Vefatının 40. yılında Atıf Ural’ı rahmetle anıyoruz: Ağlatan mektup
Ali Ulvi Kurucu anlatıyor:
...1957 yılında Medine’de, Ankara Hukuk Fakültesi talebelerinden Atıf Ural imzalı bir mektup aldım. Mektuptaki ifadeden gönlüme bir ateş düştüğünü sandım. Haftalarca alevler içinde yandım. Otuz üç seneden beri, gönlümde bir buhurdan gibi tütmekte olan bu gönül yangını mektub, şöyle başlıyordu:
“Günümüzün Mehmed Akif’i aziz ve muhterem Ali Ulvi Ağabeyimiz!. Selâm...lardan sonra. Ben sizin ruhunuza aşık oldum. Bu aşkımın başlangıcı şöyledir: İslâm’ın Nuru mecmuasındaki Türk gençliğine hitaben yazdığınız şiirlere kendimi muhatap olarak kabul etmiştim. Yıllardır o şiirler benim mürşidim olmuş, karanlık gönlüm o nurdan meş’alelerin ışıkları ile dolmuştu. Allah’a giden yolları, o meş’alelerin ışığında buldum. Rabbim bana Risâle-i Nur Külliyatından feyiz almak lütfunu ihsan etti. Bu yüzden ömrümü, heder olmaktan kurtaran Rabbime şükürden acizim. İnsanlığın imanını kurtarmayı gaye edinen bu mukaddes dâvânın naçiz bir neferi olmayı kendime ideal olarak seçtim. Ömrümü bu yüce dâvâya vakfettim. Çünkü siz şiirlerinizde bana şu şekilde hitap ediyordunuz:
Nurlu genç; her ne kadar cismen uzaksam senden,
Şair oldum, ebedî ruhumu yakdım sana ben...
.....
Bir asîl at gibi şahlan, vurulan gemleri kır!
Nerde hakkım diye bir kerrecik olsun haykır!..
Sizden, bu irşadı duyduğumdan beri, ömrümü; bir asil at gibi şahlanmaya ve nerde hakkım, diye seslenmeye vakfettim. Evet, siz bana:
Hep nur senin iman dolu kalbindeki mihrâb,
Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtâb...
.....
İnsanlığı kurtarmaya candan çalışanlar,
Rabbim takacaktır size cennette nişanlar...
diyordunuz. İnşaallah; bu aciz kardeşiniz—bütün aczine rağmen—yüce dâvânın mukaddes bayrağını elinden bırakmayacaktır.
Yukarıda size ‘Risâle-i Nur Külliyatı’nı okumak saadetine erdim, demiştim. Evet, burada bazı kardeşlerle birlikte; sebeb-i feyzimiz Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şahsiyeti, dâvâsı ve eserleri hakkında bir ‘Tarihçe-i Hayat’ hazırladık. Basılmak üzeredir. Yalnız, gönlüm, bu eserin önsözünü sizin yazmanızı arzu ediyor. Bu arzu, mukavemeti imkânsız bir hamle halinde, beni size ricâ etmeye zorluyor. Bu arzumu, kardeşlere açıklayınca bana, ‘Sen Ali Ulvi Bey’i tanıyor musun?’ dediler. Kendilerine ‘Elest bezminden,’ dedim. Kendimi tutamayarak ağladım. Onlar da benimle ağlamaya başladılar.
İşte muhterem ağabeyimiz, bu satırlarla size gönül derdimi anlatmaya çalıştım. Bendenizin ve bilumum kardeşlerimizin bu samîmî ricamızı kabul buyurmanızı istirham eder, huzur-u Habib-i Kibriyâda duâlarınızdan bizi dûr etmemenizi rica ederim.”
***
Gönül bestelerinin en yakıcılarından olan mektub, burada bitmiş oluyor.
Sanki bir lav gibi gönlümü yakan bu mektubu okuduktan sonra, Risâle-i Nur Külliyatı’nı mütâlâaya koyuldum. Kalbim yanarken, iç âlemimin İslâmın nuru ile aydınlanıp, Kur’ân-ı Kerim’in feyziyle dolup taştığını müşahede ettim. O günlerde bir gece rüyada Üstad Bediüzzaman Hazretlerini gördüm. Rü’yânın safahatı şöyleydi:
Üstad Hazretleri bir yerde sohbet yapacaklarmış. O sohbeti dinlemek için gittim. Oraya varınca şöyle bir sahneyle karşılaştım: Sultanahmet Camii’ni andıran çok muhteşem ve aynı zamanda son derece ruhanî bir mekân idi. Merhum Üstad, oturdukları yerde konuşuyorlardı. Sanki vaaz veriyorlar ve ders okutuyorlar gibi, bir fikrin telkinine çalışıyorlar gibi tavır ve hareketlerle sohbetlerine devam ediyorlardı. Fakir, salona girince ayağa kalktılar, beni yanlarına çağırdılar. Sağ taraflarına beyaz bir çarşaf serdikten sonra fakiri kucaklayıp şu şekilde hitap ettiler: “Sen bugünden itibaren en aziz kardeşlerimden oldun. Bundan böyle duâlarımın başındasın. Bu beyaz çarşafı senin için hazırlamıştım. Sen buraya oturacaksın.”
Uyandığımda, varlığımın her zerresinin nura garkolduğunu hissettim. Günlerce o mânevî, İlâhî tesirin altında kaldım.
O günlerde Atıf Ural’dan bir telgraf aldım. Şöyle diyordu: “Muhterem ağabeyimiz! Tarihçe-i Hayat, matbaada dizildi. Önsözü bekliyoruz.” Bunun üzerine eve kapanıp bir müddet kütüphaneye gitmemeye karar verdim. “Bismillahirrahmanirrahim ve bihî nestaîn” diyerek önsözü yazmaya başladım. Öyle müstesna bir fütuhata mazhar oldum ki, uzun sayılabilecek önsözü 24 saat zarfında yazdım ve hemen postayla gönderdim.
(Gecelerin Gündüzü, Ali Ulvi Kurucu, Neşre Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, s. 291, Marifet Yayınları)
Bediüzzaman Said Nursî: ‘Atıf,
masonların belini kırdı’
Atıf Ural (1933-1966)
Erzincan lisesinden sonra Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Muhtelif kazalarda savcılık yaptıktan sonra, Bozkurt ilçesinde vazifeli bulunduğu günlerde, Ankara’ya ağabeyini ziyarete geldiği bir sırada rahatsızlanarak vefat etti. Merhumun ağabeyi yüksek ziraat mühendisi Kemal Ural Bey, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin yakın talebelerinden olup, iman hizmetindeki ihlâs ve fedakârlığı ile tanınmıştır. 1960’lı yıllarda yayınladığı “Şûle” dergisi, ancak sekiz sayı çıkabilmiş bulunmasına rağmen, daha sonra çıkacak olan ve hâlen çıkmakta bulunan itinalı, İslâmî mânâ ve duygu dergilerine örneklik ve öncülük etmiştir. Halen İstanbul’da ikamet eden Kemal Ural, kendisine sormamız üzerine, merhum kardeşi hakkında şunları söyledi:
“Atıf, Erzincan Lisesi’nde okurken, ben Ankara Ziraat’te okuyordum; kendisine tanıması için küçük risâleler gönderirdim. Fakat Ankara’ya geldikten sonra, iman, ihlâs ve gayreti ile bizleri, kendisine talebe olmaya özenir hale getirdi. Üstad Hazretleri, kendisini çok severdi. Ziyaretlerimde bana, ondan bahseder, ‘Atıf, masonların belini kırdı’ derdi... 1960 öncesinde, Ankara’daki çalışmaların manevî lideri durumundaydı. Arkadaşları ile Risâle basmaları için, kendilerine bir teksir makinası almıştım. Risâlelerin yeni harflerle ilk baskılarını bununla yaptılar. Vazifeli bulunduğum Samsun’dan kendisini ziyarete gittiğimde, Risâlelerin tashihi ile meşgul bulunduklarından, uzun müddet yanında oturmama rağmen, benimle konuşmamasını ve saatler sonra ‘Abi hoşgeldin’ demesini unutamam. Teksirlerden sonra, Risâlelerin matbaada dizilip ilk defa matbu bir kitap halinde ortaya çıkması da onun eliyle olmuştu. 1957’de iki cilt ve yedi yüz sayfa halinde yapılan ‘Sözler’ baskısının başında onun adı bulunur... Merhum Üstadımızın Tarihçe-i Hayat’ının başındaki ‘Önsöz’ün, Ali Ulvi Kurucu Beyefendi tarafından yazılmasında, kardeşimin bu şekilde müessir olduğunu bilmiyordum. Çünkü yaptıklarından katiyen bahsetmezdi.”
(Düzdağ, M. Ertuğrul, Gecelerin Gündüzü, s. 291, Marifet Yayınları)
“Bir tek Atıf’ı bulsan yüzü bulmuş gibidir”
Risâle-i Nur’un mesleği ise; vazifesini yapar, Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğdir; kabul ettirmek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Hem, kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Atıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir; merak etme. Hem mümkün olduğu kadar, hariçten gelen böyle ilişmelere ehemmiyet verme. Fakat ihtiyat ile bu atalet mevsimi ve gaflet zamanı ve derd-i maîşet iptilası zamanında, cüz’î bir iştigal de ehemmiyetlidir. Tevakkuf değil, muvaffakıyetsizlik, mağlûbiyet yok, Risâle-i Nur’un her tarafta galibane fütuhatı var.
Said Nursî Tarihçe-i Hayat, s. 274
|