İnanç noktasında insanların yaklaşımları, az çok birbirinden farklılıklar arz etmektedir. Hayatın seyri içinde insanların inancının samimiyeti konusunda bazı sonuçlara ulaşılabilmekle birlikte, tam olarak kimin hangi inanç mertebesinde olduğunu ortaya koyabilmek de mümkün değildir.
Kimin hangi seviyede bir inanca sahip olduğunu bilen, sadece kalblerde geçen her duyguyu da bilen Allah’a mahsustur. Bu sebeple insanların davranışlarını ve yaklaşımlarını hemen kötüye yorumlamak insanları yanlış yargılara götürebilir.
Kalblerde geçeni tam olarak bilme imkânına sahip olunmamakla birlikte, bazı zihniyetler konusunda umumî bir yorumda bulunmamızda da bir sakınca bulunmaması gerekir. Kimseyi şahıs bazında itham etmeden gördüğümüz bazı yanlışları nazara vermenin ve yanlış gördüğümüz noktaları ifade etmenin de bir mahzuru olmaması gerekir. Mesele şahısların değil, zihniyetlerin yorumlanmasıdır.
İnsanların ideallerine yön veren ana unsurun dinler olduğunu, insanlık tarihi boyunca yaşanan olaylardan öğrenebilmemiz mümkündür. Ancak dinin dışında da bazı yaklaşımlar bir kısım kitlelere kısa bir süre de olsa ideal belirleyici olmuştur ve olmaktadır. Özellikle son iki yüzyılda ırk eksenli yaklaşımların bazı toplumlara ideal olarak oturtulmak istendiğini görebilmemiz mümkündür. Ancak ırkın, öne çıkıp asırlarca toplumları etki altında bırakması olayına tarih boyunca rastlayabilmemiz mümkün görülmemektedir.
Burada, insanları, yaratılıştan bu yana ayrıştıran en önemli unsurun inanmak veya inanmamak olduğunu ve bu durumun gönümüzde de önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Kendi toplumumuz nokta-i nazarından meseleye bakarsak, İslâmın, toplum için ideal hayat tarzının en önemli bir kaynağı olduğunu göreceğiz. Zaten İslâm da insanlardan bunu istemektedir. İslâm, insanlara kazandırdığı ve kazandırmak için kurgulandığı güzel ve insanî hasletlerin menbaını oluşturmaktadır. Bu sebepledir ki İslâm, insanların kendisine ikinci sırada bakmasını ve dünyevî bazı emellerini ön plana almalarını kabullenmemektedir.
“Önce dünya veya dünyaya yönelik arzular, ondan sonra din” yaklaşımını İslâm kabul etmemekte ve insanların her şeyden önce Müslüman olmasını istemektedir. Çünkü insanlara kazandıracağı huzur açısından kendi nasslarına güvenmekte ve insanların ancak bu nasslara iman etmek ve bu çerçevede yaşamakla hem dünyada hem de ölüm sonrasındaki âlemde huzuru yakalayabileceğini ortaya koymaktadır.
İslâm hiçbir zaman bir süs malzemesi, pilav üstü kuru veya çorbada tuz şeklindeki bir yaklaşımı kendisi için kabul etmemektedir. Bu sebeple önce ırkını yücelten, sonra da ırkının dini olduğu için İslâm’a sahiplik rolünü oynayan insanlara İslâm, insanlar için huzur kaynağı olan cevherlerini sergilememektedir. Çünkü İslâm teslimiyeti gerektirir ve zikredilen durum da İslâm açısından bir teslimiyetin ifadesi değildir. Bu durumdaki insanların da zaten huzuru İslâmın düsturlarında aramak ve tam anlamıyla İslâm’ı kendi hayatına yerleştirmek gibi bir derdi bulunmamaktadır.
Samimiyet noktasından meseleye baktığımız zaman, ırkını her meselede öne çıkaran, ancak İslâmın ruhuna uygun yaşamadığı halde sağlam bir Müslüman olduğunu da ifade etmekten çekinmeyen insanlara şüpheyle bakmak gerekir. Bu durumun samimiyetle bağdaşmadığı açıktır.
İnsan, içinde ne geçiyorsa, açık bir şekilde bunu ifade etme erdemini gösterebilmelidir. Aksi takdirde davranışlar “münafıklık”la ifade edilebilecek bir mahiyet kazanır. İslâm’ın münafıklığı küfürden de eşedd olarak ifade etmesi, münafıklığın toplumda yaptığı tahribattan dolayıdır. Açık bir şekilde küfür üzerine inşâ edilen rejimlerin gün gelince yıkılması, münafıklıkla yerleştirilen rejimlerin ise varlıklarını daha uzun süre devam ettirmesindeki hikmet buradan kaynaklanmaktadır.
18.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|