Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mustafa ÖZCAN

Papanın şifresi



Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın devrim isteyen solcu ve devrimci gençlerin ağzının payını şöyle verdiği söylenir: “Türkiye’ye komünizm gelmesi lâzımsa onu da biz getiririz.” ‘Devlet herşeyi düşünüyor, siz dert etmeyin’ demek istemiş. Bu Tandoğan-öğrenci diyaloğunu aynen İsrail Sefardim Hahambaşı Şloma Amar ile Papa Benedict arasındaki gıyabî atışmaya uyarlayabiliriz.

Müslüman Alimler Birliği Başkanı Kardavi’ye gönderdiği Arapça mesajda Şloma Amar, sözlerini Papa’yı yakıştıramamış. Yahudiler bile bu üslubu Papa’ya yakıştıramadıklarına göre varın siz hesaplayın Papa’nın devirdiği çamların hesabını.

Gerçekten de kimi Yahudilere yakışsa bile böyle bir konuşma asla Papa’ya yakışmamıştır. Hahambaşı: ‘Papa üzerine vazife almasın İslâmı eleştirmek gerekirse biz ne güne duruyoruz?’ demek istemiş olabilir. Yahudiler Papa’nın konuşması nedeniyle İslâm-Katolik çatlağından istifade etmek istemişlerdir. Tabiî burada Yahudileri suçlamanın bir anlamı yok. Asıl suç onlara bu pası verende.

Peki Papa niye böyle konuşmuş olabilir? İslâmı öteki yaparak Batıyı Hıristiyanlık veya yeniden kilise şemsiyesi altında toplamak. Gazeteler bu projeyi yazdılar. Papa’nın İslâmla diyalog yerine, diğer Hıristiyan kiliselerle diyaloğu öne çıkardığı ve bunun da ötesinde Türkiye’yi dışlayarak Vatikan olarak AB’yi vaftiz etmek istediğini ve Türkiye’ye de AB’ye girmesi halinde bu hayallerine set çekeceği için karşı çıktığı ileri sürülüyor.

Aslında, 16’ıncı Benedict’in kardinallik günlerinden beri Türkiye ve İslâm takıntısı var. Adı konmamış İslâm veya onun bir parçası olarak Türkiye üzerinden Batı’yı toparlamaya çalışıyor. Fakat artık bu ontolojik olarak mümkün değil. Bu açıdan papa, Blair gibilerinin gördüğünü göremiyor. O sadece hayatını herşeye nefretle yaşamış ve nefretle tamamlamış Fallaci ile birlikte hâlâ menfi rollerini icra etmekte olan Bernard Lewis ve Kaddafi gibilerinin peşine takılmıştır.

Ratzinger, Huntington’ın papa olmuş halidir. Nitekim Batı basını da buna açıkça dikkat çekiyor. Sözgelimi, İtalyan solunun yayın organlarından L’Unita gazetesi “Papa’nın Almanya’daki konuşmasında adeta kardinallik dönemindekine benzer bir tavır sergilemiş olmasını” ima eden bir manşet kullandı. Gazetenin manşetinde, “Papa, Ratzinger’i düzeltti” denildi. Türkiye’nin AB üyesi olması halinde Fallaci, Kaddafi, Bernard Lewis, Sarkozy ve 16’ıncı Benedict Avupa’nın İslâmlaşacağını öngörüyor. Bu açıdan, papanın konuşmasının hemen ardından ölen Fallaci’nin inanmadığı öteki dünyaya gözü açık gitmemiş olacağı varsayılıyor.

***

Papa bu anlamda kimi İtalyan gazetelerin ve Bardakoğlu gibilerin dediği gibi sadece Ortaçağ’a dönüş yapmış olmuyor, aynı zamanda günümüzün şartlarını da gözardı ediyor. Rasyonalizmi savunurken irrasyanolizm çizgisine düşmek bu olsa gerek. Birincisi, Avrupa’nın ateistlerini de Hıristiyan kabul ediyor. İkincisi demoğrafik değişim ve nufus hareketlerini de yok farzediyor. Dolayısıyla ‘modern Papa’ tarihin derinliklerinde ve geçmişin hücrelerinde ve mahzenlerinde yaşıyor.

Müslüman-Hıristiyan ilişkilerine bu kadar zarar verdikten sonra sağduyunun ve aklın bir gereği olarak özür dilemesi Papa’yı düştüğü çukurdan kurtarabileceği gibi bu dinin akılla uyumlu olduğu tezini yine kendi şahsında ispatlamış olur. Gazetelerin yazdığı gibi özrün tamamlanmasına az kaldı. Ha biraz daha gayret. Papa bu anlamda futursuzca İslâmiyete ve Peygamberine hakaret eden Amerikalı İncilci Billy Graham gibi liderlerden farklı olduğunu göstermelidir. Aksi takdirde, sadece Müslümanların öfkesine değil, aynı zamanda Der Spiegel gibi dergilerin de yakıştırmasına maruz kalacaktır. Nitekim şu başlıklarla kapağa çıkmaktadır: Papst Contra Mohammed (Papa, Hz. Muhammed’e karşı.” Maalesef Türkiye ve İslâm aleyhtarlığını The Guardian gibi gazeteler de aynı minvalde yorumluyorlar. ‘Papa söyledikleriyle İslâm tehlikelidir mesajı veriyor. Bu mesajıyla birlikte hem AB’yi kilise ekseninde toparlamak, hem de farklı kiliseleri bir çatı altında toplamak istiyor....”

Papa’nın gizli şifresi bu ise insanlık yandı demektir.

***

Ünlü Faslı düşünür Cabiri de İstanbul’da Batı medeniyetinin inşasında temel yerin İslâm olduğunu söyledikten sonra, onların buna tek katkılarının Romalıların Romalı-barbar ayrımına ve ikilemine benzer bir şekilde ‘ben ve öteki’ ilâvesi olduğunu ifade etmiştir. Bunun da ayrımcılığın ve mezalimin aracı haline geldiğine dikkat çekmiştir. İhsan Eliaçık da Bizans Kralının ağzından Hazreti Muhammed’in hiçbir yenilik getirmediğini söyleyen papaya “Din adamları sınıfını ve ruhbanlığı kaldırdığı yetmez mi? Bu, getirdiği yeniliklerden sadece birisidir’ demiştir.

19.09.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Savaş yeni başlıyor



Pakistan’dan Türkiye’ye uzanan bir hattı ‘yeşil kuşak’ projesi.

Bir yandan Sovyet yayılmacılığını önleyecek, diğer yandan da Sovyet Blokunun içinde yer alan Müslüman ve Türk unsurlarının kimliklerini koruyup, zamanla imparatorluğun parçalanmasında öncülük etmeleri sağlanacaktı.

Yeşil kuşak aynı zamanda bir Sovyet saldırısı olduğunda, Varşova Paktı güçlerinin ilk planda işgal etmesi tahmin edilen ülkelerdi.

Arasında ülkemizin de yer aldığı bu ülkelerde, işgalci Sovyetlere karşı, Batı destekli yerel güçlerle gerilla savaşı verilecekti.

Bu plan Sovyetlerin Afganistan’a saldırısında deneme imkânı bulundu.

Afgan Mücahitlerinin destansı kurtuluş mücadelesi, Sovyet İmparatorluğunun parçalanması ile sonuçlandı.

Soğuk Savaş bitti ancak ilginçtir, Afganistan başta olmak üzere yeşil kuşak ülkeleri, yani İslâm dünyası şimdi başka bir dönüşüme laboratuvarlık yapıyor.

NATO duruyor. Ancak Pentagon’a destek gücüne dönüştürülüyor. Varşova Paktının yerini ise, bu stratejiyi hayata geçiren Bush ve neocon’ların, “İslâmcı teröristler” ya da, “İslâmcı faşistler” adını verdikleri, etnik veya dinî referanslı Müslüman silâhlı gruplar alıyor.

Geçmişte Sovyetlerin parçalanması stratejisinin hayata geçirildiği Afganistan bu kez yeni stratejinin test edildiği bir ülke oluyor. Üzücü, ama gerçek olan şu ki, soğuk savaş döneminde de 11 Eylül sonrasında da, her aşamada Müslümanlara, yeni stratejilerin üzerinde test edildiği kobay olma konumu biçiliyor.

11 Eylül’ün bir milat olarak nitelendirilmesi bu açıdan bakınca doğru. 11 Eylül’den hemen sonra hiçbir delil aranmadan, Afganistan’ın vurulması ise ne 11 Eylül’ün, ne Afganistan ve El Kaide’nin seçilmesinin bir tesadüf olmadığını gösteriyor.

Ancak bu test edilme karşılıklı. Kimi zaman Afganistan kimi zaman Irak, ama temelde Lübnan ve Filistin yeni taktiklerin tesbit edildiği, uygulamanın savaş oyunlarının oynandığı salonlarda, bilgisayarlarda, haritaların başında değil, doğrudan savaş meydanında ve her hamlede onlarca insanın cesedi üzerinden test ediliyor.

Filistin’deki intihar eylemcileri, Lübnan’da patlayıcı yüklü araçlara dönüşmüştü. Irak’ta ise rehin almalar, bomba yüklü araçlarla yapılan saldırılar, intihar eylemcileri, sokak çatışmaları ve niyetinde kanlı bir iç savaşıyla bunların tümü birden deneniyor.

Sovyet işgalinden bu yana gerilla savaşıyla ünlü Afganistan’da bu kez Irak modeli eylem türleri esas alınıyor.

Bu durum karşısında NATO da kendi müdahale konseptini değiştiriyor. Aslında NATO’nun dönüşümü için bir dönem yeşil kuşak ülkeleri olan İslâm coğrafyası bir uygulama alanı olarak kullanılıyor.

Yeşil kuşak projesi, Sovyetlere karşı askerî bir güç değil, sosyal bir unsur olarak devreye sokulmuştu. Sovyetlerin etrafında tampon bölge oluşturmanın yanı sıra, komünizmin fikrî yayılmasına karşı mücadele etmekti amaç. Tek kutuplu dünyada ise işgal edilerek, savaşlara sürüklenerek, dönüşüm programlarının laboratuvarı olarak kullanılmak isteniyor.

Hesaplar bu. Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal ederken, bunun sonu olacağını hesap etmemişti elbette ki...

ABD’de, Afganistan ve Irak’ı işgal ederken elbette ki, daha büyük işgallerin hesabını yaptı.

Resmî raporları, Beyaz Saray kaynaklı açıklamaları bir yana bırakın, ciddî gözlemciler, “Afganistan’da savaş yeni başlıyor” diyorlar.

İslâm dünyası açısından uzun ve karanlık bir dönemin içindeyiz. Ancak kararan günlerin sabahının yakın olduğundan şüphem yoktur. İnsan hayatı açısından uzun olan on yıllar devletlerin ve milletlerin tarihi açısından o denli uzun değildir.

Şundan hiç şüphem yok ki, Sovyetlerin silâhlarını dahi alma şansı bulamadan çekildiği Afganistan’dan ABD de özür dileyerek çekilecek. 11 Eylül’le Afganistan’dan başlayan sürecin, yine aynı topraklardan başarısızlıkla sonuçlanacağına inanıyorum.

Ancak bunu hemen üç-beş yıl içinde beklemek gerçekçi olmaz.

19.09.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Dert’ zili çaldı



Yeni eğitim-öğretim yılı dün ilk ‘dert’ zilinin çalmasıyla başladı. Yaklaşık 14 milyon öğrenci ders başı yapıp okulları ve sınıfları doldurdu. Haliyle dertler ve sıkıntılar da yeniden hatırlandı.

Türkiye, büyük ve genç nüfusa sahip bir ülke olmakla övünüyor. Ancak bu genç nüfusu gerektiği ve ihtiyaç duyulduğu gibi eğitebildiğimiz söylenebilir mi? Öğrencilerimizi tam mânâsıyla eğitemiyoruz. Aslında bu eksikliğimizin de farkındayız. Hemen herkes, ‘kaliteli eğitim için neler yapılması gerektiği’ konusunda doğru çareler ortaya koyuyor, ancak bunları uygulayabildiğimizi söylemek zor.

Bazıları eğitimin içinde bulunduğu sıkıntıları izah ederken, nüfusun hızlı artışını listenin başına yazıyor. Hızlı nüfus artışı problemlerden biri olabilir, ama tek suçlu bunu görmek ve göstermek doğru değil. Çünkü hızlı nüfus artışına rağmen kaliteli bir eğitim sistemi uygulamak pekâla mümkündür.

Bizim yanlışımız, çoğu zaman ‘doğru teşhis’ konulmuş olsa bile; ‘doğru tedavi’ uygulamayışımızdadır. ‘Yasak’larla süslenmiş bir eğitim sistemi, ihtiyaca cevap verebilir mi?

“Yasaklar nerede?” diyenler varsa, öğretmenlere sorabilir. Öğretmene inisiyatif/tercih hakkı vermeyen ve güvenmeyen bir eğitim sistemi başarılı olabilir mi? Bir öğretmen, faydalı olacağını düşündüğü bir kitabı öğrencisine tavsiye etmekten çekiniyorsa, eğitim sistemi ‘yasaklarla donatılmış’ demek abartı mı olur? Her şeyde “Ankara’nın onayı” aranırsa, sistem sıkıntılardan kurtulabilir mi?

Eğitim yılının başlaması sebebiyle konuyla ilgili görüşlerini açıklayan MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan, “Mustafa Kemal’in düşünce sistemi tam olarak anlaşılabildiğinde ve uygulanabildiğinde başka problemler de çözülecektir” demiş. (Vatan, 18 Eylül 2006)

Oysa konunun uzmanları/aydınlar farklı düşündüklerini açıklıyorlar: “Bir kere daha tekrar etmek gerekir mi: Atatürk çok önemli bir asker ve siyaset adamıdır ama ortaya bir ‘Düşünce Sistemi’ koymamıştır.” (Kürşat Bumin, Yeni Şafak, 6 Eylül 2006)

Eğitim yılı başladı, onlarca/yüzlerce problem varken; ‘başkan’lar öğrencilerin “Tesettürlü Barbie bebek fotoğrafları bulunan çantaları nasıl önleriz?” konusunda görüş beyan ediyorlar. Bakınız sayın ‘başkan’ konu ile ilgili soruyu nasıl cevaplandırmış: “Bu çantaların (yani “Tesettürlü Barbie bebek” fotoğrafları bulunan okul/sırt çantaları/F.Ç.) bariz bir biçimde okula girmesi problem. Münferit bir olay olarak kalsa belki görmezden gelinebilir. Ama eğer bu bir modaya dönüşürse, sayı fazlalaşırsa sanırım ilgili kurullar, ilgili birimler doğru kararı alır.” (Vatan, 18 Eylül 2006)

Her ne kadar sayın başkan, “Açıkçası şu an ben de ‘Çantayı yasaklamak gerekir’ diye bir şey söylemiyorum” demiş olsa da beyanlar “yasaklansa daha iyi olur” şeklinde yorumlanabilir.

Binlerce problem varken, başörtülü çocuk fotoğrafı olan sırt çantalarını tartışmakla eğitimin problemleri çözülebilir mi? Benim merak ettiğim, yurt dışında eğitim almış ‘uzman’ların bu sorulara gülmemeleri ve “Biz öğrencinin dış görünüşü/ sırt çantasıyla değil, ‘işi’yle/ derslerindeki başarılarıyla ilgileniriz” dememeleri. Bunu söylemek çok mu zor?

19.09.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Papa’ya rağmen



Papa’nın, mantıkla bağını kuramadığı İslâmı “şiddet”le iç içe bir din olarak gösteren veya öyle algılanan sözleri, karikatür tahrikinden daha ağır sonuçlar doğurabilir.

Karikatür krizi, ifade özgürlüğü kalkanının ardına gizlenerek mukaddes değerlere hakaret eden bir kısım medyatörlerin marifetiydi.

Olayın hassasiyetini bir türlü anlamamakta inat eden Danimarka Başbakanının duyarsız ve sorumsuz tavrı bazı Müslümanların dengesiz ve ilkel tepkileriyle birleşip, ilk yayınlandıklarında kimsenin ruhunun bile duymadığı karikatürler bilâhare fitneyi iyice alevlendirmek kastıyla peş peşe başka gazetelerde de iktibas edilince, iş çığırından çıkma yoluna girmişti.

Kendi menfur emelleri için dünyayı ateşe vermeye çalışan küresel çetelerin çıkarıp körükledikleri bu krizin tahripkâr izleri hâlâ duruyorken, şimdi de Papa’nın talihsiz sözleri üzerinden çok daha tehlikeli bir provokasyon tetikleniyor.

Bununla öngörülen hedeflerden biri, 11 Eylül sürecinde tezgâhlanan “Müslümanlarla Hıristiyanları birbirine düşürme” planını hayata geçirmek.

Papa, talihsiz konuşmasıyla bu menhus plana unutulmaz bir katkıda bulunmuş oldu.

Vatikan’da, Ortaçağ’ın meşhur Engizisyon mekanizmasının devamı olarak nitelenen Dinsel Öğretiler Kurulunun başı iken, John Paul II’nin vefatı sonrasında Papalık makamına seçilen Kardinal Ratzinger, selefinin aksine katı, kapalı, soğuk bir çizgiye sahip olduğunun işaretlerini daha ilk günden vermeye başlamıştı.

Ama o koltuğa oturduktan sonra, kişisel saplantılarını aşarak, temsil ettiği kurumun 40 yıl önce başlattığı ve John Paul II tarafından daha ileri noktalara taşınan açılım ve diyalog iradesiyle uyumlu bir tavra yönelebileceğine dair iyiniyetli beklenti, bu işaretlerin görmezlikten gelinmesini netice verdi.

Ne var ki, Papa’nın bu beklentiyi boşa çıkarmakta kararlı ve ısrarlı olduğu görülüyor.

Peki, bu durumda ne yapmak lâzım?

Evvelâ yapılmaması gerekene bakalım:

Eğer karikatür krizindeki gibi hamasî, öfkeli, ölçüsüz tepkiler verilir; yer yer görüldüğü üzere kilise yakma gibi eylemlere girişilirse, provokatörlerin ekmeğine yağ sürülmüş olunur.

Yakıp yıkma, öldürme gibi şiddet eylemleri, İslâma “şiddet dini” iftirasını yöneltenlerin eline koz vermekten başka bir netice getirmez.

Müslümanlar asla bu tuzağa düşmemeli.

Yapılması gerekenlerin başında ise, İslâma yöneltilen haksız isnad ve iftiraları, Peygamber ahlâkına yakışan olgun ve vakur bir tavır içinde, ilmî bir üslûpla cevaplandırmak geliyor.

Bir diğer nokta; Papa’nın talihsiz sözlerinin, “Yanlış anlaşıldı” açıklamalarıyla vaziyeti kurtarmaya çalışan Vatikan’da bile rahatsızlığa yol açması, kendisinin de bu yönde açıklama yapmak zorunda kalması ve Papa'nın gerek Vatikan dışı Katolik çevrelerden, gerekse Hıristiyanlığın diğer kollarından eleştiri alması.

Katolik ilâhiyatçı Hans Küng’ün, Fener Patrikhanesinin ve Cezayir Katolik Başpiskoposunun tepkileri bunlardan yalnızca birkaçı.

Dolayısıyla, resmin tümünü dikkate alan bir nazarla olaya bakıp, Hayreddin Karaman Hocanın ifadesiyle “Papa’ya rağmen diyalog” diyerek yola devam etmek en doğru tavır...

19.09.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Korun(a)mayan tarih



Tarihimizi ne kadar koruyoruz? Topkapı Sarayı Müdürü Prof. Dr. İlber Ortaylı, bunu çok net anlatıyor.

Diyor ki, “Parasız kaldık.” (TGRT Haber)

Müzelerin ancak toplumun ilgisi ve iyi restorasyon çalışmalarıyla ayakta kalabileceğini söylüyor Ortaylı.

Mehmet Soysal’ın hazırladığı “Baş Başa” programına konuk olan Ortaylı, “Dünyanın hiçbir ülkesinde müze restorasyonu bitmez. Özellikle hava kirliliğinin yoğun olduğu yerlerde çalışmalar iki kat önem arz eder. Ancak bunların doğru yapılması çok önemli.”

Müzeden amacı dışında yararlanmak isteyenler olduğuna da dikkat çeken Ortaylı, toplumda müze gezme şuurunun olmadığını söylüyor, “Milletimiz tarihi sadece okuyor, somut malzemelerle temellendirmiyor. Türk milletinin müzeye gitme alışkanlığı yok. Bu, müzik dinlemeye benzer. Klasik Türk müziğini hemen dinleyip sevemezsin, zaman ister. Müze gezme kültürünün yerleşmesi de zaman ister” diyor.

Zaten “gerçek tarih” okunmasın diye yırtınanlar, müzede barınan eserlere de ehemmiyet vermiyor.

VATANDAŞ HAREKETİ VE DUÂ

“Vatandaş Hareketi” diye bir mektup geldi.

Tepkililer:

“İftar duâmızı istiyoruz!” diyorlar.

Hani, TRT’de 30 yıldır iftarda, akşam ezanından sonra okunan bir duâ vardı ya...

Şimdi bu hareketi tetikleyenler soruyor:

“Ne oldu da TRT 2005 yılında bu duâyı yayınlamadı?”

“Oysa çocuklarımız ve gençlerimiz bu duâ ile büyüdü. Yurt içi ve yurt dışında milyonlarca dinleyici ve seyirci oruçlarını bu duâ ile açıyordu” diyorlar.

Son olarak:

“TRT’ye sesleniyoruz: Duâmızı istiyoruz! Halkla inatlaşma olmaz! Halkın vergisiyle yaşayan bir kurum halka rağmen iş yapamaz! Halk ne istiyorsa o! Duâmı geri ver!” diyorlar.

Bilindiği gibi, bu duâ, Dr. Faruk Ermemiş tarafından kaleme alınmış. Deniliyor ki, “hiçbir telif ücreti istemedi ve almadı. Onu milletine armağan etti.”

TRT’den bu duâ 2005 yılında kaldırıldı deniyor. Tepki gösterenler niçin bir yıl bekledi?

TRT hükümete bağlı. Hükümette de AKP olduğuna göre... Yoksa, “tepki”nin kaynağı “Söğüt”e mi dayanıyor diye düşünmedim değil.

15 MİLYONLUK SUNUCU

Hani bir zamanlar “Bir Milyon Dolarlık Adam” diye bir dizi vardı. 1970’li yıllarda çok izlenen ve tartışılan diziydi bu.

Kaza geçiren bir hız tutkunu, vücudunun belli yerlerine takılan robot eklemlerle “bionik adam” oluyor ve kötülerin cezasını veriyordu.

Galiba “bir milyon dolar”ın hükmü kalmadı. Şimdi 15 milyon dolara bir kadın “anchorwoman” başka bir televizyona transfer oluyor. Vücudunun hiçbir yerinde “mekanik” bir parça yok. O bir robot da değil.

Ve 15 milyon dolara transfer olan ünlü sunucu Katie Couric’in ilk yayınını yaklaşık 14 milyon kişi izlemiş. Yani aldığı ücretin hakkını veriyor.

Peki bizim “anchorwoman”lar ne yapıyor?

Onlar magazin ve siyasetle iç içe olduğu için, doğru ve tarafsız bir habercilik yapmaktan çok uzak.

ÇELİŞKİ

TGRT’de “değişim” kendini gösteriyor.

Hülya Avşar’ın polemik oluşturan görüntülerini İdil Çeliker monitörden gösterdi. (Emel’ce Sabahlar) Genel ahlâka mugayyirdi.

TGRT yetkililerine seslenmek istiyorum:

Bu tür görüntüler artacaksa, sabah ekrana getirdiğiniz “Huzura Doğru” programını yayından kaldırın...

Hiç olmazsa, “çelişki” ortadan kaldırmış, “ikilem”den kurtulmuş olursunuz!

19.09.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Medeniyetler ittifakı



İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero, 2004 yılında BM Genel Kurulunda yaptığı konuşma ile “Medeniyetler arası Diyalog”a dikkat çekmişti. Sonradan dikkate alınan fikirleri, İslâm medeniyeti ile Batı medeniyetinin ortaklıklar kurması ve birbirini anlaması için başlatılan çalışmalara yol açtı.

Aynı zamanda Sosyalist Partinin başkanı olan İspanyol Başbakan, Irak’tan askerlerini çekmekle ABD’nin hoşlanmadığı bir tutum ortaya koymuştu.

BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından sahip çıkılan projeye ile, Batıdan teklif sahibi İspanya ve Doğudan da Türkiye’nin eş başkanlıklarında çalışmalar yürütülmeye başlandı. Türkiye adına Başbakan Tayyip Erdoğan eş başkan olarak projeye katılmakta.

Çalışmalar karşılıklı âkil heyetlerin kurulması noktasına geldi. Bu heyetler ilmî düzeyde müzakere zemininde hazırlıklarını ve önerilerini birbiriyle paylaşacaklar. Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın yürüttüğü “âkiller grubu” geçtiğimiz ay bir araya geldi.

Bakan Aydın, nitelikli bir felsefeci ve ufkunu muhakeme zemininde koruyan bir bilim adamı olarak dile getirdiği yaklaşımlarını, siyasî kariyerinde de sürdürdü. Yine, Batıda doktora yapmış, oryantalist akımları incelemiş ve doğunun çaresizlik ikliminden aldığı itici kuvveti entelektüel analitiğin eşliğinde muhakemeleştirmiş bir üslûbu ve beyan tarzı var.

Medeniyetler ittifakı çalışmalarının meyve vermesi zamana bağlı. Ancak böyle bir ortaklık arayışının BM nezdinde kurumsal düzeyde başlamış olması çok manidardır. Geleceğin fikrî inkişaflarına ve ortaklıklar zemininin teşkiline ciddî harç olacaktır.

***

Zamanla yeni adımlar atıldı. En son medeniyetler ittifakı üst düzey grup toplantısı düzenlendi. Geçen hafta New York’ta düzenlenen toplantıya Türkiye’den Devlet Bakanı Mehmet Aydın başkanlık etti.

“Kültürel kibiri, günümüzün en önemli sosyal hastalıklardan biri” olarak tanımlayan sayın Aydın, amaçlarının dünyada oluşan önyargıları, kutuplaşmaları ve aşırılığı ortadan kaldırmak için çözüm yolları sunmak olduğunu belirtti.

İttifakın özellikle Müslüman dünyası ile Batı dünyasının ilişkileri üzerine yoğunlaştığını, sebebini ise son zamanlarda gelişen şüpheci tutumlara bağlayan ve bununla ilgili bir rapor hazırlığında olan Aydın, dünyada güvenliği ve barışı tehlikeye sokan tehditleri tesbit ederek bunları gidermeye dayalı çözümler önermeyi planladıklarını da belirtiyor.

BM çatısı altında yürütülen rapor çalışmasında özellikle eğitim, gençlik, medya, kadınlar ve göçmenler konusunda tavsiyede bulunulacak. Siyasî analizler yapılacak. Rapor, Kofi Annan’a önümüzdeki Kasım’da İstanbul’da sunulacak.

***

ABD-İngiltere eksenli küresel terör ve işgal operasyonları hem kendi kamuoylarından, hem de dünya kamuoyundan tepki almaya devam ediyor. Bir ABD’li diplomat, “İslâm dünyasında ABD imajını düzeltmek, bir iki kuşak alır” tesbitini yapıyor.

ABD’li vatandaşların kendini güvende hissetme oranı 11 Eylül’den sonra yüzde 82’den yüzde 53’e gerilemiş bulunuyor. 11 Eylül saldırısı, beş yıl sonra Irak ve Afganistan başta olmak üzere 72 bin sivilin öldürüldüğü bir vahşete sahne oldu.

ABD, İngiltere ve İsrail üçgeninin radikalleşmesi, beraberinde diğer ülkelerin ve kültürlerin uzlaşma arayışını ve birbirini kabullenme ihtiyacını arttırıyor.

Tam bu noktada medeniyetler arası diyalog ve ittifak arayışları entelektüel müzakere zemininde akılcı ve aklıselim tarafları yakınlaşmaya itmektedir.

19.09.2006

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

İğnelerim var, iğneler...



Hayatın en acı anları sadece sinemalarda mı acaba? Hani günlerce etkisinden kurtulamadığımız filmler… Her sahnesini yaşlı mendille uğurladığımız filmlerden bahsediyorum. Ya çok acıklı ilerleyen bir filmin iyi bitmesi için duâlar ettiğimiz kareler? Bunu isterken, ne kadar da tedirgin oluruz. Ya her şey altüst olursa?

Oysa hepimiz biliriz ki, gördüklerimiz sadece bir oyun. Gösterilen acı ve gözyaşları birer mizansen. Belki bu sahnelere ağlarken biz, oyuncuları perde arkasında rollerini tam yapamadı diye gülmüş ya da iyi yapıyor diye alkışlanmıştı. Peki, neden bazı filmler çok konuşulur, izlenir de bazıları hiç hatırlanmaz? Cevabı içinde aslında. Filmler ne kadar gerçeğe yaklaşırsa, o kadar etkili oluyor. Her filmi gerçek hayattan bir parça taşıdığı için seyrediyoruz. Olaylara bu sebeple gerçek hayattaki tepkilerimizi veriyoruz. Ve aslında unutuyoruz en büyük sinemanın gerçek hayatın kendisi olduğunu.

İsmini hatırlayamadığım bir yazar hatıralarının arasında, “annesinin sinema izlemek için onu parka götürdüğünü, saatlerce geleni geçeni izlediklerini ve gerçek sinemanın bu olduğunu” anlattığını yazmıştı. Birçok hikâye/roman yazarı da bir yere oturup insanları seyreder. Ve onların davranışlarından, hareketlerinden kendince mânâlar çıkarıp hayal gücünü kullanarak enfes hikâyeler yazdıkları da bildiklerim arasında.

Bazen ben de bir parka oturur, gelen geçeni izlerim. Birkaç gün önce dinlenmek maksadıyla bir banka oturmuştum. Amacım hem dinlenmek, hem de gelen geçeni izlemekti. Farklı giyimlerde, farklı hâllerde birçok insan gelip gidiyordu. Herbiri birbirinden farklı, ayrı dertleri, ayrı sorunları, ayrı kaygıları ve ayrı mutlulukları olan birçok insan… Onları gözledikçe düşünüyordum. Kim bilir içlerinde ne dünyalar saklıyorlar? Ne kadar mizansen ve hiçbir şey yokmuş gibi yürüyüp geçiyorlar hayattan!..

Neyse… Yanıma yaşlı bir amca oturdu. Elinde tahtadan bir tabla… İçinde çeşit çeşit iğneler var. “İğnelerim var. Her çeşit iğneyi bulabilirsiniz” dediğinde, tablasına baktım. Benim de çengelli iğneye ihtiyacım vardı. 25 kuruşluk iğneleri çantama bırakıp başımı kaldırdığımda, yaşlı amcayla göz göze geldik. Sıcak bir tebessümle karşılık vermişti bana. İçimi bir sıcaklık kapladı. Hem üzüldüm, hem sevindim. Yaşlı bir amcanın buralarda ne işi vardı? Sevindim; zira onu bu hâle getiren ne ise, yılmamış kendine bir meşgale bulmuştu.

Bunları düşünürken, yaşlı biri gelip yorgan iğnesi sordu. Yine aynı fiyat: 25 kuruş. Yaşlı biri cebini kontrol edip verecek para bulamayınca, mahzun bir sesle, “Neyse kardeş kalsın” demişti. İğneci, yaşlı adamı durdurup üç dört tane iğne veriyor. Adam gülümsüyor. Duâlar edip gidiyor. İğneci dede bana ve solundaki yaşlı teyzeye de bir tane uzatıyor. Teşekkür edip alıyorum.

İğneci dede herkese tebessüm ediyor… Yüzündeki tebessümü görünce, ondan daha çok gülümsemem gerektiğini düşünüyorum. “Her şeye rağmen…” der gibi gülümsedikçe, kendime kızıyorum. Bütün yorgunluğum geçiyor. “Bu yaşlı amca bu kadar hareketliyken, yorulmak benim hakkım değil!” diye söylenirken, bir adam geliyor. Adam düzgün giyimli, elinde siyah bir çanta var. Çengel iğnelerin fiyatını soruyor. İki tane almak isteyince, 50 kuruş vermesi gerektiğini söylüyor iğneci dede. Bozuk paralarının içinden 50 kuruşu bulamayınca, iğneci dede ona yardımcı olup 50 kuruşu alıyor ve adam gidiyor.

Aradan sanırım on dakika geçti. 50 kuruşa iğne alan adam tekrar geldi. Ve dedeye çıkışıyor: “Benden fazla para aldın. 5 kuruş alman gerekiyordu”! Kızgınlığımı anlasın diye, ters bakışlarla onu süzerken, adam bunu fark ediyor. Neden sonra yanıma gelip açıklama yapıyor: “Beş kuruş dedi, bak benden elli kuruş aldı”.

“Pekâlâ, 50 kuruşu vermekle fakirleştiniz mi? Üstelik 5 kuruşu yerde görse, çocuk bile almaz. Ha, isterseniz ben vereyim paranızı da dedeye karşı saygılı olun biraz” deyince, adam kaçarcasına uzaklaşıyor. İğneci dede bana bakıyor: “Ah kızım ah! Geçenlerde bir adama iğne sattım. Parasını vermedi, isteyince de verdim diye tutturdu. Ne kadar dil döktümse de kabul etmedi. Verdim deyip gitti. Oysa vermemişti. Çünkü tablamda hiç para yoktu.”

Şaşırmamıştım, az önce 5 kuruşla 50 kuruşun hesabını yapan adamı görünce, 50 kuruşu dahi vermeyip bu yaşlı dedeye çok görenlere ne denirdi ki? “Olsun be amcam, onlar hem haramı, hem yalanı, hem hırsızlığı kabul ediyorsa, bir şey deme. Sen 25 kuruş kaybederken, onlar kim bilir neler kaybetti…” dediğimde, tebessüm edip, “Haklısın kızım. Burada pek kimse gelmiyor. Ben biraz gezineyim” diyerek ayrılıyor. Ben bakakalıyorum; o, rızık hırsızlarına inat, dilenmeyip rızkını arıyor: “İğnelerim var, iğnelerim…”

19.09.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Duruşumuz



Eğer inandığımız ve inandığımızı yaşamamız bizim için önemliyse ve eğer sâir insanların da inandıklarımıza inanmalarını istiyorsak hayatımızın her kesitini dikkatli bir şekilde yaşamamız gerekmektedir. Çünkü insanların sosyal hayatının analizini yapan uzmanlar her an inandığımıza uygun bir hayat tarzı içinde olup olmadığımız hakkında bir araştırmada bulunabilir ve bu araştırmanın sonuçlarını toplumla paylaşabilirler. Bu durumda, eğer yaşantımız inancımızla bir bütünlük arz etmişse, topluma örnek olabilecek bir yaşantı modelini sergilemişiz demektir. Aksi takdirde inandığımız değerleri yanlış yansıtmakla büyük bir vebal altına girmiş olabiliriz.

İnsanlarla her an iç içe yaşamamız, her zaman insanlar tarafından da murakebe edildiğimiz sonucunu ortaya koymaktadır. Her an kontrol ediliyoruz. Bizlerin “Kime ne, ben istediğim hayatı yaşayacağım” deme hakkımız da bulunmamaktadır. Çünkü biz sadece kendimiz için yaşamıyoruz. Çünkü toplumun her kesimindeki insanlarla birlikte yaşamak ve bir kısım ihtiyaçlarımızı onlardan karşılamak zorundayız. İşin maddî cihetini düşünmezsek dahi, manevî açıdan var olan bütün varlıklarla ortak noktalarımızın olduğunu düşünmek zorundayız.

Taştır, topraktır diye küçümsediğimiz maddeler bile bir çok konuda ihtiyaçlarımızı karşılamaktadır. Ayaklarımız altında sürünen küçük hayvancıkların dünyamıza bilmediğimiz faydaları bulunmaktadır. Kâinatta mükemmel bir yardımlaşma bulunmaktadır ve biz kendimizi hiçbir zaman bu düzenin dışına atamayız. Üstelik biz insanlar bu düzenin bir nevî baş aktörleri durumundayız.

Bir insan olarak sorumluluklarımızın farkına varmamız ve hayatımızı buna göre tanzim etmemiz gerekir. Bu olmadığı zaman “Bu yaptığın insanlığa yakışmaz” şeklindeki serzenişlerle her zaman karşılaşabileceğiz. Burada “İnsanlığımızın gerektirdiği yaşama şeklini nereden öğrenebiliriz?” şeklindeki bir soru ile karşılaşmamız kaçınılmazdır.

Daha önceki bazı yazılarıma konu ettiğim gibi, elbette insanların hayatının seyrini düzenleyen ana unsur inançlardır. Bir kısım inanç şekillerinin tartışılabilir kurallara sahip olması bu gerçeği değiştirmez. Bizim konumuz, insan hayatını en güzel bir şekilde tanzim eden ve en güzel kurallarla hayatı huzurlu ve yaşanır hale getiren İslâm inancıdır.

Yazıma “Duruşumuz” başlığını, biz Müslümanların meydana gelen olaylara karşı duruşumuzun İslâmca olup olmamasını sorgulamamız gerektiğini hatırlatmak için attım. Çünkü bizler sağda-solda, Müslüman kimliğine sahip olan insanların yanlış ve yamuk duruşlarından dolayı tenkit edilmesini istemeyiz. Her ne kadar bu durumda, bu fiiller ve duruşlar herkesten önce sahibini hem maddî, hem de manevî bir şekilde yaralıyorsa da, sonuçta bizler de, inancımız da zararını görmektedir.

Müslüman olan ve İslâmî bir hayat tarzı yaşadığını çevreye hissettiren insanların, yaşantı ve yaklaşımlarıyla inançlarının özüne uygun olmayan mesajları vermelerinin temelinde elbette ki İslâmı tam olarak tanımamak bulunmaktadır. Böyle olunca, İslâma göre aslında kutsallığı olmayan çok değerler kutsallar sınıfına giriyor ve bu durum da mahza hakikat ve adalet olan İslâmın toplumda yanlış anlaşılmasına sebep oluyor.

Her halükârda duruşumuzun inancımızı yansıtıp yansıtmadığına çok dikkat etmemiz gerekmektedir. Bu mesele ebedî hayatı kazanıp kazanmamakla ilgilidir. Boş verip İslâmî olmayan hayat şekillerini yaşayamayız. Boş verip zihnimize İslâm dışı bazı tabuları sokamayız.

Gerçek mânâda bir Müslüman olmak isteyenin parolası “Kim ne derse desin, ben Allah’ın emirleri istikametinde ve Resûlullah’ın sünnetleri dairesinde bir hayat yaşamak istiyorum” şeklinde bir anlayış olmalıdır. Ve bu maksadımıza vâsıl olabilmemiz için, öncelikle şuurlu bir Müslüman, his ve hevesleriyle hareket etmeyen bir Müslüman olmamız gerekmektedir. Yoksa kötü emsâl olmakla İslâmî hakikatlere perde olma cürmünü işlemiş oluruz. Allah korusun…

19.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif meseleler



Kıbrıs’tan okuyucumuz: “Namazlarda nerelerde sesli kıraat yapılır? Nafile namazlarda sesli kıraat okunur mu?”

Gündüz kılınan Bayram ve Cuma namazları ile, cemaatle kılınması halinde akşam ve yatsı namazının ilk iki rek’âtinde, sabah namazında, teravih ve vitir namazlarında imamın Fatiha ve Zamm-ı Sûreyi açıktan okumasının vacip olduğunu; cemaatle veya ferdî olarak kılınması fark etmeksizin, öğle ve ikindi namazının tüm rek’âtleri ile, akşamın üçüncü ve yatsının üçüncü ve dördüncü rek’âtlerinde ise Fatihayı ve Zamm-ı Sûreyi gizli okumanın vacip olduğunu biliyoruz. Tek başına namaz kılanlar, sesli kıraatli namazlar olan akşam, yatsı ve sabah namazlarında dilerse kıraati sesli yaparlar, dilerse sessiz yaparlar.

Kaza namazlarında da hüküm aynıdır. Kazasını yaptığımız namaz akşam, yatsı ve sabah namazı ise, tek başına kılmamız halinde–gündüz veya gece fark etmeksizin—sesli veya sessiz kıraat yapmak tercihimize bağlıdır. Bu namazların kazâsını cemaatle kılanlar ise—gündüz de olsa, gece de olsa—sesli kıraatte bulunurlar. Öğle ve ikindi namazı gibi sessiz kıraatli namazların kazası gece de yapılmış olsa, ister cemaat, ister ferdî olsun fark etmez, kıraatinin sessiz yapılması vaciptir.

Nafile namazlara gelince; cemaatli veya cemaatsiz fark etmez, hüsuf, küsuf, tahiyyetü’l-mescit... vs. namazları gibi, gündüz kılınan nafile namazlarda sessiz kıraatte bulunmak vaciptir. Gece kılınan nafile namazlarda ise istenirse sesli, istenirse sessiz kıraatte bulunulabilir. Yağmur namazı cemaatle kılınması halinde, kıraati sesli yapmak menduptur. Yağmur namazını ferdî olarak da kılmak mümkündür.

***

Denizli’den okuyucumuz: “Akşam namazının üçüncü rek’âtinde imama yetişen kimse burada Sübhâneke’yi okuyor; dört rek’âtli namazın dördüncü rek’âtinde imama uyan kimsenin de burada Sübhâneke’yi okuması gerekir mi?”

İftitah tekbirinden sonra Sübhâneke’yi okumak sünnettir. İmama gizli okunan rek’âtte yetişen bir kimse iftitah tekbirini alır ve Sübhâneke’yi okur; açık okunan rek’âtte yetişen bir kimse, imam okumaya başlamadan, hemen Sübhâneke okuyabilecekse okur; imam açıktan okumaya başlamışsa okumaz. İmam okumayı bitirip rükû’ya eğildiğinde yetişen bir kimse iftitah tekbirini alır, eğer Sübhâneke’yi okuduğu takdirde imamın rükû’suna yetişemeyeceğini tahmin ederse okumaz, yetişebilecekse okur ve imama rükû’da yetişir. İmam selâm verdikten sonra ise; yetişemediği rek’atleri tamamlamaya baştan başlayacağı için; birinci rek’atte var olan Sübhâneke’yi kazâen yeniden okur. Selâmlar...

***

İstanbul’dan E.E. rumuzlu okuyucumuz: “Cuma Günü uzun yolculuğa çıkılabilir mi? Cuma namazı dolayısıyla, çıkılırsa hükmü ne olur?”

Cuma namazının farz olmasının şartlarından birisi “mukîm” olmaktır. Cuma namazı saatinde mukîm olmayan, yâni vatanında veya sabit bir yerde ikâmet hâlinde bulunmayan, yani seferî bulunan Müslümanlar için Cuma namazı farz olmaktan çıkar. Fakat, yol şartları müsâitse, bir meşakkat olmayacak ise, Cuma namazı kılınan bir câmiye ulaşılması hâlinde, yolculuk esnâsında Cuma namazının kılınmasında hiçbir mahzur yoktur. Cuma namazını kıldığı takdirde ayrıca öğle namazı kılmaz. Çünkü Cumayı kılmış olması sebebiyle öğle namazı kendisinden düşer.

Cuma günü uzun yolculuğa çıkılmasında hiçbir mahzur yoktur. Yolculuk esnasında cuma namazını kılabileceği gibi, eğer cuma namazına yetişemez veya vakti müsâit olmaz ise, o günün öğle namazını kılmakla namaz farîzasını edâ etmiş olur.

Bununla berâber; eğer Cuma günü ile başka bir gün arasında tercih yapabilecek ise, Cuma namazını meşakkatsiz ve esenlik içinde edâ edebilmek için, yolculuk husûsunda başka bir gün tercihinde de bulunabilir.

19.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Papa'ya kısas uygulayalım!



Roma Katolik Kilisesinin ruhânî lideri Papa 16. Benediktus’un İslâmiyet hakkında aktardığı olumsuz sözler, haksız, yersiz, kasıtlı, maksatlı, provokatiftir. Dünyanın muhtelif yerlerinde Müslümanlar, II. Batı’nın kahredici hegemonyası altında ve savaşlarda işkence, zulüm görmektedir. Bilhassa ABD’nin Afganistan, Irak Filistin, Lübnan ve sâir yerlerde yaptığı yanlışları yüzünden coğrafî olarak Hıristiyan olan Batı’nın aleyhinde olumsuz bir hava esmeye başlamıştı. Birçok insan, masum ve mazlûm Müslümanlara sahip çıkmaya, hatta Müslüman olmaya meyletmiş…

İşte Papa’nın, İslâm âlemini tahrik ederek, pek çok olumsuz olayın meydana gelmesine sebep olmak istediği anlaşılmaktadır. Hangi karanlık ellerin yaptığı belli olmayan kilise yakma ve rahibe öldürme bunun delili. Dünya kamuoyuna şu mesaj verilmek istenmektedir:

Hıristiyanlar değil, Müslümanlar köktendincidir, teröristtir!

Aman, inanan herkes, dikkat kesilmeli ve bu oyunu bozmak için azamî çaba sarfetmeli. Hem Papa, hem Hıristiyanlar, hem Müslümanlar dikkate almak zorunda:

İslâmiyete göre, insan mükerrem bir varlık. Müslüman, başkasının hayatına kast etmediği gibi, kendi hayatına da son verme yetkisine sahip olmadığının şuurundadır. Kur’ân’da, kim olursa olsun, az veya çok insan hayatının adalet ve kudret-i İlâhî karşısında bir olduğu anlatılır: “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de birisinin hayatını kurtarırsa, bütün insanlığın hayatını kurtarmış gibidir.”1 Şu halde, Müslüman terörist olamaz; asla kimseyi öldüremez; masumlara ise asla dokunamaz! Zalimlere karşı da asla ferdî kararıyla herhangi bir müeyyidede bulunamaz!

Papa’nın sözlerini bu çerçevede değerlendirdiğimizde, ona kısas uygulamamız gerekir. Yani ne yapmışsa aynısıyla cevap vermeliyiz! İşte Kur’ân’ın kısas hükmü:

“Biz onlara Tevrat’ta ‘Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas olunur; yaralar da kısas edilir’ diye yazdık. Fakat kim kendi hakkını bağışlarsa, bu onun günahlarına bir keffaret olur ve suçlunun cezası düşer. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendisidir.”2

Madem o yanlış, çirkin sözleri nakletmiş, öyle ise ona karşı söz ile mukabele etmeli! Biz doğru sözleri sarf ederek, ona cevap vermeliyiz. Yoksa, kilise yakmak, rahibe öldürmek (ki, bunları Müslümanların yaptığına asla inanmıyoruz) veya başka taşkınlıklarda bulunmak adalet değildir.

“Kısasta sizin için hayat vardır ey akıl sahipleri! Umulur ki, haksız yere kan dökmekten böylece sakınırsınız.”3

“El-cezâu min cinsi’l-amel!” Yâni, “Ceza, amelin cinsine göre olmalı!”

Yine düşünmeliyiz ki: Allah Âdil-i Mutlaktır. Müslüman, Allah’ın emrettikleriyle ahlâklanmalıdır. Adalet, yalnız mahkemelerde tecellî etmez. Hal, hareket ve sözlerimizde de âdil olmalıyız. Papa’nın sözlerine mukabil, söz ile cevap vermekten başka bir harekette bulunamayız.

Ayrıca, bu sözleri nakleden Papa’dır. Şu halde başkasını cezalandırmak, katiyen caiz değildir ve kesinlikle yasaktır!

“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.”4

Dolayısıyla suçluyu değil, başkasını cezalandırmaya kalkarsak, “Muhakkak ki insan çok zalimdir”5 şeklindeki Kur’ân hükmünün haricinde olabilir miyiz?

Bu meseleye de vicdan penceresinden bakmalıyız. Zira, vicdan kalp penceresinden bakar. Akıl gözünü kapasa da, diğer hisler kabul etmezse de, vicdanın gözü daima açıktır.6

Kısas uygulamaz, suçlular değil masumlar cezalandırılırsa vicdanlar teskin edilebilir mi? O takdirde biz de haksız duruma düşmez miyiz? İlâhî cezaya müstahak olmaz mıyız?

Unutmayalım; “Eğer beşer çabuk aklını başına alıp, adâlet-i ilâhiye nâmına hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, ‘maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak; anarşilere, Ye’cüc ve Me’cüclere teslim-i silâh edecekler.”7 Şâyet kısas yerini bulmazsa, vicdanların tatminsizliği, suç işleme nisbetleri de katlanarak devam edip gitmez mi?

“Elhâsıl: Had ve ceza emr-i İlâhî ve adâlet-i Rabbâniye namına icra edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri müteessir ve alâkadar olurlar...”8

Dipnotlar:

1. Kur’ân, Maide, 32.; 2. A.g.e., Mâide, 45.; 3. A.g.e., Bakara, 179.; 4. A.g.e., En’âm, 164.; 5. A.g.e., İbrahim, 34.; 6. Mesnevî-i Nuriye, s. 240.; 7. A.g.e., s. 83.; 8. Hutbe-i Şâmiye, Yeni Asya Neşriyat, s. 82.

19.09.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Papanın fazileti (!)



İslâm dini ve Hz. Muhammed (asm) hakkında haksız ve cahilâne bir konuşma yapan Papa 16. Benedict, üzerine bütün dünyanın tepkisini çekmeye devam ediyor.

Öyle ki, Papa, yanında zannettiği Hıristiyan din adamları tarafından bile yalnız ve desteksiz bırakıldı. Hatta, başında bulunduğu Vatikan'daki diğer görevli ve "ruhanî" şahıslar tarafından bile beklediği desteği bulamadı.

Büyük ihtimalle, Papanın kendisi de yaptığı gafı ve işlediği hatayı anladı.

Bu sebeple de, "Yanlış anlaşıldım, son derece üzgünüm" gibisinden açıklamalarda bulundu.

Ne var ki, Papa, açıktan açığa "Ben hata yaptım, bundan dolayı da özür diliyorum" demedi. Muhtemelen demez veya diyemez de...

Zira, Katolik itikadına göre "Papa hata yapmaz, günah işlemez." Yani, onun bu şekilde bir masuniyetinin var olduğuna inanılıyor.

Oysa, bu şekilde hatadan, günahtan tenzih edilenler, sadece peygamberlerdir.

Onların dışındaki her fâni, bir şekilde hataya da düşebilir, günah da işleyebilir.

Dolayısıyla, bu gibi durumlar karşısında kişi tevbe–istiğfar etmeli ve yerine göre özür dileyerek hatadan dönme faziletini göstermeli.

Evet, hatadan dönmek bir fazilet olduğu gibi, gerektiğinde özür dilemek de bir erdemliliktir.

Gitgide Papayı da dışlamaya ve hatta tenkit etmeye başlayan Hıristiyanlık dünyası, fazilet imtihanında bakalım nasıl bir durum sergileyecek.

Provokasyon tehlikesi

Müslümanları rencide eden ve İslâm dünyasını infiale sevk ederek dünyayı elektriklendiren Papanın talihsiz açıklamaları, ne yazık ki bir yandan da dünya çapında organizeli hale gelmiş provokatörlerin ekmeğine de yağ sürmüş oldu.

Nitekim, birkaç ülkede bu tehlikeli halin bazı belirtileri görüldü.

Temenni ederiz ki, tehlikeli gidişat daha büyük boyutlara tırmandırılmasın.

Tansiyonun düşmesi, başta Papa olmak üzere, diğer Hıristiyan din adamlarının özür mahiyetinde yapacakları beyanlara endeksli gibi görünüyor.

YÖK

YÖK'e nadas mı?

Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, "YÖK reformu"yla ilgili bir soruya verdiği cevapta "YÖK ile ilgili kànun tasarısını nadasa bıraktık" demiş. (İHA)

Bakan Çelik, aynı konuyla ilgili olarak iki sene önce de şunları söylemişti: "YÖK ve meslek liseleri ile ilgili yasa tasarılarını rafa kaldırmadık, nadasa bıraktık." (Zaman, 31.10.2004)

Bu vesileyle, sayın Bakan'a birkaç noktayı hatırlatmak istiyoruz:

1) Nadas, sürülmüş bir toprağın dinlendirilmeye bırakılmasıdır.

2) Anadolu çiftçisine göre, nadasın vasati müddeti bir senedir.

3) Bakan ve hükümet olarak, dört yıldır icranın başındasınız. Konuyu sürekli gündeme getirdiğiniz; ama, YÖK tarlasını bir kez olsun süremediniz bile.

4) Bu durumda, YÖK için nadastan söz etmenin hiçbir anlamı yok.

5) 12 Eylülcülerin bir tasarrufu olan YÖK tarlasında, ayrık otlarından sonra deve dikenleri de bitti. Başlangıçta yer yer fundalık iken, arazi gitgide dağlık bir alana dönüştü.

6) Hükümetin yüksek eğitim–öğretimle ilgili hemen her teşebbüsü YÖK tarafından yüzgeri edildi; siyasî irade bu alana sokturulmadı.

7) Dolayısıyla, YÖK'ün nadasa bırakıldığı falan yok. Olsa olsa, YÖK'ün müdahalesiyle nadasa bırakılan çok değerli akademisyen ve ilim adamları var.

Günün Tarihi

Suriye–Filistin Cephesi

19 Eylül 1918: Suriye–Filistin Cephesinde elim mağlubiyet.

Sona doğru yaklaşan Birinci Dünya Savaşının Suriye–Filistin cephesinde İngilizlere mağlup olduk.

Fransızların da yardım ettiği İngiliz kuvvetlerine karşı feci âkıbetin yaşandığı yer Beyrut yakınlarındaki Nablus şehri civarı oldu.

Nablus Meydan Muharebesi olarak da tarihe geçen bu çatışmada, Osmanlı Ordular Grubu Kumandanlığı el değiştirmiş, Alman Falkenhayn’ın yerine Liman Von Sanders getirilmişti. İngiliz kumandanı ise Allenbey’dir.

İngilizlerin maksadı Şam’ı zapt ettikten sonra savaşı bitirmektir.

O esnada bütün Suriye isyan hâlindedir. Bölgedeki Arap kabileleri, özellikle İngilizlerin uzun yıllardan beri yaptıkları casusluk faaliyetleri sonucu hemen tamamı Osmanlı aleyhine dönmüş vaziyette idiler.

Meşhur İttihatçı Cemal Paşanın o esnada vazifeli olarak bulunduğu Filistin–Suriye cephesinin çökmesiyle, Ortadoğu’da Osmanlı devleti yerine Batı devletlerinin hâkimiyetine de yol açılmış oldu.

Bölgedeki Müslüman unsurlar, o gün bugündür ecnebi tasallutu altında inlemeye devam ediyor.

19.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004