Eğer inandığımız ve inandığımızı yaşamamız bizim için önemliyse ve eğer sâir insanların da inandıklarımıza inanmalarını istiyorsak hayatımızın her kesitini dikkatli bir şekilde yaşamamız gerekmektedir. Çünkü insanların sosyal hayatının analizini yapan uzmanlar her an inandığımıza uygun bir hayat tarzı içinde olup olmadığımız hakkında bir araştırmada bulunabilir ve bu araştırmanın sonuçlarını toplumla paylaşabilirler. Bu durumda, eğer yaşantımız inancımızla bir bütünlük arz etmişse, topluma örnek olabilecek bir yaşantı modelini sergilemişiz demektir. Aksi takdirde inandığımız değerleri yanlış yansıtmakla büyük bir vebal altına girmiş olabiliriz.
İnsanlarla her an iç içe yaşamamız, her zaman insanlar tarafından da murakebe edildiğimiz sonucunu ortaya koymaktadır. Her an kontrol ediliyoruz. Bizlerin “Kime ne, ben istediğim hayatı yaşayacağım” deme hakkımız da bulunmamaktadır. Çünkü biz sadece kendimiz için yaşamıyoruz. Çünkü toplumun her kesimindeki insanlarla birlikte yaşamak ve bir kısım ihtiyaçlarımızı onlardan karşılamak zorundayız. İşin maddî cihetini düşünmezsek dahi, manevî açıdan var olan bütün varlıklarla ortak noktalarımızın olduğunu düşünmek zorundayız.
Taştır, topraktır diye küçümsediğimiz maddeler bile bir çok konuda ihtiyaçlarımızı karşılamaktadır. Ayaklarımız altında sürünen küçük hayvancıkların dünyamıza bilmediğimiz faydaları bulunmaktadır. Kâinatta mükemmel bir yardımlaşma bulunmaktadır ve biz kendimizi hiçbir zaman bu düzenin dışına atamayız. Üstelik biz insanlar bu düzenin bir nevî baş aktörleri durumundayız.
Bir insan olarak sorumluluklarımızın farkına varmamız ve hayatımızı buna göre tanzim etmemiz gerekir. Bu olmadığı zaman “Bu yaptığın insanlığa yakışmaz” şeklindeki serzenişlerle her zaman karşılaşabileceğiz. Burada “İnsanlığımızın gerektirdiği yaşama şeklini nereden öğrenebiliriz?” şeklindeki bir soru ile karşılaşmamız kaçınılmazdır.
Daha önceki bazı yazılarıma konu ettiğim gibi, elbette insanların hayatının seyrini düzenleyen ana unsur inançlardır. Bir kısım inanç şekillerinin tartışılabilir kurallara sahip olması bu gerçeği değiştirmez. Bizim konumuz, insan hayatını en güzel bir şekilde tanzim eden ve en güzel kurallarla hayatı huzurlu ve yaşanır hale getiren İslâm inancıdır.
Yazıma “Duruşumuz” başlığını, biz Müslümanların meydana gelen olaylara karşı duruşumuzun İslâmca olup olmamasını sorgulamamız gerektiğini hatırlatmak için attım. Çünkü bizler sağda-solda, Müslüman kimliğine sahip olan insanların yanlış ve yamuk duruşlarından dolayı tenkit edilmesini istemeyiz. Her ne kadar bu durumda, bu fiiller ve duruşlar herkesten önce sahibini hem maddî, hem de manevî bir şekilde yaralıyorsa da, sonuçta bizler de, inancımız da zararını görmektedir.
Müslüman olan ve İslâmî bir hayat tarzı yaşadığını çevreye hissettiren insanların, yaşantı ve yaklaşımlarıyla inançlarının özüne uygun olmayan mesajları vermelerinin temelinde elbette ki İslâmı tam olarak tanımamak bulunmaktadır. Böyle olunca, İslâma göre aslında kutsallığı olmayan çok değerler kutsallar sınıfına giriyor ve bu durum da mahza hakikat ve adalet olan İslâmın toplumda yanlış anlaşılmasına sebep oluyor.
Her halükârda duruşumuzun inancımızı yansıtıp yansıtmadığına çok dikkat etmemiz gerekmektedir. Bu mesele ebedî hayatı kazanıp kazanmamakla ilgilidir. Boş verip İslâmî olmayan hayat şekillerini yaşayamayız. Boş verip zihnimize İslâm dışı bazı tabuları sokamayız.
Gerçek mânâda bir Müslüman olmak isteyenin parolası “Kim ne derse desin, ben Allah’ın emirleri istikametinde ve Resûlullah’ın sünnetleri dairesinde bir hayat yaşamak istiyorum” şeklinde bir anlayış olmalıdır. Ve bu maksadımıza vâsıl olabilmemiz için, öncelikle şuurlu bir Müslüman, his ve hevesleriyle hareket etmeyen bir Müslüman olmamız gerekmektedir. Yoksa kötü emsâl olmakla İslâmî hakikatlere perde olma cürmünü işlemiş oluruz. Allah korusun…
19.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|