir komutanın Lübnan savaşıyla ilgili itirafları dünyanın ciddî olarak düşünmesi gerektiğini gösterdi. İsrail Haaretz gazetesine adını vermeden konuşan roket birlikleri komutanı, “Yaptığımız çok korkunç ve anlamsızdı. Bütün köyleri misket bombalarıyla doldurduk. Fosfor bombası da kullandık” demiş.
İsrailli komutan uluslar arası hukuka göre yasak olmasına rağmen fosfor bombalarının kullanıldığını da itiraf etmiş. Komutanın hedeflere ilişkin sözleri ise sivil katliâmını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: “Sadece bir hedefi vurmak gibi bir şanşımız yoktu. Komutanlar da bunu çok iyi biliyordu. Bizden özellikle sabah saatlerinde ateş açmamız isteniyordu. Çünkü bu saatlerde insanlar camiden çıkıyordu ve daha fazla öldürme şansımız oluyordu.” (Sabah, 14 Eylül 2006)
Bu ifşaatlar sonrası, İsrail politikalarına müsamaha ile bakan, onları savunan ve koruyan ‘dünya liderleri’ne acımak gerekmez mi?
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif cevaplar |
|
İstanbul’dan okuyucumuz: “Bir günlük takvim yaprağında, ‘Cuma günü işlenen günahlar iki kat yazılır’ gibi bir ifâde okudum. Bu ne demektir? Gerçekliği var mıdır?”
1- Bir sözün doğru olup olmadığını ölçüp tartmak için kim söylemiş, ne söylemiş, ne makamda söylemiş, niçin söylemiş ve hangi kayıtlarla söylemiş olduğuna bakmalıdır. Bu ana unsurları tespit etmeden, ucu ve sonu kırpılmış bir söze doğru mânâ vermek imkânsızdır.
2- Cuma günü Müslüman’ın haftalık bayramı olduğundan, bu günde hayırlı amel yapmaya, duâ ve zikirleri arttırmaya, tevbe ve istiğfarda bulunmaya ve icâbet saatine denk gelir ümidiyle gün boyu duâ ve niyazı eksik etmemeye dinimizde bolca teşvik vardır.
3- Cuma günü Cuma namazı esnasında hür ve mazereti bulunmayan bir kimsenin Cuma namazına gitmeyip başka işlerle meşgul olması haramdır. Cuma namazı saatinde—mazereti bulunmadığı halde—; 1- Cuma namazını kılmamak ve 2- Bu saatte dünya işleriyle ilgilenmek gibi bir “çifte günahtan” söz etmek mümkündür.
***
Yozgat’tan okuyucumuz: “Bulunduğum ortamda arkadaşların bâzı kusurlarını görüyorum. Gerek ibâdetlerinde, gerekse sünnet-i seniyyede, bunlardan bazıları onları şirke götürecek nitelikte. Ben bunları bazen uyarma ihtiyacı duyuyorum ve uyarıyorum. Onlar ise, Allah ile kul arasına girilmez ve herkesin bildiği kendine yeter diyorlar. Bunlara nasıl cevap verebiliriz?”
1- Öyle anlaşılıyor ki, kendimizden fazla etrafımızla ilgiliyiz. Oysa efdal olan ve makbûle geçen arkadaşlarımızın kusurlarını görmek yerine, kendi kusurlarımızı görüp izâlesine çalışmaktır.
2- Çevremize karşı görevlerimizin en başında “iyi örnek” olmak gelmektedir.
3- Bazı durumlarda etrafımızı ve çevremizi uyarmak görevimiz de olur şüphesiz. Fakat, bu durumda;
a) Muhakkak yumuşak sözlü olmalıyız.
b) Muhakkak saygın ve nazik bir ifâde kullanmalıyız.
c) Sözü damarına değil, mutlaka kalbine işletmeliyiz.
d) Kendimiz yaşamadığımız bir meseleyi uyarı konusu yapmaktan kesinlikle kaçınmalıyız.
e) Samimî bir üslup kullanmalı, fazîlet satışı yapan üsluplardan uzak durmalıyız.
f) Gururlu değil; mütevâzı olmalı ve bunu geçici bir gaye için değil, kalıcı bir hayat prensibi olarak yaşamalıyız.
g) Uyardığımız ve zaman zaman uyarma ihtiyacı hissettiğimiz kişilerin diğer zamanlarda diğer problemleriyle de ilgilenmeli, kalbimizle onun kalbi arasında sıcak bir iletişim köprüsü kurmalıyız. Her fırsatta bu köprüyü pekiştirmeli, çeşitli hatâlar ve olumsuzluklarla bu köprünün tahrip edilmesine meydan vermemeliyiz.
h) Eğer bütün bunlara rağmen davranışlarında olumlu bir gelişme izlememişsek; sabırlı olmalı, itham etmekten, kınamaktan, yargılamaktan ve başkalarının yanında küçük düşürmekten kaçınmalıyız ve ıslâhı için gıyâbında duâ etmeliyiz.
***
Rize’den Nadide Toprak: “Kur’ân’daki besmeleler 114 defa mı nazil olmuştur? Yoksa bir defa nazil olup her sûrenin başına mı konmuştur?”
Besmele’nin Kur’ân’dan bir âyet olduğunda şüphe yoktur. Neml Sûresi’nin 30. âyetinde âyetin bir parçası olarak geçmektedir.
Kur’ân’ın bu âyetinde Hazret-i Süleyman’dan (as) bir mektup alan Belkıs’ın, çevresinde bulunan yaverlerine: “Ey kavmimin ileri gelenleri. Bana bir mektup bırakıldı. Süleyman’dan geliyor ve ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ kelimesiyle başlıyor” dediğini öğreniyoruz.1
Besmele’nin Kur’ân’da 114 defa nazil olduğu görüşü de var; bir defa nazil olduğu ve sûrelerin arasını ayırmak için her sûrenin başına teberrüken konduğu görüşü de. Birinci görüş İmam-ı Şâfiî’ye ait. İmam-ı Şâfiî’ye göre Besmele tek bir âyet olduğu halde Kur’ân’da 114 defa nazil olmuştur.2
Nitekim, İbn-i Abbas (ra) bildirmiştir ki: “Besmeleyi terk eden Allah’ın kitabından 114 âyet terk etmiş olur.”
Ebû Hüreyre (ra) dedi ki: Allah Resûlü (asm) bildirdi: “Fâtiha sûresi yedi âyettir. Bu âyetlerin ilki ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ âyetidir”3
Besmele için önemli olan “nâzil olmuş bir âyet” olduğu gerçeğidir. Her sûrenin başında okunuş şeklinin de vahye dayandığında şüphe yoktur. Binâenaleyh, besmelenin Kur’ân’dan bir âyet oluşu, her hayırlı işimizde dilimizden düşürmemek açısından yeterli bir hakîkattir.
Dipnotlar:
1- Neml Sûresi, 27/29-30. 2- Sözler, s. 17; Elmalılı Tefsiri, 1/16 3- Emalılı Tefsiri, 1/16.
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Papa’nın yanlışlarına cevap |
|
Roma Katolik Kilisesinin ruhani lideri Papa 16. Benediktus, Almanya ziyareti sırasında Regensburg İlahiyat Fakültesinde akademisyenlere hitaben yaptığı bir konuşmada, İslâmı, şiddet ve kılıç zoruyla yayılmayı ilke edinmiş bir din gibi sundu.
“Haçlı seferleri” ile her tarafı yakıp-yıkanların; kendilerini barış, İslâmı “şiddet ve kılıç” dini ilân etmesi, feleğin ters dönmesinden başka ne olabilir? Bugün, bu anlayış, büyük çapta törpülenmekle beraber; kendilerini hümanist, Müslümanları “terörist, şiddet yanlısı, köktendinci, siyasal İslâmcı” diye göstermeye çalışan II. Avrupa zihniyetinin ürünü.
İslâmın kılıç ve şiddetle yayılmadığının en büyük göstergelerinden birisi, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm), yetim, yalnız başına, hiçbir yardımcısı, hiçbir maddî güç, kuvvet, silâh, asker, para, mal-mülkü bulunmamasına karşılık dâvâsını anlatması ve İslâmiyeti insanların gönüllerine nakşetmesidir!
Hattâ kabilesi ve en yakın akrabaları da ona karşı idi. İslâma dâvet ettiği insanların, İslâmiyeti kabul etmemeleri için her türlü “şiddet” ve işkence uygulanmıştı. Buna rağmen, yine onu terk etmediler. Üstelik her zaman olduğu gibi, şiddeti, savaşı başlatan, kılıca sarılan müşriklerdi. Bedir, Uhud, Hendek, Beni Mustalık, Hayber, Mûte, Huneyn, Taif, Tebük olmak üzere, savaşların pek çoğu müdafaa harpleridir. Daha sonrakiler de, yine Bizanslıların İslâmı ve Müslümanları yok etmek için kuvvet toplamaları üzerine çıkarılmıştır.
Karıştırılan, yanlış anlaşılan veya anlatılan meselelerden birisi de “İslâmda cihad”dır. Hiç şüphesiz ki, “cihad” sadece “kuru bir toprak” fethi değil; aynı zamanda, İslâmlaştırma faaliyetidir de. Bütün insanlar, İlâhî mesaj olan Kur’ân’ın muhataplarıdır. Allah’ın mesajını dünyanın en ücra köşesindeki kullara ulaştırmak ise mü’minlerin görevidir.1 Çünkü cihadın bir târifi de, hakkı üstün ve hâkim kılmak için gayret sarfetmektir.2 Ve cihad, savaş değil, daha ziyade çalışma ve gayret anlamındadır. Eğer, iddia edildiği gibi, yalnızca, toprak elde etmeye dayalı, “şiddet-kılıç içeren askerî ve siyâsî” bir hareket olsaydı; çok kısa zamanda bu kadar geniş topraklar fethedilemez; geniş kitleler İslâmı tercih etmez; elde edilen topraklar ve toplumlar İslâm prensipleri ve himayesi altında idâre edilemezdi. Nitekim A. Gullaui bu gerçeği, “Eğer halk fetihlere karşı tepki gösterseydi, bu zaferlerin hiçbirisi gerçekleşmezdi... 640 yılında 10 bin kişiden de az bir kuvvet, bütün Aşağı Mısır’ın çok kısa süre içinde fethedilmesine yetti”3 ifâdeleriyle, Watt da, “Hiç kimse Müslüman olması için zorlanmadı; şiddet ve şehvet de, Ortaçağ Avrupa’sında mevcuttu” sözleriyle te’yid etmektedir.
Aslında Haçlılar, saldırırken, kuvvetli iken ve Müslümanları katlederken de şaşırtıcı bir şekilde, saf değiştirip İslâmiyeti kabul ediyordu. Thomas Arnold, “Sadece halk değil, bilâkis bâzı liderler, komutanlar, Hıristiyanlar; galibiyet elde edecekleri saatlerde bile Müslümanlara katılmışlardır”4 diyerek, Hıristiyan tarihçilerden ve doğru söyleyen tarihten pek çok nakiller verir:
* İslâmiyet en çok sulh ve barış dönemlerinde yayılmıştır.
* İslâm, hiçbir zaman, din ve inançlarda zorlama yapmamıştır. Milâdi 9. asırda Şam ve aşağı Mısır halkının çoğunluğu, İslâmın bu bölgelere girişinden beri iki asır geçmesine rağmen hâlâ Hıristiyandı.5 II. Haçlı Seferini oluşturan vâiz Aziz Bernard’ın, bir kısım haçlıların İslâmiyeti kabul ile ihtidâ ettiğini haber alınca, uğradığı hayâl kırıklığı pek acı olmuştu. Bu ihtidalara vaaz ve nasihatlerden ziyade para sayesinde sed çekebilmişti.6 İslâm, Afrika’da, Sahra’nın güneyine, ancak Mağrib’deki büyük İslâm devleti yıkıldıktan sonra girebildi. Bu bölgede İslâmın yayılışına vesîle olan şey, sadece kültür, düşünce ve dâvettir. İslâm, Kuzey Batı Afrika’da Berberî kabileleri arasında yayıldı ve bu ülkede tarihte büyük rol oynayan İslâm devletleri kuruldu.7 Kezâ, Endonezya ve Malezya ve Afrika’ya da aynı metodlarla girdi.
1950 yılına kadar Afrika’daki Fransız sömürgelerinin yöneticisi olan Hıristiyan Yazar Pierre Dichan’ı dinliyoruz: “Afrika’da İslâmiyetin yayılışı herhangi bir zorlama ile olmamıştır. Sadece dinlerine kuvvetli bir imânla bağlı bulunmaktan başka güce ve servete sahip olmayan, çeşitli bölgelere dağılan mü’minlerin ikna metoduyla olmuştur.” Araştırmacı Alman Lies Lictenstadter, Rum ve Acem ülkeleri fethedilince, İslâm orduları, bu ülkelerin insanlarını, İslâm ile kılıç arasında değil; İslâm ile cizye (vergi) arasında, bunlardan birini seçmek üzere serbest bıraktıklarını belirtir.8
Bu gerçek ve tarihî tesbitler karşısında, ehl-i insaf, vicdan ve aklın tasdik etmekten başka yapacağı ne vardır?
Dipnotlar:
1. Abdülaziz Hatip, Gönüllerin Fethinde Cihad, s. 8.; 2. Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, Günümüzde Cihad md., VII, 532; Abdülkerim Zeydan, Usulu’d-Dava, Beyrut, 1990, s. 272.; 3. Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. 1, s. 427.; 4. Arnold, ed-Dâ’vetü ile’l-İslâm, s. 71.; 5. Kirk, A Short History of the Midldle East, 39.; 6. Ahmed Rıza, s. 88.; 7. Ronald Oliver and J Fage, A Short History of Africa, 77.; 8. İslâm and the Modern Age, 29.
17.09.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Zulüm devam etmez, ama uzayabilir |
|
Ehl-i din olarak, dinî hayatımızı yaşamak için hangi zorlukları, ne gibi zahmetleri, meşakkatleri göze alabiliyoruz?
Kudsî değerlerimiz uğruna, ulvî dâvâmız yolunda hangi tehlikeleri, ne gibi bedelleri ödemeyi göze alabildik bu güne kadar?
Bu yolda, bu güne kadar hangi sıkıntılara, hangi zahmetlere katlandık? Ne gibi zararları, ziyanları kabullendik, ne gibi haklarımızın elimizden alınmasını göze aldık?
Falakalara mı yatırıldık, işkencelere mi tâbi tutulduk, aç susuz mu bırakıldık, hapishanelere, hücrelere mi tıkıldık?
Şu söylenenler çoğumuza yabancı ve tuhaf geliyor değil mi? Çünkü günümüz Müslümanları olarak hiç birimiz böyle muameleleri görmedik, yaşamadık. İşkencelere tâbi tutulmak, falakalara yatırılıp dayaklardan geçirilmek, aç susuz bırakılmak, geçmiş asır mü’minlerinin tanış oldukları, aşina oldukları hallerdi.
Bilâl-i Habeşîlerin, Hallac-ı Mansurların, İmam-ı Azam’ların, Bediüzzaman’ların bir ömür boyu yaşadıkları hayat tarzıydı şu söylediklerimiz.
Evet belki de bu İslâm kahramanlarının yaşadıkları böylesine akıl almaz, çileli hayat dönemi kapandı yaşadığımız bu asırda. Devam etseydi, ne olurdu halimiz, herhangi bir mukavemet gösterebilir miydik, orası biraz meçhul...
Günümüzde ehl-i dine yönelik işkenceler, dayaklar, idamlar, hapisler, zindanlar yok... Ama haksızlıklar, hakaretler, tacizler, tecavüzler diz boyu...
Dine ve dindarlara reva görülen gayr-i kanunî, insanlık dışı muamelelerin haddi hesabı yok. Bir caniye, bir eşkiyaya, bir bölücüye uygulanan muamele ile okulunda veya çalıştığı kurumda başını örtmek isteyen bir hanıma revâ görülen muamelenin farkı kaldı mı?
Vakıa şu ki, dine ve dindarlara yönelik taarruzlarda yasaklamalarda, haksızlıklarda eskiye nazaran herhangi bir azalma veya gerileme yok, artış var. Bakmayın siz birilerinin “Herkes bu vatanda dinini serbestçe yaşıyor” martavallarına.
Bize ve kudsî değerlerimize yönelik yapılan bunca tahkir ve haksızlıklara karşı nasıl bir duruş sergiliyoruz, ne gibi bir mutavemet gösterebiliyoruz ehl-i din olarak? Haksızlık ve hakaretlere dûçâr kalan kaç tane ehl-i din, kanunların kendilerine tanıdığı hak arama yoluna başvurdu? Ne kadarımız zorla gasp edilen haklarımızı elde etmek için meşrû dairede tepkilerimizi gösterebildik?
Ulvî dâvâ uğruna, kudsî değerler yolunda bazı şahsî haklarımızdan vazgeçerek, bazı dünyevî zararları kabullenerek; bu uğurda bazı sıkıntı ve meşakkatlere katlanmak da bir nevî cihad-ı manevîdir, sergilenen haksızlıklara karşı meşrû ve etkili tepkidir.
Bir nevî haksızlığı protesto sayılan ve bir çeşit hak arama metodu sayılan böylesi tavırları, böylesi merdane duruşları sergileyebildik mi bu güne kadar? Yani mukaddes değerleri uğruna bu güne kadar ne kadar ehl-i din, gelebilecek tehlikeleri veya düçar olacağı muhtemel dünyaya bakan zararları göze alabildi?
İnançlarımıza yapılan saldırılarda, manevî değerlerimize yapılan hücumlarda, ilk aklımıza gelen, gelmesi muhtemel olan şahsî zararlarımızı düşünüp, ona göre mi bir duruş sergiledik; yoksa şahsî zarar ve ziyanları peşinen kabullenip, din-i mübîne gelmekte olan zararları ve taarruzları akîm bırakmanın yollarını, çarelerini aramanın gayretine mi düştük?
Ehl-i din olarak, buraya kadar ifade etmeye çalıştığım soruların doğru bir cevabını vermeden ve olması gereken duruş ve tavırları ortaya koymadan, bize yönelik taciz ve sıkıntıların sona ereceğini beklemek doğru olur mu bilemiyorum.
Küfür devam eder, fakat zulüm etmez! Velâkin ehl-i dinin kusur ve hatalarından veya zalimlerin zulümlerine karşılık lâzım olan tavır ve duruşu gösterememelerinden devam edegelen zulmün zamanı ve süresi uzayabilir. Bir süredir devam etmekte olan zulmün sebebi bu olsa gerek.
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Buzullar erirken |
|
Su samurları, eriyen buzulların şok dalgaları ve denize yığılan büyük parçaların etki sahasını 1.5 km’ye kadar çıkardığı bir anda, bu tehdit/tedirgin edici dalgalardan uzaklaşmayı başarıyorlar.
Buzların üstünde saatlerce dinlenebilmeleri ve alışılmışın dışında yavrularını karınlarının üstünde tutup şefkatle sarmaları, düşünülmeye değer bir tablodur.
Kışın ağır şartlarında, pençeleri ve koruyucu derileri ile tüyleri, sıcaklığını sağlarken, kâinattaki her canlının kendi şartlarında hayatını idame etmesi için onlara verilmiş koruyucu ve doyurucu özelliklerinin mükemmelliğini göstermektedir.
Beş aylık bir su samuru yavrusunun iştah açıcı istekleri, ancak annesinin bulduğu her yiyeceği onunla paylaşması ile karşılanmaktadır. Yavrusuyla oynayan, ona egsersiz yaptıran annenin bambaşka rolleri, heyecanları ve tutkuları öne çıkıyor.
Yavru büyüdükçe avlama becerileri artıyor. Bu dönemde yanlış maceralara kurban gitmemesi için sürekli doğru yönlendirilmesi gerekiyor.
Su samurları da diğer canlılar gibi, su içinde yaşama, açık denizlerin hayat kurallarına alışma ve görevlerini sevk-i İlâhî ile yapmada çok mahirler.
Su samurları için deniz bir anne kucağı, bir deniz altı gemisi, bir hayat merkezi, bir yaşama zevki, oyun, beslenme ve beraberliklerini devam ettirme atmosferidir.
İstiridyeler onlara kâinat sofrasının ikramı olarak takdim edilirken, döllenme ve doğum sonrası yavrularına sahiplenme fıtrîliği, çok eziyetli görünse de, onları mutlu eden, oynaşmaya sevk eden, vazifelerine bağlayan ve bunu en iyi bir şekilde yerine getiren capcanlı özelliklerine halel getirmiyor.
Buzulların ani çöküşünün altında kalmamak, mesafeyi açmak, sonra da buzların üzerinde dinlenmek; su samurlarının biz insanlara vereceği çok güzel bir hayat dersidir.
Hepimizin farklı zamanlarda, nefis denizinin riskli bölgelerinde, çözülen ve birden yığılan buzulların altında boğulma/boğuşma ve “can verme” tehlikesi ile karşı karşıya kaldığımız mevsimler olur. Su samurları gibi, buzulların eridiği ve yığınak yaptığı baskıdan uzaklaşıp, tehlike sınırının dışına çıkabiliriz.
Tehlike arz eden buzlar/buzullar erirken paniklememek ve bizi eritmemeleri için tedbirler almalıyız. Sonrasında buzları denizin normal ve durgun dalgalarında kendimize musahhar edebiliriz. Bir döşeğe, bir mekâna dönüştürebiliriz.
Musibetin yüzüne gülmekle, musibetin dili ve rengi değişir. Küçülür. Şerrin hayra, sıkıntının kurtuluşa, eziyetin rahatlığa ve daralmanın feraha namzet olduğu geçiş iradesi, sigortamız olur.
Geceyi gündüz etmek, zulmeti nura çevirmek, kışı bahar eylemek, kaderin bilmediğimiz hikmetlerinde saklı neticelerdir.
En büyük buzumuz ve üstümüze yığılmaya hazır buzulumuz “ene” olarak ifade edilen menfî benliğimiz ve nefsimizin olumsuz arzularıdır. Olumlu “ben”le buzlarımızı eritip, ihlâs denizine katarsak, umman oluruz, denizin kalbinde büyürüz.
Mânây-ı harfî diliyle her şeyi Allah adına kabullenerek görme ve anlama şuuru ile emanetin farkında olduğumuz takdirde; “ene” buzunun üstüne çıkıp kendimize hizmet ettirebiliriz. O zaman Hazret-i Yunus (a.s.) gibi nefsin bizi yutması yerine, onu kendimize deniz altı gemisi olarak emirber yapmak mümkündür.
Ya nefsimiz bize, ya biz ona bineceğiz. Hayatın anlamı, kimin kime hizmet ettiğinde gizli.
Sahi, biz kime hizmet ediyoruz? Bize hizmet etme nimetini kim veriyor?
Denizin dalgaları, nefsimizin kıyısına vurduğunda sahilde yaşanan hal nicedir?
Dalgaların boyumuzu aşan riski karşısında, sahilden ne kadar uzak ve güvenli bir noktadayız?
Boyu aşan her dalga, deniz koyuna taştığında, saklı olanları da yutar.
Korunmak bizim görevimiz.
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
“Mevlânâ’nın Yılı”na hazırlanılırken... |
|
Malûm, UNESCO, önümüzdeki 2007 yılını bütün dünyada “Mevlânâ Yılı” ilân etti. Biz de zaman zaman bu sütunlardan, Sarmaşık sayfalarından bu yılın Mevlânâ’nın adına yakışacak biçimde kutlanması için herkesin üzerine düşen görevi yerine getirmesi gerektiğine dikkat çekip durduk…
Bu konuda yapılan, yapılmakta olan kimi ciddî hazırlıkların olması güzel… Sayısal anlamda yeterli olmasa da bu çalışmaların yapılmış olması ve yapılmaya hazırlanılması güzel…
Yapılmış olan hazırlıkların belki de en önemlisi; Mevlânâ’nın asırları aşıp taptaze biçimde günümüze de yol gösteren eseri Mesnevî’nin 20 dilde yayınlanmakta oluşu. Bu faaliyetin başlatıcısı sıfatıyla, Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Av. Tahir Akyürek ile Sarmaşık Dergisi adına sevgili kardeşim Av. Ahmet Önçırak konuştu. Sayın başkan Akyürek’in bu konuda anlattıklarını, verdiği bilgileri sizlerle de paylaşmak isterim: “Mesnevî, bugün tüm dünyada bilinen ve en çok okunan kitaplar arasında ilk sıralarda yer alan ve Konya’da yazılmış en önemli eserlerden biridir. Tüm dünyanın teveccühü göz önüne alındığında gerek Aralık ayında ülkemize gelen turistlere bu eserin kendi dillerinde sunulması gerekse ülkemizin kültürel değerlerine sahip çıkılarak insanlığın hizmetine sunulması oldukça önemlidir. Bu amaç doğrultusunda dünya üzerinde yoğunlukla konuşulan 20 dilde Mesnevî’nin çevirisini, Konya Büyükşehir Belediyesi olarak planladık. Bu önemli adımın ilk beş kitabı olarak Farsça orijinali ve Türkçe, İngilizce, İtalyanca, Almanca tercümesi yayınlanmıştır. 2007 yılının UNESCO tarafından ‘Mevlânâ Yılı’ ilan edilmesi de göz önüne alındığında dünyada önemli bir ağırlığı olacağını ümit ettiğimiz bu projenin ülkemizin değerlerinin dünya kültürü ile bütünleşme sürecinde önemli bir yer tutacağını düşünüyoruz.
/…/ Mesnevî tercümeleri 2006 yılı içerisinde Rusça, Fransızca, Boşnakça, Urduca, Arapça, Türkmence, Arnavutça gibi dillere çevrilerek 2007’de 20 dile tamamlanacak...
/…/ Çevirilerde öncelikli olarak ifadelerin, kitabın literatürüne hâkim ve dil konusunda uzman kişilerce yapılmasını aramaktayız. Bunun yanı sıra önceden yapılmış çeviriler akademisyenlere inceletilmektedir. Diller seçilirken yoğun kullanımda olan dillerin olması dikkate alınmaktadır. /…/ Özellikle yurt dışından gelen misafirler için kendi dillerinde Mesnevî sunmak en güzel hediye olarak görülmektedir. Genellikle ikişer bin adet basımı yapılan Mesnevî’lerin talepler doğrultusunda ikinci baskılarının gerçekleştirileceği müjdesini de sizin aracılığınızla buradan vermek istiyorum.”
Mevlânâ adına tiyatro festivali de var!
Bu haberi de medyadan duyduk ve sevindik…
Haberin girişine göz atınca, umutla bir şeyler beklememiz gerektiğini düşünüyoruz elbette: “UNESCO’nun Mevlânâ’nın 2007’de üye ülkelerde anılması yolundaki tavsiye kararının ardından, Konya Devlet Tiyatrosu da sanatsal faaliyetler kapsamında ‘Uluslar arası Tiyatro Festivali’ düzenlemek için çalışmalara başladı.
UNESCO’nun Mevlânâ’nın 2007’de üye ülkelerde anılması yolundaki tavsiye kararının ardından, Konya Devlet Tiyatrosu da sanatsal faaliyetler kapsamında ‘Uluslar arası Tiyatro Festivali’ düzenlemek için çalışmalara başladı. Konya ve Türkiye’nin tanıtımı için önemli fırsat olarak kabul edilen 2007 Mevlânâ Yılı için planlanan faaliyetlerin hazırlıkları sürüyor. Konya Devlet Tiyatrosu Müdürü Yıldırım Gücük, 2007 Mevlânâ Yılı’ndaki faaliyetlere katkıda bulunmak için ellerinden geleni yapacaklarını söyledi.
Tiyatro binasında yürütülen genişletme ve yenileme çalışmaları nedeniyle yapılan tadilata rağmen, Mevlânâ yılı etkinlikleri kapsamında sınırlı da olsa bazı projeler üzerinde çalıştıklarını belirten Gücük; ‘Mevlânâ’yı anma faaliyetleri ve 2007 Mevlânâ Yılı dolayısıyla bir çocuk oyunu ve uluslar arası tiyatro festivali projemiz var’ dedi.
Gücük, Aralık ayında geleneksel olarak Konya’da düzenlenen Mevlânâ’yı Anma Faaliyetleri kapsamında, bir çocuk oyunu sahneleneceğini ifade ederek; ‘Bursa Devlet Tiyatrosu Müdürü Ömer Naci Topçu’nun Mevlânâ’dan esinlenerek yazdığı “Oradaki Bilgelik Ağacın Altında” adlı yeni bir senaryo var. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın onayından geçmesini bekliyoruz. Onaylandığı takdirde, bu senaryoya göre provalara başlanacak’ dedi.”
... Ve Mevlânâ sinemaya da aktarılacak!
UNESCO tarafından “Mevlânâ Yılı” olarak ilan edilen 2007 yılında bu sahada yapılacak çalışmalardan belki de en geniş alana hitap edebilecek olanı, o gönüller sultanının sinemaya aktarılacak olması kuşkusuz…
Bugüne kadar yapılan bir iki çalışmanın, günümüzdeki yetersizliğini düşünürsek, tarihî konularda ve biyografik çabalardaki beceriksizliklerimizi de göz önüne alırsak; Konya Büyükşehir Belediye Başkanlığı önderliğinde başlayan sinema çalışmalarının anlamı da ortaya çıkar…
Yukarıda ifade ettiğim görüşmede, Av. Ahmet Önçırak kardeşimin Sarmaşık adına yaptığı söyleşide, film konusunda sayın başkan Av. Tahir Akyürek’in verdiği müjde de şöyle: “Bilindiği gibi 1970’li yıllarda TRT tarafından yapılan ‘Mevlânâ’ filmi o dönemde sinema seyircisi ve halkımız tarafından ilgiyle izlenmişti. Günümüzde Hazret-i Mevlânâ’ya olan ilginin artması ve dönemle alâkalı yeni verilerin ortaya çıkması bu alanda yeni bir çalışmanın yapılması ihtiyacını ortaya çıkardı. Gerek Kültür Bakanlığı gerekse bu işin uzmanı kişilerle görüşmeler yapıldı. Sinema filmi senaryosu yazdırılması hakkında senarist arayışımız neticesinde senarist, yazar, eleştirmen Ömer Lütfi Mete Bey’le irtibata geçildi. Hazret-i Mevlânâ sinema filminin senaryo çalışmasına geçtiğimiz Aralık ayında senarist Ömer Lütfi Mete tarafından başlandı. Ömer Bey Aralık ayının on beş gün öncesinden Aralık ayının sonuna kadar şehrimizde kalarak ilkyazımı tamamladı. İlkyazımın tesliminin akabinde arkadaşlarımızın senaryo üzerindeki kritik ve eleştirileri doğrultusunda ikinci yazım da yapıldı.
/.../ Bilindiği gibi UNESCO 2007 yılını Mevlânâ yılı olarak ilan etti. Bizim amacımız 2007 Aralık’ında bu filmi tamamlamak ve tüm dünyada sinemaseverlerin beğenisine sunmaktır. Senaryoyu yurt dışında sinema bağlamında ülkemizin yüzünü ağartan sinema uzmanlarına da gönderip onların öngörülerini de alarak kaliteli bir yapım olmasını arzu ediyoruz. Bu bağlamda, tamamlanmış Mevlânâ sinema filmi senaryosunu İngilizceye tercüme ettirdik.
/.../Projenin senaryo bölümü bitirildikten sonra filmin yönetmeni tarafından düşünülecek bir konu da başrol oyuncusunun kim olacağıdır... Ama biz dünya çapında san’atıyla öne çıkmış oyunculardan birini düşünüyoruz./……/Tabi ki yurt dışından oyuncuları da düşünüyoruz.
/.../ Proje, uluslar arası çapta beğeniye sunulacak bir organizedir. Bu bağlamda maliyeti de o oranda büyük olacaktır tabiatıyla... Projenin tamamının Büyükşehir belediyemiz tarafından gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Bu konuda görüşmelerimiz devam ediyor. Size şu anda net bir rakam vermemekle birlikte şunu söyleyebilirim; Hazret-i Mevlânâ’yı anlatacak sinema filmi, son yıllarda yapılmış en iyi yapımlardan biri olacaktır.
Hazret-i Mevlânâ’nın ‘Olduğum gibi kim görebilir beni, ne rengim var benim ne nişanım’ sözü aslında tam da burada bize bir işarettir. O’nu anlatmak aslında tek başına insanı, yani kâmil insanı, insanlığı ve insanlığın gerçek değerlerini, insanlığa Cenâb-ı Hakk tarafından lütfedilmiş eşsiz güzellikleri anlatmaktır. Hazret’in her devrin insanlarına hitabı vardır. Her devrin insanları bu sözlerden ne kadar alabilmiştir? Biz de ne alabilirsek O’nu anlatacağız. Hayatının bir kısmı, bir kesiti veya her devrin insanlarına bıraktığı zaman ve mekân üstü sözler… Bunların bir bölümü veya hepsi olacak. Hazret buyuruyor ki; ‘Ben bir denizim, kendi varlığı içinde taşan, uçsuz bucaksız, alabildiğine geniş, kıyısız, hür bir deniz...’ Gayemiz yine Hazret’in ifadesiyle; ‘O şeker gibi candan bir nebzecik”’ alabilmektir.”
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Papa’nın yanlışı |
|
İslâm’la ilgili yakışıksız sözleriyle ilgili dostları ve yakın çevresi Papa’nın yanlış anlaşıldığını söylüyorlar. Hayır, Papa doğru anlaşılmıştır ve onu en doğru anlayanlardan birisi de aforoz ve derslerinden men ettiği ılımlı katolik teolog Hans Küng’dür. Şia’daki 12 imamın masumiyeti inancı gibi, Papa’nın yanılmazlığı doktrinini eleştirdiği için, yani Papa’nın ifadesiyle akıldan yana düştüğü için, Hans Küng bir şekilde ilmî afaroza tâbi tutulmuştur. Papa, yanılmazlık doktrinine sahip çıkmak için eski kadim arkadaşını bile gözünü kırpmadan aforoz ederken, aksine, ‘Müslümanlar Batı’da fareler gibi ürüyorlar, yakında Avrupa Eurabia olacak’ diye tahriklerde bulunan Fallaci’ye sahip çıkmıştır. Böylece Küng gibi bir akîli dışlarken, Fallaci gibi bir çılgına kucak açmıştır. Yani tavrını fiiliyatta medeniyetler çatışmasından yana koymuştur. ‘İslâm tabiatı İlahî tabiata sığmaz’ diyerekten Müslümanların tepesini attırmıştır. John Paul ‘duvar değil köprü olalım’ derken 16’ıncı Benediktus fiilen selefinin bu mirasını baltalıyor. New York Times gibi tarafsız gazeteler bile, selefine oranla yeni Papa’nın İslâm’a karşı mütehammilkâr olduğunu söylemektedirler. Ezher Şeyhi Tantavi’nin de dediği gibi, özür dilemesi meselesinden önce, İslâm’la ilgili derin cehaletini gidermelidir. Bu cahil zeminde taassup ürüyor ve Papa gibi çok kritik bir konumda olan birisinin de bu zeminde ve zeminden konuşması dünya barışını tehlikeye atıyor. Diyalog tek yanlı feragat ve hak devri değildir, yanlışlıkları bir tarafa bırakarak ortak bir noktada, daha doğrusu hakikat noktasında buluşabilmektir. Papa pratik ateizme kapı araladıklarından dolayı laiklerin bir kısmını paylıyor ve içtimaî hayatı yozlaştırdıklarını düşünüyor. Ama İslâm’a da onların gözlükleriyle bakıyor. ‘İslâm kılıç dinidir. Onun tabiatı İlahî tabiatla bağdaşmaz’ diyerek, bir kısım bağnaz laik, bir kısım Yahudi veya ateistleri sevindiriyor. Ama her kesimden bütün akîl insanları üzmüştür. Ne olursa olsun, din adamı yapıcı olandır. Bugün çağdaş iki İslâmî hareketin en önemli parolası yapıcı harekettir. Bunlardan birisi Türkiye’de Risale-i Nur anlayışı, diğeri de Mısır merkezli İhvan-ı Müslîmin hareketidir. Selefi John Paul de meselelere küresel mercekten bakıyor ve elden geldiğinde yapıcı hareket ediyordu. Göreve geldikten sonra Fas’ta yaptığı konuşma ile Emevi Camii’ni ziyareti buna delildir.
***
İslâm’a bağdaştırdığı cihad anlayışının İslâm’la hiçbir alâkası yoktur. Şayet cihadın rükûn ve mânâlarından birisi cumhur-u ulemaya göre savunma hakkı ise, öyleyse kital mânâsındaki cihad, kılıç engelini kılıçla aşmaktır. Aksi taktirde, Taha Akyol’un da dediği gibi, fetihlerden sonra Müslümanların bir zorla İslâmlaştırma seferberliği içine girmeleri gerekirdi. Bu ise, olmamıştır. Dinde şiddete karşı olmak ifadesi umumî ve kategoriktir. Hangi çeşit şiddete? Saldırıya mı, savunmaya mı yoksa her ikisine de mi? Saldırı Bush’un teorisi, savunma Müslümanlar dahil hakkaniyete sahip herkesin teorisi. Hepsine de karşı çıkmak ise, nihilistlerin teorisidir. Bu noktada, Hans Küng’ün tespitleri tarihî olduğu kadar da yerindedir. Küng bakın neler söylüyor: “Papa, Peygamber Muhammed’in insanlığa yaptığı hizmetleri görmezden geliyor. İslâm’ın Arap dünyasını yeni bir medeniyet basamağına çıkardığını inkâr ediyor. Hıristiyan dünyasındakilerden farklı olmayan toprak savaşlarını din savaşları olarak algılıyor...” Toprak açısından yayılmacı stratejik savaşlara din savaşları gözüyle bakıyor ve buna da cihad diyor. Mücahid savaşan adam mânâsında değil, gayret eden ve gayretullaha sahip adam demektir. Geçmişte İngiliz ve günümüzde Amerikan savaşları nasıl emperyalist savaşlar ise İslâm tarihinde de kimi Emevî ve Abbasî savaşları da toprak kazanım savaşı veya bugünkü dille sömürgecilik savaşları idi. Aksi taktirde, Emevîler Müslüman olanlara cizye vergisini devam ettirerek onları cezalandırmazdı. O dönemde Mevali, yani Müslüman olanlar mükâfat göreceğine ceza görmüştür ve bunun sonucu şuubiye hareketleri ve isyanları meydana gelmiştir. Arubecilik karşısında şuubiye anlayışı ve savaşı. Ehli beyt’e yapılan kötü ve çirkin muameleyi kaldırdığı gibi, yeni Müslüman olanlara kötü muameleyi de yine Ömer Bin Abdulaziz kaldırmıştır. Bu itibarla Emevîlerin bütün savaşlarına da kategorik bakmak yanlıştır. ‘Yeni Müslüman olanlarla vergilerimiz azalıyor’ diyen Sind Valisine cevaben şu mektubu göndermiştir: “Hazreti Muhammed vergi tahsildarı olarak gönderilmedi. O hidayet rehberi olarak gelmiştir...” Papa bunları bile anlamaktan uzaktır. İnsanlık adına büyük talihsizlik.
***
İslâm’ı yanlış anlaması konuşmalarına yansıyor ve bu da ehl-i vicdan ve ehl-i hakikatı rencide ediyor. Renan’dan beri tekrarlanan ‘İslâm Müslümanları geri bıraktı’ mavallarının yerini, şimdi yeniden ‘İslâm kılıç dinidir’ mavalları almıştır. İslâm’ın nasıl Müslümanları geri bırakmadığını, hatta insanlığın kalkınmasında ilk harç olduğunu Renan’dan değil, konunun uzmanı Fuad Sezgin’den öğrensinler. Bu hususta Papa, Fuad Sezgin’den brifing alabilir. Ne gerçek Hıristiyanlık kılıçla yayılmış, ne de İslâmiyet. Kılıçla yayılan, sadece teslis doktrinidir. Tarih buna şahittir.
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Meclis’in AB mesaisi... |
|
Meclis, Avrupa Birliğine katılım sürecinde açıklanan 9. Uyum Paketi kapsamındaki 9 kanun tasarısını görüşmek üzere, önümüzdeki Salı günü olağanüstü toplanacak. Meclis, tatile girdiği günden bu yana, Lübnan’a asker gönderme kararını aldıktan sonra bir kez daha olağanüstü toplanmış olacak.
AB başşehirlerinden gelen eleştiriler karşısında harekete geçen hükümet, AB Komisyonu’nun 24 Ekim’de yayımlayacağı İlerleme Raporu öncesinde adımlar atmaya karar verdi. Hafta başında toplanan Bakanlar Kurulu’nda Meclis’in olağanüstü toplanması kararı çıktı. Hükümet bununla içerden ve dışardan gelen eleştirileri de “bertaraf etmeyi” düşünüyor.
Lübnan’daki olaylar ve son zamanlarda artan terör nedeniyle biraz geri plâna düşen AB konusu, İlerleme Raporunun yayınlanacağı günlerin yaklaşması ile hız kazanmak zorunda kaldı.
148 milletvekilinin imzasıyla yapılan olağanüstü toplantı çağrısında görüşülecek kanun tasarıları şöyle: Özel Eğitim Kurumları Kanunu Tasarısı, İskan Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Tasarı, Meslekî Yeterlilik Kurumu Kanun Tasarısı, Tohumculuk Kanunu Yasa Tasarısı, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilen Kamu Denetçiliği (Ombudsman) Kurumu Kanun Tasarısı, Vakıflar Kanunu Tasarısı, Sayıştay Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, Avrupa Sosyal Şartına Değişiklik Getiren Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı ile Avrupa Sosyal Şartının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı…
Kulislerde olağanüstü toplantıda Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun da görüşüleceği konuşuluyordu, ancak toplantı çağrısında görüşülecek kanunlar arasında bunlar yer almadı.
Avrupa Parlamentosu’nun raporunda ise, bu konular ön plana çıkarılıp, acilen bu kanunların çıkarılması gerekliliği üzerinde duruluyor. Adalet Komisyonu’ndan geçen ve Genel Kurul’da yasalaşmayı bekleyen iki önemli tasarı Türk Ceza ve Ceza Muhakemeleri Kanunu… Buna rağmen AB’den gelen baskılarla özellikle 301. maddenin gündeme gelebileceği de konuşulmaya başlandı.
* * *
Öte yandan yıllardır hak ihlâli ve mağdurlar üreten kanunsuz başörtüsü yasağı da AB belgelerine girdi. Avrupa Parlamentosu’nun Türk asıllı Yeşil Partili üyesi Cem Özdemir ile Hollandalı üye Joost Lagendijk, Türkiye’deki üniversitelerde başörtülü öğrencilere uygulanan eğitim engelinin ilk defa bir AB belgesine girmesini sağladı.
İki AP üyesi, Komisyon’un mezkur konuya artık kayıtsız kalamayacağını, Türkiye’nin bütün sorunlarına temas eden İlerleme Raporunun bu yıl başörtüsü sorununa yer vermesi gerektiğini söylüyor. Komisyon şimdiye kadar yayınladığı İlerleme Raporlarında başörtülü öğrencilerin sorunlarına “dışarıdan ve içerden gelen telkinlerle “ısrarla yer vermemiş, sebep olarak AB’de başörtüsüne ilişkin “ortak bir yaklaşımın oluşmadığı” ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını gösteriyordu.
Lagendijk, Türkiye’de “en azından” üniversitelerde yasağın olmaması gerektiğini düşünüyor. Lagendijk, başörtüsü meselesinde Türkiye’nin soğukkanlı bir tartışmaya ve mutabakata ihtiyacı olduğunu, Türkiye’de bu sorunun etrafında ciddî bir tartışmanın yaşandığını kabul etmesinin rapora yansıması gerektiğini söylüyor.
Özdemir başörtüsünün AP raporunda yer alması ile bir tabunun yıkıldığını, sorunun bundan sonraki AP raporlarına da girmesini beklediklerini belirtiyor.
* * *
Avrupalıların da Türkiye’de bir başörtüsü sorunu olduğunu düşünmeye başlaması önemli. Eğitim, çalışma hakkı ve inanç özgürlüğünü kısıtlayan başörtüsü yasağını devam ettiren anlayışların karşısında atılması gereken adımlar gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu fırsat değerlendirilip, Meclis’in 19 Eylül’deki toplantısında “kanunsuz yasak” da gündeme getirilip gerekli kanunî düzenlemeler yapılabilir. Bu arada YÖK tasarısı da acilen gündeme getirilebilir…
Öte yandan CHP yine CHP’liliğini göstererek, başörtüsü yasağının AB’nin gündemine gelmesinden rahatsızlık duyup, AP’li parlamenterden “rapor”un ilgili bölümünün değiştirilmesini istemişler…
İçteki ve dıştaki “AB karşıtları”na rağmen, Türkiye’nin AB yolculuğunu hız kesmeden devam etmesi lâzım. Daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi için Türkiye AB konusunu ihmal etmeden, gerekli adımları atmalı…
AB’ye uyum için yasalarını değiştiren Türkiye’nin “düşünceyi yargılayan ülke” imajından da kurtulması gerekir.
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yankılar |
|
9 Eylül’de bu köşede çıkan “Kur’ân ve Atatürk” yazısı aynı gün Haber 7 portalında iktibas edildi ve ilginç yorumlara konu oldu. Bazı okurlar itiraz etti, bazıları destek verdi. Destek mesajlarından örnekler:
Faruk Soylu: Yazarı haklı görüyorum. Dini sadece bir tarihî olgu olarak gören; toplum hayatında öncü rolünün bittiğine inanan, Kur’ân’ın vahiy özelliğinin olmadığını düşünen, bir insan kelâmı ve “çöl kanunu” olarak bilen ve ilhamını insanlık tarihinden, tecrübesinden ve muasır (Batı) uygarlıklardan alan bir liderin, hatiplerin cami minberlerinden ne kadar samimî olduğu şüpheli, ikiyüzlü dualarına ihtiyacının olmadığını, hatta bunların Atatürk’ün dünya görüşüne saygısızlık olduğunu ve onu dindarlaştırma ya da Müslümanları sezdirmeden dünyevîleştirme politikalarının bir parçası olduğunu düşünüyorum.
Ramazan Aydın: Atatürk’ü dindar göstermek, ona hakarettir. Bence bunu Atatürk’ten çok Atatürkçü olanlar yapıyor. Kendisi bu duruma şahit olsaydı acaba ne tepki verirdi?
Nejat Karagöz: Atatürk yaşasaydı, camilerde kendisine dua edenleri döverdi.
Berkant Berk: Bence güzel bir yazı olmuş. Önemli olan Atatürk’ün dinî inancı veya İslâma bakışı değil, İslâmın Atatürk’ün bakış açısıyla ya da devrimleriyle anlaşılıp halka uygulattırılmaya çalışılmasıdır. Herkes Müslüman olmak zorunda değildir, ama bilelim kimin ne olduğunu.
Erdem Balıkçı: Biz hâlâ Osmanlıyı, tarihimizi, onu bunu eleştirirken neden Atatürk dokunulamaz bir şahsiyet olsun ki? Çok mu kutsal bir insan? Herkes biliyor onun din hakkındaki fikirlerini. Ama İsmet Paşayı da unutmamak lâzım. Biraz gözlükleri çıkarıp neden bu yüzyılda da garip sorunlarla boğuştuğumuzun cevaplarını bu iki insanın attığı temellerde aramamız gerekiyor...
Fethullah Kaya: Kişiye özel kanun olmaz. Bence insanlar herkesi ve herşeyi yargılayabilmeli. Ayrıca Atatürkün din anlayışını sorgularken yaptığı icraatlara bakılması gerekir. Yapılan inkılâpların hiçbirinde din olgusu yoktur. Bilâkis insanları dinden uzaklaştırmak için yapılmış inkılâplar olduğunu görüyoruz. Aslında bu konunun aydınlanabilmesi için Latife Hanımın mektuplarının yayınlanması çok önemli bence. Birşeylerden mi korkuluyor ki yayınlanmıyor? Tarih kitapları bizi yanıltıyor.
Kayahan Sever: Atatürk neden kanunla korunuyor? Bir insanı olduğundan farklı göstermek o insana da saygısızlıktır. Dinin kurallarını değiştiren kişiye camide dua edilmesinin hesabı ise ahirette zor verilir.
Ali Olgun: Dalkavukluğun da bir ölçüsü olmalı. Atatürk’ün vasiyetlerinde camilerde dua temennîsi olmuş mudur? “Kabrimde Fatiha okuyun” demiş midir? Bugüne kadar olmayan bir geleneği camilere sokuşturmak kadar ona ıztırap veren bir teamül olamaz. Yapılan, dalkavukluğun danıskası.
Selimhan Korur: Atatürk’ü kendi sözleriyle ifade eden Güleçyüz’e teşekkürler. Yazarın Atatürk hakkında daha ayrıntılı bilgiye sahip olduğunu, Yakın Tarih Ansiklopedisi’ni biliyorum. Yazar sadece Atatürk’ün sözlerini aktarmış; yine de birilerini rahatsız etmiş...
Ceyhun Yümrü: Azıcık gerçekleri yazınca neden rahatsız olunuyor? Bu ülkede gerçekleri yazmak ve tartışmak yasak mı?
Ebu Cendel: Mesele, herkesin tellallık yaparak çanak tuttuğu bir arenada, gerçekleri açıklayabilmektir. Bir Yeni Asya okuyucusu olmamama rağmen, bu dürüst ve yiğit yazınızdan dolayı sizi kutluyorum.
Kezban Tosun: Bu çağrım tüm basın yayın organlarına ve laik veya antilaik olduğu belirtilen herkesedir. Atatürk’le ilgili bugüne kadar hayatımız boyunca her yerde bize anlatılanların dışında, bilmediğimiz ne varsa tüm Türkiye’ye ve dünyaya açıklansın. O zaman herkes akla karayı seçecektir. Bugune kadar kandırıldıysak eğer, bunu yapan kişi veya kişilere millet olarak söyleyeceğimiz çok şey olacaktır...
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
En son kimi kovdunuz kapınızdan? |
|
Yoksulun biri asık suratlı bir ev sahibine gidip halinin kötülüğünden şikâyet etti, inledi. Kara yürekli adam ona ne para verdi, ne pul. Bilâkis kafa tutup öfkeyle bağırdı. Onun cefasıyla dilencinin kalbine kan çöktü. Gamlı gamlı başını kaldırdı:
“Tuhaf şey, dedi, hele zenginin surat asması niçin? Dilenmenin ıztırabından korkmuyor mu ki?”
Büsbütün kızan kısa görüşlü zengin, kölesine emir verip fakiri olanca hakaretlerle, kahırlarla kovdurdu.
İşittim: Allah’a şükretmediği için bir müddet sonra felek ondan yüz çevirdi. Büyüklüğü başına felâket getirmiş. Bedbahtlık onu sarımsak gibi çıplak bırakmıştı. Ne yükünü kurtarabildi, ne hayvanını. Allah’ın takdiri yoksullukla onun başına toprak saçtı. Hokkabaz gibi, kesesi ve eli bomboş kaldı. Baştan sona hali değişti.
Bu vak'anın üzerinden bir süre geçti.
Kölesi gönlü gür, tıyneti temiz bir cömerdin eline düşmüştü. Bu zıt, perişan halli bir fakiri görünce, mala kavuşan yoksullar gibi sevinirdi.
Bir akşamüstü bu cömert zatın kapısına bir adam gelip lokma istedi. Iztırap çeke çeke ayaklarının dermanı kesilmişti. Nazar sahibi olan cömert:
“Bu adamı memnun et” diye kölesine emir verdi. Fakat köle, yedikleri yemekten biraz götürdüğü zaman elinde olmayarak bir ün kopardı ve acı içinde efendisinin yanına döndü. Yanağındaki gözyaşları içinden geçenleri anlatıyordu. Mübarek huylu efendi sordu:
“Sana kim eziyet etti? Neye ağladın?”
Köle cevap verdi:
“Bu adamcağızın, başına gelenlerden gönlüm darmadağın oldu. Çünkü vaktiyle ben onun kölesiydim. O da mal, para ve imkân sahibiydi. Günün birinde eli nazdan itibardan kesildiği için şimdi kapı kapı el açıyor. ”
Efendi gülerek:
“Oğlum, diye cevap verdi. Bu ona cefa değildir. Zulüm kimseye zamanın değişmesinden gelmez. Bu adam, hani o ekşi suratlı, kibirden başı göklere değen tüccar değil miydi? Ben de işte onun o gün kapıdan kovduğu adamım. Feleğin dönüşü onu bugün benim durumuma getirdi. Bana da talihim gülümsedi, yüzümden gam tozunu sildi.
Allah eğer hikmetiyle bir kapıyı kaparsa, rahmetiyle başkasını açar. Nice azıksız fakirler doymuşlar ve nice zenginlerin, yolunda gidenlerin işleri alt üst olmuştur.”
Bu şekilde kapıları yüzlerine kapattığımız nice kalpler yıktık. Nice yoksulları görmezlikten geldik. İşte Sâdi bunları anlatır. Sahi bu hikâyede olduğu gibi, hiç düşünmeden ne kadar gönül yıkıp dağladığımızı? Şöyle bir düşünelim. Kimleri kovmadık ki kapılarımızdan. Nice gönülleri taşlarla tuzla buz ettik. Kapımızı çalan her ihtiyaç sahibine kaç kere güler yüz gösterip kaç kere aradık? Bu tür hikâyeler okuyup yahut dinleyince kendimizi hangi tarafa yakın hissediyoruz? Hangimiz zalim tüccar tipine daha yakın meselâ? Sahi bu kadar iyiysek, neden cömertlerin mumla arandığı acımasız bir asırda yaşıyoruz?
Mal vermeyerek imtihan ediyor da, verirken imtihan etmiyor mu Rabb’imiz? Yardımlaşmak en güzel ibadetlerdense, neden verirken titrer ki elimiz? Ve bu sebepten mi “Hayırlı işlerde acele edin” denilmiştir. Oysa, her an vazgeçeriz. Halbuki mal en büyük imtihan zenginin elinde.
Hani, “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.” denilmişti. Kapı komşusunu dahi gören oldu mu bugünlerde? Yoksa siz de herkes gibi, “Yarın yaparım, eve gidince yapacağım” deyip yolda unutanlardan mısınız? Yoksa hiç üzerine almayıp hep suçlayanlardan mısınız?
“İki söz büyüdür” derler. Kaç kere iki söz söyleyerek bir gönlü hoş edip büyülediniz. Kaç ‘fakir’ gönle pansuman yaptınız. Kaç kere özür dilediniz hatalı olduğunuzu fark edip şöyle eğile eğile… Kaç kere… Kaç kere…
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habip FİDAN |
Türkçe’ye ninni söyleniyor |
|
Şimdilerde var mıdır, bilmiyorum; ama masal, ninni, bilmece ve benzeri sözlü kültür ürünleriyle büyüme açısından talihli olan bizden önceki kuşağın biraz kenarından talihi kapmış ilk talihsizler olarak, söz konusu kültür ürünlerinden az çok nasiplenebilenlerdeniz. Kulağa ilk ezanın okunuşuyla başlayan dünya maceramızın ilk eğitim ürünleri annemizin ninnileri oldu. Ki zayıflayan sözlü kültürün onca ürünleri arasında hâlen ayakta durabilen, yaşayan ve Türkçe’yi de içinde yaşatan ninnilerdir. Özellikle Anadolu’da ninnilerimiz anaların kalplerinden dillerine bir tereyağı tadında dimağlarda eriyen bir Türkçe ile arz-ı endam etmekte. Başka bir ifadeyle, en azından şimdiye kadar öyleydi; ancak bundan sonra ne olur; Türkiye gibi bir yerde belli bir tahminde bulunmak oldukça zor.
Efendim, habere göre analarımızın bizi tıngır mıngır sallarken söyledikleri ninniler yerine “çağdaş(!)” bir projeyle İngilizce ninniler seslendirilecekmiş. Proje öyle eften püften bir proje de değilmiş. Nitekim, Çukurova Üniversitesi Dış İlişkiler Birimi Başkanı Prof. Dr. Erbuğ Keskin’in “Ninni ile Dil Eğitimi Projesi” adı altında geliştirdiği projeye Avrupa Birliği’nden destek gelmiş (Yeniçağ, 15.09.2006). Tamı tamına da 320 bin avro gibi bir meblağ vermişler! Demek ki proje yararlı(!) Nasıl olmasın! Buna göre uykuları gelen bebekler CD’lerden İngilizce ninnileri dinleyecekler. Hâl böyle olunca, beşikten itibaren anadil yerine yabancı dil ikamesi daha kolay bir şekilde gerçekleşecek(miş). Yarın, eğitim anne karnında başlıyor, düşüncesiyle doğumdan önce bebeğe İngilizce şarkılar dinletme projesi gibi bir şey çıkarsa şaşırmamak lâzım.
Şaka bir yana; ne yapmaya çalışıyoruz Allah aşkına!? Bir yabancı dil öğretimi amacıyla olmadık yöntem ve projeler icat ediyoruz. Yabancı dil öğrenelim derken, kendi dilimizin köklerini de yok ediyor, düşünce melekelerimizin ana dinamiğini oluşturan dilimizi de etkisizleştiriyoruz. Söz gelimi, Türkçe’yi en güzel şekilde kullananlardan Yahya Kemal’in, “Türkçe ağzımda anamın ak sütü gibidir” sözünün gerçekliği neden anlaşılmıyor? Dil ve ana sütü özdeşleşmesinin neden yapıldığı üzerine hiç mi düşünülmüyor? Bir dilin tadı, tâ bebeklik döneminden başlamaz mı? Ana sütü ne kadar önemliyse, ana dili de o kadar önemli değil mi?
Sahi, “Besmeleyle uyanır / O nurla boyanır / Buna can mı dayanır? / Ninni yavruma ninni!” gibi ninnilerin yerine, İngilizce bir ninni ana dili Türkçe olan bir çocuk için ne ifade edecek? “Her çocuk/insan ana diliyle düşünür” hükmünün aksi bir hareket olmaz mı? “Aile fertleri kendi aralarında Türkçe konuşurken, çocuk İngilizce ninnilerle büyüyecek” gibi bir keşmekeşin ortaya çıkacağı hesaba katılmıyor mu?
Fazıl Hüsnü Dağlarca Türkçe’ye seslenirken, “Unutmuşum ana demesini bile / Öykünmüşüm türküsünü ellerin / Ağzıma bir kara düşmüş bağışla beni” derken, ne kadar haklı! Zira tarihî ve kültürel bağlardan kopmaz ninnilerimizin yerine, sözde yabancı dil öğretiminde İngilizce ninnilerin kullanılması bir kendini unutmuşluğun, geleceğini ipotek altına almışlığın ifadesidir. Geçmişini bilmemek, geleceğini dahi tasavvur edemeyip dil ile zihnî melekeler arasındaki bağı tâ bebeklikten koparmaya yeltenmek, olsa olsa Cengiz Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” romanında geçen Mankurtlaşma hadisesi ile anlatılabilir.
Analarımız, halâ “Ninni benim yavruma ninni / Ninni benim canıma ninni / Ninni benim gülüme ninni / Ninni güzel bebeğe ninni” diye naif sesleriyle çocuklarını Türkçe ile uyutadururken, temennimiz İngilizce ninni ile Türkçe’nin uyutulmamasıdır vesselâm…
17.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|