Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Bir de önlerine bir sed, arkalarına bir sed çekip gözlerini kapattık; artık hakkı göremezler.

Yâsin Sûresi: 9

18.09.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Bakara Sûresini okuyan kimseye Cennette bir taç giydirilir.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3723

18.09.2006


Cenâb-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak etsin

—Dünden devam—

Şimdi, Adnan Menderes gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücûm etmek ihtimali kuvvetlidir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet sûretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

İkinci hücûm da: İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp, evvelkisi gibi, bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla hem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sâir unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem bîçare Türkler aleyhine, hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acip tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin hergün “Allah’ım, erkek ve kadın bütün mü’minleri bağışla” duâ-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık, 400 milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necip Türkler böyle hatâdan çekinirler. Bu iki taife herşeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsar ile tahakkuk ediyor. Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı, kırk Sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muârazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi bulunan hakikat-i Kur’âniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyenin zevklerine o câzibedar hakikatle beraber nokta-i istinad yapmak, o mezkûr muârızlarınıza ve hem dahil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çâre-i yegânedir. Yoksa, o insafsız dahilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmeyecek bir tehlike olur.

Cenâb-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil duâ etmeye karar vereceğiz.

Emirdağ Lâhikası, s. 394

Bediüzzaman Said NURSİ

18.09.2006


Vefatının 40. yılında Atıf Ural’ı rahmetle anıyoruz: Ağlatan mektup

Ali Ulvi Kurucu anlatıyor:

...1957 yılında Medine’de, Ankara Hukuk Fakültesi talebelerinden Atıf Ural imzalı bir mektup aldım. Mektuptaki ifadeden gönlüme bir ateş düştüğünü sandım. Haftalarca alevler içinde yandım. Otuz üç seneden beri, gönlümde bir buhurdan gibi tütmekte olan bu gönül yangını mektub, şöyle başlıyordu:

“Günümüzün Mehmed Akif’i aziz ve muhterem Ali Ulvi Ağabeyimiz!. Selâm...lardan sonra. Ben sizin ruhunuza aşık oldum. Bu aşkımın başlangıcı şöyledir: İslâm’ın Nuru mecmuasındaki Türk gençliğine hitaben yazdığınız şiirlere kendimi muhatap olarak kabul etmiştim. Yıllardır o şiirler benim mürşidim olmuş, karanlık gönlüm o nurdan meş’alelerin ışıkları ile dolmuştu. Allah’a giden yolları, o meş’alelerin ışığında buldum. Rabbim bana Risâle-i Nur Külliyatından feyiz almak lütfunu ihsan etti. Bu yüzden ömrümü, heder olmaktan kurtaran Rabbime şükürden acizim. İnsanlığın imanını kurtarmayı gaye edinen bu mukaddes dâvânın naçiz bir neferi olmayı kendime ideal olarak seçtim. Ömrümü bu yüce dâvâya vakfettim. Çünkü siz şiirlerinizde bana şu şekilde hitap ediyordunuz:

Nurlu genç; her ne kadar cismen uzaksam senden,

Şair oldum, ebedî ruhumu yakdım sana ben...

.....

Bir asîl at gibi şahlan, vurulan gemleri kır!

Nerde hakkım diye bir kerrecik olsun haykır!..

Sizden, bu irşadı duyduğumdan beri, ömrümü; bir asil at gibi şahlanmaya ve nerde hakkım, diye seslenmeye vakfettim. Evet, siz bana:

Hep nur senin iman dolu kalbindeki mihrâb,

Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtâb...

.....

İnsanlığı kurtarmaya candan çalışanlar,

Rabbim takacaktır size cennette nişanlar...

diyordunuz. İnşaallah; bu aciz kardeşiniz—bütün aczine rağmen—yüce dâvânın mukaddes bayrağını elinden bırakmayacaktır.

Yukarıda size ‘Risâle-i Nur Külliyatı’nı okumak saadetine erdim, demiştim. Evet, burada bazı kardeşlerle birlikte; sebeb-i feyzimiz Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şahsiyeti, dâvâsı ve eserleri hakkında bir ‘Tarihçe-i Hayat’ hazırladık. Basılmak üzeredir. Yalnız, gönlüm, bu eserin önsözünü sizin yazmanızı arzu ediyor. Bu arzu, mukavemeti imkânsız bir hamle halinde, beni size ricâ etmeye zorluyor. Bu arzumu, kardeşlere açıklayınca bana, ‘Sen Ali Ulvi Bey’i tanıyor musun?’ dediler. Kendilerine ‘Elest bezminden,’ dedim. Kendimi tutamayarak ağladım. Onlar da benimle ağlamaya başladılar.

İşte muhterem ağabeyimiz, bu satırlarla size gönül derdimi anlatmaya çalıştım. Bendenizin ve bilumum kardeşlerimizin bu samîmî ricamızı kabul buyurmanızı istirham eder, huzur-u Habib-i Kibriyâda duâlarınızdan bizi dûr etmemenizi rica ederim.”

***

Gönül bestelerinin en yakıcılarından olan mektub, burada bitmiş oluyor.

Sanki bir lav gibi gönlümü yakan bu mektubu okuduktan sonra, Risâle-i Nur Külliyatı’nı mütâlâaya koyuldum. Kalbim yanarken, iç âlemimin İslâmın nuru ile aydınlanıp, Kur’ân-ı Kerim’in feyziyle dolup taştığını müşahede ettim. O günlerde bir gece rüyada Üstad Bediüzzaman Hazretlerini gördüm. Rü’yânın safahatı şöyleydi:

Üstad Hazretleri bir yerde sohbet yapacaklarmış. O sohbeti dinlemek için gittim. Oraya varınca şöyle bir sahneyle karşılaştım: Sultanahmet Camii’ni andıran çok muhteşem ve aynı zamanda son derece ruhanî bir mekân idi. Merhum Üstad, oturdukları yerde konuşuyorlardı. Sanki vaaz veriyorlar ve ders okutuyorlar gibi, bir fikrin telkinine çalışıyorlar gibi tavır ve hareketlerle sohbetlerine devam ediyorlardı. Fakir, salona girince ayağa kalktılar, beni yanlarına çağırdılar. Sağ taraflarına beyaz bir çarşaf serdikten sonra fakiri kucaklayıp şu şekilde hitap ettiler: “Sen bugünden itibaren en aziz kardeşlerimden oldun. Bundan böyle duâlarımın başındasın. Bu beyaz çarşafı senin için hazırlamıştım. Sen buraya oturacaksın.”

Uyandığımda, varlığımın her zerresinin nura garkolduğunu hissettim. Günlerce o mânevî, İlâhî tesirin altında kaldım.

O günlerde Atıf Ural’dan bir telgraf aldım. Şöyle diyordu: “Muhterem ağabeyimiz! Tarihçe-i Hayat, matbaada dizildi. Önsözü bekliyoruz.” Bunun üzerine eve kapanıp bir müddet kütüphaneye gitmemeye karar verdim. “Bismillahirrahmanirrahim ve bihî nestaîn” diyerek önsözü yazmaya başladım. Öyle müstesna bir fütuhata mazhar oldum ki, uzun sayılabilecek önsözü 24 saat zarfında yazdım ve hemen postayla gönderdim.

(Gecelerin Gündüzü, Ali Ulvi Kurucu, Neşre Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, s. 291, Marifet Yayınları)

Bediüzzaman Said Nursî: ‘Atıf,

masonların belini kırdı’

Atıf Ural (1933-1966)

Erzincan lisesinden sonra Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Muhtelif kazalarda savcılık yaptıktan sonra, Bozkurt ilçesinde vazifeli bulunduğu günlerde, Ankara’ya ağabeyini ziyarete geldiği bir sırada rahatsızlanarak vefat etti. Merhumun ağabeyi yüksek ziraat mühendisi Kemal Ural Bey, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin yakın talebelerinden olup, iman hizmetindeki ihlâs ve fedakârlığı ile tanınmıştır. 1960’lı yıllarda yayınladığı “Şûle” dergisi, ancak sekiz sayı çıkabilmiş bulunmasına rağmen, daha sonra çıkacak olan ve hâlen çıkmakta bulunan itinalı, İslâmî mânâ ve duygu dergilerine örneklik ve öncülük etmiştir. Halen İstanbul’da ikamet eden Kemal Ural, kendisine sormamız üzerine, merhum kardeşi hakkında şunları söyledi:

“Atıf, Erzincan Lisesi’nde okurken, ben Ankara Ziraat’te okuyordum; kendisine tanıması için küçük risâleler gönderirdim. Fakat Ankara’ya geldikten sonra, iman, ihlâs ve gayreti ile bizleri, kendisine talebe olmaya özenir hale getirdi. Üstad Hazretleri, kendisini çok severdi. Ziyaretlerimde bana, ondan bahseder, ‘Atıf, masonların belini kırdı’ derdi... 1960 öncesinde, Ankara’daki çalışmaların manevî lideri durumundaydı. Arkadaşları ile Risâle basmaları için, kendilerine bir teksir makinası almıştım. Risâlelerin yeni harflerle ilk baskılarını bununla yaptılar. Vazifeli bulunduğum Samsun’dan kendisini ziyarete gittiğimde, Risâlelerin tashihi ile meşgul bulunduklarından, uzun müddet yanında oturmama rağmen, benimle konuşmamasını ve saatler sonra ‘Abi hoşgeldin’ demesini unutamam. Teksirlerden sonra, Risâlelerin matbaada dizilip ilk defa matbu bir kitap halinde ortaya çıkması da onun eliyle olmuştu. 1957’de iki cilt ve yedi yüz sayfa halinde yapılan ‘Sözler’ baskısının başında onun adı bulunur... Merhum Üstadımızın Tarihçe-i Hayat’ının başındaki ‘Önsöz’ün, Ali Ulvi Kurucu Beyefendi tarafından yazılmasında, kardeşimin bu şekilde müessir olduğunu bilmiyordum. Çünkü yaptıklarından katiyen bahsetmezdi.”

(Düzdağ, M. Ertuğrul, Gecelerin Gündüzü, s. 291, Marifet Yayınları)

“Bir tek Atıf’ı bulsan yüzü bulmuş gibidir”

Risâle-i Nur’un mesleği ise; vazifesini yapar, Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğdir; kabul ettirmek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Hem, kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Atıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir; merak etme. Hem mümkün olduğu kadar, hariçten gelen böyle ilişmelere ehemmiyet verme. Fakat ihtiyat ile bu atalet mevsimi ve gaflet zamanı ve derd-i maîşet iptilası zamanında, cüz’î bir iştigal de ehemmiyetlidir. Tevakkuf değil, muvaffakıyetsizlik, mağlûbiyet yok, Risâle-i Nur’un her tarafta galibane fütuhatı var.

Said Nursî Tarihçe-i Hayat, s. 274

18.09.2006


Bediüzzaman’ın Kastamonu’daki evine baskın

Emniyetten birkaç polis ve jandarma, 18 Eylül 1943 günü, Bediüzzaman’ın Kastamonu Araba Pazarı semtindeki evini basarak arama yaparlar. Bu tarihten önce de arama yapmışlar; ilmî, imanî, ahlâkî mektup ve bazı risâlelerden başka birşey bulmamışlardı. Bu defa da ele geçirilen kitap ve mektuplar, birinci defada bulunanlardan farksızdır.

Bediüzzaman Hazretleri, yapılan bu evhamlı baskın ve aramalarla ilgili olarak Kastamonu Lâhikası’nda ‘bu vaziyetten hem hayret, hem taaccüp ettiğini’ ifade eder. Ayrıca, talebelerinin bununla ilgili olarak sorduğu bir sorunun cevabında “Hem herkesi geveze ve sersem eden ve üç seneden beri odamdan işitilen radyoyu, iki defadan başka ne dinlediğimi ve ne de sorduğumu, benimle beraber olan sizler biliyorsunuz. Bu derece bu vaziyetlere karşı alâkasız ve lâkayt bir adamın takip ettiği mesleğe taarruz eden ve evhama düşüp tarassutla sıkıntı veren, ne derece insaftan uzak düştüğünü en insafsız da tasdik eder” der.

Yapılan baskın ve aramaları dile getirdiği bir-iki mektubunu aşağıya dercediyoruz:

***

Bundan dört beş gün evvel, şiddetli bir taharriyle menzilim teftiş edildi. Her tarafa baktıkları halde, hıfız-ı İlahîyle, bizi mahzun edecek birşey bulamadılar. Yalnız İktisat, Hastalar, İstiâze gibi altı yedi risâleyi zararsız buldular. Sonra da Hüsrev’in ezan meselesi gibi müsadere kaidelerine tam muhalif olarak noksansız iade ettiler. Ben o hadiseden size endişe edip, dağdan dönerken Abdülmecid, Sabri, Hüsrev, Hafız Ali ile beraber konuşmak, “Acaba size de bir taarruz var mı?” diye sormak istedim. Ve lisanla bağırdım, geldim. Birden Emin kapıyı açtı, dördünüzün mübarek mektuplarınızı verdi. Her ikimiz bu ikram ve taharrîdeki keramet-i hıfziyeyi ve Hüsrev’in hilâf-ı memul öyle bir istida, öyle bir netice vermesindeki inayet-i Rabbâniyeye aynı zamanda muvafık gördük ve “risâletü’n-Nur her vakit inayete mazhardır” diye şükrettik.

Kastamonu Lahikası, s. 16

***

Hem adliyenin büyük memurları ve taharri komiserleri, şiddetli taharri ve müsadere için geldikleri halde, elliden ziyade kitaplardan hiçbirine el uzatmadan, yalnız o risâlelerin kerametlerini kısmen dinleyerek onların manevi himayeti altında muhafaza edildi. Yalnız Müdâfaat ve On Altıncı Mektup ve Ramazaniye risâlesini mütalaa etmek için biz verdik.

Üçüncü günde, daha şiddetli arama ve taharri etmek, zabıtanın siyasî komiseri bir taharri komiseriyle geldiği vakitten iki üç saat evvel, üç kerametli risâlelerin kumandasında bütün risâleler, kendilerini ellere vermemek için ortada görünmediler. Bütün iki saat o taharri neticesinde, Ankara’dan gelen bir Ramazan tebrikiyle, bir Ramazaniye risâlesini elde ettiler. Mütalâadan sonra iade etmek vaadiyle aldılar. Bütün bu hâlât, yüksekte duran Mucizatlı Kur’an-ı Azîmüşşanla beraber, i’câzlı Hizb-i Kur’aninin nüshaları ve Hizb-i Nurînin risâleleri, bu harika vaziyeti gösterdiler.

Cenâb-ı Hakka, onların hurufatı adedince ve şehr-i Ramazan’ın dakikalarının âşireleri sayısınca hamd ü sena ediyoruz. Elhamdü lillâhi alâ külli hâl.

Hem hastalıktan gelen teessür ve Âtıf’ın hadisesiyle kalbime gelen teellüm ve onlara acımak ve Isparta’ya sirayet etmek endişesinden neşet eden sıkıntı ve bu mübarek şehirde risâle-i Nur’un “sırran tenevveret” perdesi altına girmesi ve üçüncü günde, o iki taharriden sonra, akşama kadar gelen ve gidenlerin mütemadiyen tarassut edilmesi ve Emin’in hanesi de birşey bulunmadan taharri edilmesi cihetiyle ziyade muztarip ve müteellim iken, Cenâb-ı Erhamürrâhimînin rahmetiyle, şimdiye kadar devam eden inayet-i İlahiye himayeti ve rıza, teslim, tevekkül ve ihlasın verdikleri teselli, bütün o müz’iç şeyleri akim bıraktı. Kemâl-i ferah ve istirahatle “Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler” deyip, kemal-i teslimiyetle müsterih olduk. Siz de öyle olunuz, fütur getirmeyiniz.

Kastamonu Lahikası, s. 208

18.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004