|
|
Murat ÇETİN |
Cenazeler ve törenler |
|
Kim cenazesinin bir gösteriye dönüşmesini ister…
Kim duâlar yerine sloganlarla, mahzun yüzler yerine öfkeli gözlerle uğurlanmak ister…
Kim ayetlerle değil, pankartlarla yolcu edilmek ister…
Kim ardında bıraktığı iyilikler, güzellikler ve doğruluklar yerine, bir ideolojinin kuru ve içi boş sözlerinin gölgesinde defnedilmek ister…
Kim bu özel gününün, kavuşma gününün, Mevlana’nın deyimiyle düğün gününün, çığırtkanlığa dönüşmesine razı olur.
Tüm hayatı takım elbiseli ve resmî bir tören havasında geçen kim, en azından ölümünü gayri resmi bir sükunetle geçirmek istemez…
Kim böylesine bir sükunet ve huzur yerine, rap rap sesleri ve kocaman bir uğultu arzu eder…
Kim duânın sıcaklığı dururken, marşların gürültüsünü tercih eder…
Kim umursar, ilköğretim okul kitaplarındaki yıllarca ezberlenmiş cümleleri, böyle bir zamanda.
Kim birilerinin tehdit ve tehlike ölçüleriyle geçirmek ister, hayatının hiç değilse bittikten sonraki kısmını…
Kim ister ki daha çığırtkan, daha resmîci, daha ilköğretim ders kitaplarındaki ezberleri kutsayıcı bir kalabalık oluşacak diye, geldiği toprağa dönüşünün ertelenmesini…
Kim böyle bir günde “Andımız” havasında, “yanaşık düzen eğitimi” kıvamında, bol “kahrolsun”lu, bilumum “lanet”li bir törenle uğurlanmak ister.
Dahası, ölüm bir tarafa, kim böyle yaşamak ister. Kim hayatı ölüm havasında yaşamaya razı olur.
Bu kadar renk varken, kim siyahla, beyazla ya da maviyle; bu kadar kuş varken sadece biriyle yetinir.
Bu kadar yaralı yürek varken, kim karşılarına oklarla çıkar.
Bu kadar yaşamaz gibi yaşanan bir hayat varsa, anlaşılmamış bir dünyaya karşı, dünyadan kopuk bir dünya kurulmuşsa, tarih, coğrafya, kimya, fizik, biyoloji ona göre yeniden yazılmışsa, kısacası yaşanmamışsa bu hayat, koklanmamışsa bu dünya, görülmemişse bunca renk…
Şaşmamalı böyle cenaze törenlerini isteyenlere…
Ama herkes kendine sormalı, elinde pankart, dilinde slogan, gözünde öfke olan herkes…
Ben böyle bir tören ister miydim, kendi ölümümde diye...
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Sıradaki dosya: KOMBASSAN |
|
Haftalardır “Yimpaş”ı dolayısıyla Dursun Uyar’ı tartıştık ekranlarda.
Hükûmet kanadı zaman zaman gündemin gerisinde kaldı... Kendisini savunmayı bildi ve medya patronlarına, “Varsa dosyanız getirin” diye ünledi.
Tartışma “şimdilik” bitti.
Onlar dosya getirmez...
Ama “gündem” oluştururlar.
Şimdi sırada Kombassan var.
İlk dosyayı 32. Gün’le Mehmet Ali Birand patlattı (Kanal D).
Ama bu sefer yöntem farklı...
Suçlayarak, bangır bangır değil de, mizahi bir üslupla.
Kombassan Yönetim Kurulu Başkanı Haşim Bayram’ın konuşmalarını keserek, montajlayarak alaya aldı Birand.
Nereden “servis” edildiği belli olmayan “fi” tarihinden kalmış kaset ve görüntülerle hükûmete yeni bir “saldırı” daha söz konusu.
Plan aşamalı işliyor ...
Öyle görünüyor ki, Cumhurbaşkanlığı seçimine yakın, Başbakan Erdoğan’ın “tozlu raflarda duran” konuşmalarını da gündeme getirecekler.
HİPER STAR MI? HİPER TANSİYON MU?
Youtube’de “Hiper Star Ajdar”la yapılan sokak röportajını izliyorum.
Kimi vatandaşlar, makina mühendisi(!) olan Ajdar’a diploma veren üniversiteye “yazıklar olsun” diyor.
Kimi vatandaşlar, omuzda taşıyor.
Kimisi de “ne iş yaparsın, seni tanımam” diyerek “had” bildirme derdinde.
Ajdar “Popstar”a katıldıktan sonra “medyatik” oldu.
Aslında neredeyse unutulmuştu.
Ama “Beyaz Şov” onu tekrar ekranlara kazandırdı. Kendi adına marş okuttuktan sonra, salıverdi ekranlara...
Hemen ardından “Pişti” programına davet edildi Süper -pardon- Hiper Ajdar. (Show TV)
Yapmadığı rezalet kalmadı... Ama o programa “yakıştı.”
Mesela, kendine yöneltilen sorulara çok agresif cevaplar verdi. Müthiş bestesini seslendirmek için mikrofonu kaptı... Kimi alkışladı, kimisi de yuhladı... Derken “hiper/star”lık bir hareketle “Çüüşşşş” deyiverdi.
Reha Muhtar’ın tepkisine “stüdyoyu bırakıp giderim” diye tehdit(!) etti.
Ve tarihe geçecek şu sözleri söyledi:
“Kabul edin kardeşim. Ben bir hiper starım. Pop Star’da birinci olanlar nerede? Hani gösterin. Ama ben buradayım, youtube’da dünya birincisiyim. Ben artık bir dünya starıyım. Size ihtiyacım yok!”
Muhtar, hiper/starı uğurlarken, o da Ajdar’dan aşağı kalmadı:
“Atatürk diyor ki, sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”
Ardından da:
“Ajdarsız kalan bir toplumun damarları ishal olmuştur” diyerek televizyon tarihine geçti.
Akıl hastanesine kapatılması gerekenler, bu gün stüdyoya kapatılıyor, ekranlara çıkarılıyor.
Tedavi etmek yerine, onların “ego”ları kaşınarak, yeni bir megaloman kuşağı oluşturuyorlar.
Hatırlayın Reha Muhtar’ın yaptıklarını...
Bir dönem haberciliğine çok gülüyorduk. Sonra ciddiye alındı. Bütün haber kanalları “Reha Muhtar” tarzına yöneldi. Çünkü çok izlendi ve ciddiye alındı.
Şimdi “hiper/star” Ajdar’a çok gülünüyor, alaya alınıyor. Ama kendisi yaptığı işi “çok ciddiye” alıyor. Yarın halk da “ciddiye” alırsa, bundan sonra onu örnek almak isteyen çok insan olmaz mı? Bu korkunç bir durum.
“Hiper star,” diye diye, toplumun “hiper/tansiyon” geçirmesi işten bile değil.
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
CHP’den Ecevit’e umut tacirliği |
|
Ticarette reel sektör, gerçekçidir, üreticidir ve somut sonuçlara endekslidir. Düşüncenin veya umudun ticareti ise daha hayalî ve ideolojik bir karakter taşır. Birinde teslim edilmiş ve yaşanmış başarı vardır, diğerinde ise başaracağına sizi inandırmaya çalışan bir söylem parlaklığı vardır.
Türkiye’de üretim ve kalkınma ile barışık olmayan, beyin jimnastiğine zaman ayırmayan ve büyük yatırım projelerinin neredeyse hiç birinde imzası olmayan bir sol var. Çok iddialı bir cümle kurduğumun farkındayım. Ama ne yazık ki böyle. Sağın köyden kente kalkınmacı, sanayici ve tüccar kültürünün fakirliği, makus talihi kırma projeleri ve heyecanı, soldan destek alsaydı, daha dengeli ve istikrarlı bir ülke olurduk.
CHP’nin kurucusu, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetinin de kuruculuk sıfatına sahip. Devlet CHP üzerinden yapılandırılmış. Dolayısıyla CHP’nin devletçi kodları ve devletin siyaset çerçevesini belirleyen rejim tarifi, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra askerî darbelerle anayasal zemine oturtulmuştur.
Osmanlı’nın tarihî birikimini ve entelektüel sermayesini bir çırpıda reddeden Cumhuriyet aydını, yeni bir kültürle büyüdü, kendilerine benzeyen ve renk seçimi gibi zevk seçimine dayalı bir çağdaşlık soyutunda halkı ve geçmişi belirleyici olmaktan çıkardılar.
Böyle olunca da, halka dayalı kalkınma süreçleri, geleneği önemseyen kültürel olgunluk, geleceği tasarlayan ufuk tayini ve proje disiplini, CHP ve çevresine nasip olmadı.
Her şeyi reddeden ve kendi zihnî farklılığını topluma mal etmeye çalışan bir alana enerjilerini harcadılar. 1950’ye kadar devam eden birinci ve ikinci adam döneminde ülkenin kıt kanaat ve sefil halinde, övünülecek ciddi bir kalkınma ve sanayileşme hamlesi yoktur. Halk tamamen devre dışıdır. Bu döneme, tek partinin ezanla, Kur’ân’la, dinle, tarihle çatışan bir hükümranlık denemesi ve baskıcı süreçleri hakimdir.
Cumhuriyet baloları, asla cumhura hitap etmedi. 1950 öncesi tayinle seçilen milletvekilleri, yaşanan provokasyonlar, Serbest Fırka’ya müsaade etmeyen tek tip katılığı, CHP’nin değişmez devlet ve rejim standardı oldu.
Atatürk ve İnönü, daha çok askerî öncelikleri olan “paşa” ünvanları ile birlikte parti başkanı sıfatını kullanmışlardır. Bunlara ilâveten ülke yönetimini ellerinde bulundurmuşlardır. Alternatif bir harekete açık demokratik bir ortam oluşturmamışlardır.
Ne zaman ki, “Yeter söz milletin!” parolası ile Demokrat Parti seçimlerde zaferle çıktıysa, CHP’nin hazımsızlığı ve tahrikçiliği artmış ve ordunun askerî darbelerini destekleyen bir pozisyonda meşru iktidarların devre dışı kalmasına zemin hazırlamıştır. Sonrasında zaman zaman sonuçlardan zarar görüp tepki ihtiyacı duymuşsa da, esastaki tahrikçiliği rejim ve laiklik kaygısıyla süregelmiştir.
İnönü’nün ilerleyen yaşı ve CHP’nin müzmin muhalefetteki daralması, Ecevit’e fırsat verdi. Bundan yararlanarak solun üretimden uzak ve katı rejim ayarını siyaset ortamında kaybeden durumunu, konuşma ile oya dönüştürmek isteyen bir Ecevit çıktı.
Ecevit, CHP ile soldaki boşluğu ve kendini yönetemeyen hırçınlığını sadece oya tahvil etmiştir. Aslına bakarsanız, Ecevit’in kolejde öğrendiği iyi derecede İngilizcesi ile Rahşan Hanımla başlayan lise aşkı dışında meslek hanesinde gazeteciliği vardır. Herhangi bir uzman eğitimi yoktur.
Ne kadar gazeteci olduğu, şiirlerinin ne kadar sanat değeri taşıdığı, ne kadar felsefî arka planının bulunduğu, ne kadar düşünce analizine ve sentez kabiliyetine sahip olduğu tartışma konusudur.
Peki, Ecevit, bu yeteneğini aşan şöhretini neye borçlu? Solun üretimden mahrum ve iki dünya savaşının arasına sıkışmış dünya konjonktürü ile Osmanlı’nın yıkılışı üzerine bina edilen genç Cumhuriyeti ellerinde tutma otoritesine borçlu. Yoksa halktan ilham alan bir barış, eğitim ve kalkınma hamleleri ortada yoktur.
Ecevit’in farkı, İnönü’nün cephe dışı masa taktiklerinin ve kontrol sistemlerinin yetmediği ve CHP’nin devleti yönetme hafızasının zayıf olduğu bir süreçte; şiir, kasket, güvercin, gömlek, Kıbrıs üzerine kurulu sözü bol, özü zor ve sonucu fiyasko olan söylemler cennetinde hayali bir serüveni iyi kullanmasıdır. CHP’nin rüyalarını ninnileştirmiş ve solu uyutmuştur. Halk ise uyanık kalmış ve itibar etmemiştir. 1999’da verdiği birinciliği 2002’de yüzde 1’e çekmiştir.
Basının, bu günlerde Ecevit’ten nasıl ilham(!) aldıklarını anlatan “büyük” gazetecileri, devletin oligarşik katmanları ile sanat ve aydın çevrelerinin bitmeyen laf senfonisi, üstüne bir türlü oturmayan “Fatih,” “Halkçı” ve “Karaoğlan” sloganları ile neredeyse bir mitolojiye dönmüş durumda.
İşin garibi dindarından milliyetçisine ekranın parlak sözlerine ilgi duyan bir hayli “badem gözlü ve sırma saçlı” nakaratlı söylem var ortalıkta. Ölüm sonrası “etkileyici,” “duygusal” konuşmalar ve hatıralar da işin çabası. DSP ile hangi soldan ve demokrasiden bahsedileceğini sorgulamadan “bilge kişi” benzetmeleri ile Ecevit’in umut tacirliği sol entelektüele nefes aldırmış sanki.
Doğrusunu isterseniz, hükümetin de dinlenmesi için mezar hazırlıkları iyi bir meşguliyet oldu. Ne de olsa laik çevrelere gösterilecek her itina, Çankaya yokuşunda bir basamak daha güvenliği arttırır.
Siyaset tacirliği “umut” olunca, ölenin arkasında yeni tüccarlar çıkacaktır.
Hayırlısı Allah’tan...
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Cenaze istismarı |
|
Vefat ve cenaze, toplumun en duyarlı olduğu konuların başında geliyor. “Ölenin ardından kötü konuşulmaz” geleneği, yerine göre, söylenmesi gereken birçok şeyin dahi dile getirilmesini frenleyebiliyor.
Ölen kişinin geride kalan yakınlarının acısına saygı duyma ve onları incitmeme hassasiyeti de, bu geleneğin bir başka tezahürü.
Ancak Türkiye’de bakıyoruz, bu hassasiyeti yaşatanlar yine her fırsatta itilip kakılan, rencide edilen, mağdur, mazlum, sessiz milyonlar. Buna mukabil, halkın değerlerine saygısız şirret azınlığın böyle bir derdi yok.
Onlar, hoşlanmadıkları insanları hayattayken asla rahat bırakmadıkları gibi, vefatlarından sonra da yerden yere vurmakta hiçbir sakınca görmüyorlar.
Bunun en tipik ve ibretli örneklerinden biri, Said Nursî’ye reva görülenler.
35 sene boyunca mahkemelerde, hapislerde, sürgünlerde bir an bile rahat yüzü göstermediği Bediüzzaman’ı vefatından sonra kabrinde de taciz eden ceberut zihniyet, hakaret ve iftiralarını da sürdürüyor.
Tabiî, herkes kendisine “yakışan”ı yapar.
Aynı zihniyetin, kendi “ikon”larını göklere çıkarırken sergilediği abartı da işin ayrı bir ciheti. Son örneği, hafta başından bu yana Ecevit için yakılan ağıtlar, düzülen övgüler.
Özellikle, hayatta iken onu yerin dibine batıran kimilerinin, ölümü sonrasında yere göğe sığdıramayan mersiyelerde bulunmaları, “Kör ölünce badem gözlü olurmuş” sözünü de hatırlatan ibretlik riyakârlık nişaneleri...
Gelelim, herkesin “Aman incitmeyelim” hassasiyetiyle yaklaştığı cenaze evinin, vefat haberinden bu yana sergilediği yaklaşıma.
Eşinin hastanede can çekiştiği günlerde bile “AKP iktidarına karşı ulusal birlik” sağlama iddiasıyla eski ve yeni liderlerle görüşme turuna çıkan, ama eli boş dönen Rahşan Ecevit, vefat olayını da siyasî hesaplarla kullanmaya çalıştığını gösteren işaretler verdi.
Bunlardan biri, eşinin vefatından hükümeti sorumlu tutan bir açıklama yapmaya niyetlendiği, ama her nedense son anda bundan vazgeçtiği veya geçirildiği yolundaki haber.
Bir diğeri ise, cenazenin Çarşamba günü toprağa verilmesi beklenirken, Bayan Ecevit’in “Hayır, tören Cumartesi’ye kalsın ki, memurlar da cenazeye katılabilsin. Hafta içi olursa hükümet izin vermez” diye diretmesi.
Hükümetin, “Olur mu öyle şey? Elbette izin veririz” demesi de, Sezer’in “Cenaze o kadar bekletilmez” itirazı da işe yaramamış.
Anlaşılan o ki, Bayan Ecevit, eşinin cenazesini bir hafta morgda bekletmeyi göze alıyor. Tâ ki, 10 Kasım’ın hemen ertesi gün yapılacak olan tören, “Yaşasın laiklik, kahrolsun irtica ve şeriat” sloganlarının atılacağı bir gövde gösterisine dönüştürülebilsin.
Ve AKP’nin aynı gün yapacağı kongre de böylece cenaze töreninin gölgesinde kalsın.
Aslında, bu acılı günlerinde dahi böylesine “ince” siyasî hesaplar yapabilen bir düşünce yapısını sadece Bayan Ecevit'e izafe ederek açıklamak yetersiz kalıyor. Galiba “birileri” onu da aşan karanlık bir tezgâhın peşinde.
Ama boşuna. Millet bu tertibi de bozar...
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevat ÇAKIR |
Nuh tufanı ve tsunami |
|
2 Kasım tarihli gazetelerin bir kısmının manşeti yukarıdaki şekilde idi. Gerçekten İstanbul’da, Mersin’de ve Batman’da meydana gelen sel felaketlerini görünce insanın bu isimleri vermesi gerekiyor.
Çamur deryasında kepçelerle taşınan insanlar, suyun götürmemesi için elektrik direklerine bağlanan arabalar. Ve insanların çaresizliği. Dünya genelinde iklimlerin değiştiği bir gerçek. Mayıs ayında kar, kış aylarında güneş. Bir taraftan yandık, bir taraftan üşüdük. Küresel ısınmanın tam da gündemde olduğu bir dönemde seller yaşandı.
6 Kasım’da BM iklim doruğu düzenlendi. 4 Kasım Cumartesi günü de İstanbul Kadıköy’de küresel iklimle ilgili bir miting yapıldı. Bilim adamlarının görüşlerine göre çok ciddi problemler vardır. Gelecek yıl yayınlanacak uluslar arası iklim değişikliği raporunda yer alan Ulusal Atmosferik Araştırma Merkezinin çalışmalarına göre, ABD, Akdeniz ve Brezilya’da Küresel ısınmadan dolayı daha fazla kuraklık, şiddetli yağış görülecek ve daha uzun süreli sıcaklık dalgaları yayılacak.
Araştırma gurubundan Gerald Meahl, “Bu değişimlerin sadece insanlar değil, memeli hayvanlar ve eko sistemler üzerinde de çok büyük ektisi olacak” diyor. Ülkelerin kalkınması için çalışmalar yapan sivil toplum örgütü “Tearfund”un raporuna göre, önlem alınmazsa 2050’de kuraklık yaşanan toprak parçasının yüzölçümü, günümüzdekine oranla beşe katlanacak. Aşırı derecede kuraklığın yaşandığı toprak parçası günümüzde dünya yüzölçümünün yüzde 2’sini oluşturuyor. İklim değişikliğine dizgin vurulmazsa bu oran 10’a çıkacak.
Ağırlıklı olarak Afrika’da yaşanacak kuraklık nedeniyle milyonlarca kişi susuz kalacak. Susuzluk 200 milyon kişiye yurtlarını terk ettirip göçe zorlayacak. Fosil yakıtlarının yanması atmosfere karbondioksit katmakta, bu da adım adım global bir ısınmaya yol açmaktadır. Bu “sera etkisi” yüzünden, gelecek yüz yılın başına vardığımızda ısı artışı, tarım alanlarının değiştirilmesine, deniz seviyesinin yükselip kıyı kentleri sular altına almasına sebep olabilir. (Ortak Geleceğimiz, 25, Türkiye Çevre Sorunları Vakfı Yay,)
Ülkemizde de bu konularda ciddi problemler yaşanacak gibi. İTÜ Metoroloji Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Miktad Kadıoğlu şunları söylemiş: “Küresel ısınma nedeniyle 1900 ile 1940 yılları arasındaki yağışın 7 katı 1990 ila 2000 arasında meydana gelmiştir. Küresel ısınmanın yağış şiddetinde kesin olarak büyük artışlara neden olacaktır.” Şimdi böylesine büyük bir müsibette bizlerin katkısı nedir? Rum suresi, 41 ayete Cenab-i Allah şöyle buyurur: “İnsanların bizzat işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de dönerler.” Bilim adamlarının ifadelerine göre küresel ısınmanın temel kaynağı fosil yakıtlarının (petrol, kömür, doğal gaz) aşırı kullanımından kaynaklanmaktadır. Şu halde herkesin bu nimetleri kullanırken iktisatla kullanması gerekmektedir.
Adeta bir mirasyedi gibi ve hiç bitmeyecek gibi bu nimetleri tüketmek insanlığın kendisini tüketmesi anlamına gelmektedir. Bilmem kaç silindir yarış arabaları, zevk ve keyif için dolaşmalar, ormanların aşırı tahribatı (nitekim dünya genelinde her yıl 11 milyon hektar orman yok olmaktadır) gibi ilahi sistemi bozacak her türlü davranışlarını insanlık dizginlemek zorundadır. Yoksa dünyasını başına yıkabilir.
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İlim ameli gerektirir |
|
İstidat zekâyı, zekâ ilmi, ilim ise amel etmeyi mânen emreder.1
Evet, ilim amel etmek, yani uygulamak içindir. Alimler uygulanmayan ilmi, ilim bile kabul etmezler.
Bildiğini uygulayan kişi maddeten ve mânen onun sağlayacağı kazançlardan fazlasıyla faydalanır. Mutlu olur, huzur bulur.
Öğrenme ve öğretmenin manevî hazzı kadar üstün bir haz var mıdır dünyada? Bu haz başka hiçbirşeyde bulunmaz. İlimde fani olanların en mutlu anlarını, kendilerini ona kaptırmalarında bulmaları bunun en güzel örneği değil midir? Medresede sarf-nahiv, yani gramer ilmi öğrenen talebenin öldüğünün farkına bile varmayıp Münker-Nekir’in “Men Rabbüke?” sorusuna, “‘Men’ mübtedadır. ‘Rabbüke’ onun haberidir. Bu çok kolay bir soru. Bana zorunu sorun” diye cevap vermesinde olduğu gibi ilimle uğraşan insanlar öldüklerinin farkına bile varmazlar. Nitekim İmam-ı Azam’ın en büyük talebelerinden olan büyük imam İmam-ı Muhammed vefat ettiğinde, bir dostu onu rüyasında görmüş. “Nasıl vefat ettin?” diye sorduğunda, “İlimle uğraşıyordum. Bir baktım kabirdeyim. Nasıl vefat ettiğimin farkına bile varmadım” cevabını almıştır.
Bu herhalde ilim yolunda ölenin şehit olma gibi bir mükâfatı olduğundan olsa gerek. Bilindiği gibi şehitler ölüm acısı duymaz, öldüklerini bilmez, daha güzel bir âleme geçerler, hayatlarını orada devam ettirirler.
İlim çok şey kazandırır insana.
İlim bir deryadır; sonu gelmediği gibi hazzı da bitmez. İnsan öğrendikçe öğrenmek ister. Olgunlaşır, mânen zenginleşir. Allah da onun önünü açar. Peygamberimiz (asm), öğrendiklerini yaşayanlara Allah’ın bilmediklerini de öğreteceğini müjdelemektedir.2
İnsan ölse de insanların faydalanacağı bir eser bırakan kişinin sevabı defterine yazılmaya devam eder. Çünkü Efendimiz'in (asm) müjdelediğine göre insan öldüğü zaman amel defteri kapanmayan kişilerden biri de insanların faydalandığı bir eser bırakan kişidir.3
Uygulanan ilim insanı çeşit çeşit tehlikelerden korur. “Âlim, ilim ve amel Cennettedir. Eğer bildikleriyle amel etmezse, ilim ve amel Cennette âlim ise Cehennemlik olur”4 hadisi-i şerifi buna dikkat çeker.
Bildikleriyle amel etmenin insana kazandırdıkları saymakla bitmez. Ahirette Cennete götüren, dünyada da bir nevî Cennet hayatı yaşatan bir ilim cezbetmeye yetmez mi?
Dipnotlar:
1. İşârâtü’l-İ’câz, s. 224.
2. Muhtaru’l-Ehadis, 1:100.
3. Müslim, Vasiyye: 14.
4. Kenzü’l-Ummal, 4:28.
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Temel özelliğin de olsa, düşünme, konuşma!” |
|
301. madde ile temel özelliğimiz olan düşünme ve konuşma hürriyeti nasıl yan yana gelebilir? Yaratılışım, “Oku, düşün ve konuş!” der; sistem, “Sakın ha, düşünme, konuşma!” diyor.
Evet, insan, sosyal, medenî, nâzik, nâzenin potansiyelde, çok boyutlu bir varlık olarak yaratıldı. Maddî-mânevî, melekî-hayvânî-nebâtî (bitkisel), ulvî-süflî, yâni yüce ve basit, kalbî-nefsî onlarca olumlu-olumsuz duygu, yüzlerce his, binlerce lâtife ve enerji boyutlarıyla yoğrularak; kâinatın küçük bir misâli, bir maketi, bir minyatürü şeklinde dizayn edildi.
Kabiliyetlerimizi yükseltebilecek, geliştirebilecek potansiyel yeteneklerle donatıldık.
İdrak eden, şuurlu düşünebilen, düşüncelerini anlatan varlıklarız.
Gülen-ağlayan, üzülen-sevinen, sevilen, seven çok boyutlu, komplike rûh ve duygulara sahibiz. Düşünürüz ve düşündürürüz. Düşüncelerimizi seslendiririz. Konuşur ve konuştururuz. Kimi zaman meramımızı vücut, beden dili, yâni lisan-ı halimizle anlatırız. Mimiklerimiz, davranışlarımız ve tavrımızla bile iletişim kurarız.
Konuşmak, Hz. Âdem’e (as) bütün isimlerin öğretilmesiyle1 başlamıştır. Aslında konuşmak yalnızca insana has bir özellik değildir. Hayvanlar da, unsurlar da kendi çaplarına göre düşünür, konuşur! Peki, neden onları anlamıyoruz? Çünkü, her toplumun, her kavmin kendisine has bir dili olduğu gibi, her nevin de özel bir dili olmalıdır. Bülbül bülbülce, ağaç ağaçça, yaprak yaprakça, yağmur yağmurca... Bunu, insanın çıkardığı hemen her sesin bir mânâsı olduğundan çıkarabiliriz.
Her ses bir mânâ ifade eder. Hatta, farklı farklı sesler, aynı mânâlara da gelebilir. Meselâ, God, Yehuda, Tanrı demekle (sıfatlarında hatâ edilmekle birlikte) Rab ve Allah; yüce Yaratıcı kast edilir. Hayvan ve unsurlar da, çıkardıkları seslerlerle kendilerine mahsus bir dil ile mütemadiyen konuşurlar, nağâmatlarıyla kâinatı raksa getirirler, tesbih ederler! Bizim anlamamamız; onların zikretmedikleri anlamı taşımaz. Bizim dışımızda 2000 üzerinde dil, on binlerce lehçe ile insanlar “insanca” konuşmaktadır ve onları anlamıyoruz. Nerede kaldı; unsur ve hayvanların kendi dilleriyle yaptıkları konuşmaları anlayalım!
Bitkiler de konuşur. Buna istidat, hal, davranış dili veya beden dili de denir.
Milletin kültür değerlerini teşekkül ettirip ayakta tutan iki ana unsurdan birisi dildir. Lisan, insan rûhunun tercümesi, duygularının ses olarak dışa vurumu ve yansımasıdır. Lisân, iletişim ve düşüncelerimizi dışa aksettiren en önemli vasıtadır. Bediüzzaman, biri kal denen söz, diğeri hal denen davranış biçimi olmak üzere iki dil olduğunu, hal dilinin kelimelerinin, ahval ve davranışlar olduğunu söyler.2
Atomdan galaksilere kadar bir denge vardır. İnsan da dengeli söz söylemelidir. Nerede, ne zaman, hangi tonda konuşmalıdır? Mü’min, Kur’ân ve Sünnet eğitim ve terbiyesinden geçerse, hayatını ve dolayısıyla, konuşma kabiliyetini dengeler. Çünkü, sözlerin en güzeli, Kelâmullah ve Hadîsi-i Şerîflerdir.
Ya biz fıtratımıza konmuş olan özelliklerimizi bilmiyoruz, İslâmın tanıdığı düşünme, konuşma hürriyetinden habersiziz veya bunları hayata geçirecek cesaretimiz yok! Yoksa, böyle bir kültür derinliğine sahip olan bir toplumda 301. maddenin ne işi var?
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Bakara, 31; 2- İşâratü’l-İ’câz, s. 208
09.11.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Öyle bir vahşet ki, canavar bile mâsum kalır |
|
Henüz on yedi aylık bir mâsum yavrunun mâruz kaldığı "vahşî sapıklık" karşısında ne diyeceğimi, ne yazacağımı bilemiyorum.
Bu vahşeti lânetlemek için kelimeleri kifayet etmediğine inanıyorum.
Yaklaşık bir haftadır, hemen her gün oturup bu konuda bir şeyler yazmak istedim. Ama, elim bir türlü varmadı.
Yazmak niyetine her girdiğimde, elim titremeye, vücudum sarsılmaya başladı. Gözyaşlarına hakim olamadım.
Şu anda bile hiddetimden titreyerek, şefkatimden sarsılarak yazıyorum. Gözlerim dolup dolup boşalıyor.
Yazıyı nasıl tamamlarım, onu da bilmiyorum. Ama, sözü fazla uzatamayacağımı iyi biliyorum.
Zira, işlenen bu vahşeti düşünerek sükûnet bulmak mümkün değil.
* * *
Bugün içinde bulunduğumuz toplumda, öyle cinayetlerler işleniyor ki, o vahşet karşısında vahşî canavarlar mâsum kalıyor.
Evet, bir canavar hayvan dahi yapamaz böyle bir şeyi diye, düşünmeden edemiyorsunuz.
Cidden, insanoğlu alçaldı mı, hayvandan da yüz derece aşağıya düşer.
Tıpkı, dün 33. vefat yıldönümünü idrak ettiğimiz şair Faruk Nafiz Çamlıbel'in şu mısralarında ifade ettiği gibi:
Adem evlâdı boğarken baba bir kardeşini
Basıyor bağrına hemcinsini müşfik canavar
Beşerin zıddına hayvan soyu insanlaşıyor
Kişinin şefkati yok, lâkin itin şefkati var.
* * *
Bir hafta önce İzmir taraflarında henüz 1.5 yaşındaki o mâsum yavruya yönelik işlenen "cinsî vahşet" sapıklığı karşısında, her tarafta şefkat kahramanı olan kadınların çığlığı, feryâdı yükseldi.
İşte, geçen günkü Hürriyet'e yazan o hanımlardan biri, milyonlarca kadının hissiyatına şu sözleriyle tercüman olmuş: "17 aylık talihsiz bebeğimizin başına gelenleri duyunca, bunu yapan sapıklara yeterince lânet yağdırdım. Öyle ki, artık nefesim kalmadı. Kelimeler de kifayetsiz kalıyor. Dilerim Allah’tan ki, bu caniler uzun yaşasınlar ve her türlü acıyı bağıra–ağlaya doyasıya tatsınlar. Ölmek için her türlü yolu denedikleri halde, ölemeyip sürünsünler... Benim imkánım olsa, o yavruyu evlât edinir, hayatımı ona adardım. Umarım imkánı olan birileri bunu yapar. O yavrumuza bu kötülüğü yapan insan bozuntularının en yüksek cezayı almaları için, nerelere başvurmak gerekiyorsa başvuralım."
* * *
Bu arada, cinsî arzuları, şehevî duyguları tahrik ede ede insan bozuntularını alabildiğine azgınlaştıran bir kısım basın–yayın odaklarının da, bu cinayetlerdeki payını unutmamalı.
Bütün bu hadiseler gösteriyor ki, hakikaten dehşetli bir çağda yaşıyoruz. Cidden, kavimleri helâke götüren haramlar, günâhkârlıklar işleniyor.
Bu ümmete helâk cezası verilmediği için, adım adım kıyâmete doğru yaklaştığımızı fark ediyoruz.
Yarınımızdan büsbütün ümitsiz değiliz. Ancak, açıkça görüyoruz ki, içinde bulunduğumuz şu Müslüman toplum, bir yandan günden güne dindarlaşırken, bir yandan da aynı bünyenin içinde yeni yeni caniler, sapıklar türemeye başlıyor.
Yani, çift yönlü, zıt yönlü bir gelişme yaşanıyor günümüzde.
Cenâb-ı Hak, bizleri bu zamanın her türlü fitne–fücûrundan muhafaza eylesin.
Gelişmeler
Demokratların zaferi
ABD'de yapılan seçimlerde Temsilciler Meclisi'nde Cumhuriyetçilere (Bush) galip gelen Demokratlar, valilik seçimlerinde de çoğunluğu sağlamayı başardı.
Atina'da cami
Yunanistan parlamentosu, Atina'da cami inşa edilmesine dair kànun tasarısını oy birliğiyle kabul etti.
Sigarayı bırakma rehberi
Sağlık Bakanlığı tarafından, sigara içenleri bırakmaya teşvik etmek ve bilgilendirmek maksadıyla güzel bir "rehber" hazırlandı. Rehberde, hayli etkileyici yönenldirme ve tavsiyeler yer alıyor.
Deprem
Faydan pay kapmak
Birbiriyle zıtlaşan deprem tartışmaları bitmek bilmiyor.
İşin içinde rant hesaplarının olduğu yönünde ciddî iddialar var.
Hay Allah. Fay hattı, sonunda pay hattına mı dönüştü yoksa?
Günün Tarihi
Hükümet Masonlaştı; Loca'ya gerek kalmadı
9 Kasım 1935: Türk Mason Birliği, bir bildiri yayınlayarak, faaliyetine son verdiğini ve mallarını da Halkevleri’ne bağışladığını duyurdu.
Türkiye'de Masonluğun Tarihçesine baktığımızda, bu döneme ilişkin olarak Masonların kendi resmî kaynaklarında aynen şu bilgilere rastlamaktayız:
1935 yılında Türk Yükseltme Cemiyeti adı altında dernek statüsünde çalışan Türkiye Büyük Locası kendi çalışmalarını bizzat kendisi tatil etmiştir.
Atatürk, aynı zamanda Mason olan dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile görüşür ve ondan Masonların üst düzey yöneticilerine genel durumu açıklamasını ve yasaya gerek olmadan kendi kendilerini tatil etmeleri mesajını iletmesini ister.
Sonunda, Mason yöneticileri tarafından imzalanan bildirge Anadolu Ajansı tarafından şu şeklilde yayınlanır:
“Mes’ul ve maruf imzalar altında Ajansımıza verilmiştir. Türk Mason Cemiyeti memleketimizin sosyal tekamülünü ve günden güne artan muazzam terakkilerini dikkate alarak ve Türkiye Cumhuriyetinde hakim olan demokratik ve cidden laik prensiplerin tatbikatından doğan iyilikleri müşahede ederek faaliyetine, bu hususta hiç bir kanun olmaksızın nihayet vermeyi ve bütün mallarını memleketimizin sosyal ve kültürel kalkınmasına çalışan Halk Evlerine teberruu muvafık görmüştür.”
Ayrıca Şükrü Kaya, hükümet adına kamu oyuna yaptığı resmî açıklamada “Türk Masonları kendi ideallerinin hükümetin esas programına dahil olduğunu görerek, kendi teşkilâtlarını kendileri fesh etmişlerdir. Hükümetin bu iş üzerinde hiç bir teşebbüsü ve alakası yoktur” diyerek durumu belirtmiştir. ("mason.org.tr"den iktibas)
Bu tarihî gerçek karşısında, Mason Locasının o tarihte niçin ve ne maksatla kapatıldığı dahi iyi anlaşılıyor. O zamanki hükümet, Masonların yapmak istediği her faaliyeti bizzat kendisi üstleniyor ve adeta "O şeref bana ait" dercesine, masonluğu da aşan tuhaf bir tavır sergiliyor.
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
İçimiz ve dışımız |
|
İçimiz ve dışımız. İki hayatımız var.
“Sadece ben iç dünyam ile ilgilenirim, dışım beni ilgilendirmez” diyemeyiz. “Dış dünyam var. İç dünyam ile ilgilenmem” de diyemeyiz.
Çoğu zaman fırtınalar iç dünyamızda canlanır. Kalp, akıl, vicdan, insaf, hafıza gibi görünen veya görünmeyen duygular adeta bir meydan savaşı verirler. İçte yaşananlar dışarıya yansır.
Dış dünyanın genişliğine, iç dünyanın küçüklüğüne bakıp, iç dünyayı hafife alamayız. Her şey orada şekillenir. Orada planlanır. Orada hareket alanları tesbit edilir. Seyyar bir âlemdir insan bu bakımdan. Adeta küçültülmüş bir kâinat gibidir. En mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. “Şurasında şu olsa idi” diye bir faraziyede bulunamazsınız. Allah insanı en ideal mânâda, en güzel biçimde yaratmıştır.
“Ey nefis! Kâinatın uzak çöllerine gidip, Sani’in (Yaratanın) ispatına delil aramaya gerek yoktur. Bir kulubecik olan kendi bedenine bak” diyen Bediüzzaman Hazretleri, bizi iç dünyamıza çağırıyor.
Vücudumuz baştan başa mükemmellikler ile dolu, mucizeler ile dolu.
İç dünyamızı Kur’ân’ın ve imanın hakikatleri ile doldurduğumuz zaman, hayata bu projektör ile bakmaya başlıyoruz. Hadiseleri ve dış dünyadaki olayları bir bir tasnif edebiliyoruz. “Acaba böyle yapmak doğru mu?” diye bir kuşkumuz olmuyor. Çünkü iç ve dış dünyamızdaki yaşanacak hallerin bir plan ve programı var artık elimizde.
Böyle bir projesi olmayan insanların bir hallerine bakınız. Ne kadar garip. Ne kadar çaresizler. Bakıyoruz, görüyoruz.
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bir annenin feryadı |
|
Bugün satırlarımda bir annenin feryat yüklü mektubuna yer vermek istiyorum. Kendisiyle görüşmeyi kesen evlâdına yazmış. Evlâtların annelerine karşı daha nazik ve daha candan da yakın olmaları gerektiği hakikatine bir hüsn-ü misâl teşkil ettiği için mektubu köşemizle ilgili buldum. Annelerin ne kadar şefkat yüklü rahmet tomurcukları olduğunun belgesi olarak gördüğüm mektup aynen şöyle:
“Canım oğlum. Önce Allah’ın selâmı selâmeti üzerine olsun. Yavrum, saat gece 12.30. Baban yattı ve ben hâlâ oturuyorum ve birkaç akşamdır arka arkaya rüyamda seni görüyorum. Ben ilâçlarla bile zor uyur hale geldim. Bu öfke, bu kin, bu hasret nereye kadar sürecek? Şimdi sen belki diyeceksin, ne kadar gurursuz ve onursuzsun! Ama bir anama, bir de sana gurur ve enaniyet yapamıyorum! Çünkü buna hakkım yok! Birisi beni doğuran, büyüten; birisi doğurduğum ve büyüttüğüm. Onun için buna hakkım yok. Oğlum, sana çok geç olmadan, bu duruma bir son vermeni Allah rızası için senden rica ediyorum. Ve seni Allah’a emanet ediyorum. Allah yar ve yardımcımız olsun. Allah işini gücünü rast getirsin. Rabbim seni her zaman hayırlı ve sevdiği kişilerle karşılaştırsın. Allaha emanet ol. Annen.
03.11.2006 Cuma.”
Merhamet mektubu böyle. Bizden hatırlatması: Anne ve baba hakkı, şu fani dünyada Allah hakkından hemen sonra gelir. Kur’ân: “Biz insana, ‘Önce Bana şükret, sonra da anne ve babana teşekkür et’ diye tavsiye ettik”1 buyururken, başka bir haktan, başka bir davâdan, başka bir dertten bahsedilebilir mi? Asıl dert bu!
Ey güzel evlâtlar! Bakın Peygamber Efendimiz (asm) neler buyuruyor—yorumu sizin yüksek zekâvetinize bırakıyorum—:
Bir gün bir adam geldi ve Resûlullah Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a sordu:
“Ey Allah’ın Resulü! İnsanlar içinde iyi davranmama en lâyık kimdir?”
Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm:
“Annendir!” buyurdu. Adam:
“Sonra kimdir?” dedi.
Resûlullah Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm:
“Annendir!” buyurdu. Adam:
“Sonra kimdir ya Resulallah?” dedi.
Peygamber Efendimiz (asm):
“Annendir!” buyurdu. Adam yeniden:
“Sonra kimdir?” dedi.
Allah Resulü (asm)
“Sonra babandır!” buyurdu.2
Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Anne ve babasını razı eden Allah’ı razı etmiştir. Anne ve babasını kızdıran Allah’ı kızdırmıştır.”3
“Akşam rüya-yı sadıkada gördüm ki: Ümmetimden bir adam vardı. Ölüm meleği ruhunu almak için gelmişti. Anne ve babasına yaptığı iyilikler geldi. Meleğin o anda ruhunu almasına mâni oldu. Ümmetimden bir adam gördüm ki, Mü’minlerle konuştuğu halde, onlar kendisiyle konuşmuyorlardı. Can yakınlarıyla olan iyi ilişkileri geldi ve onlara hitaben, ‘Bu can yakınlarına iyilik ederdi’ dedi. Bunun üzerine onlar onunla konuştular. O da onlara karıştı.”4
“İyiliklerine karşılık can yakınlarına iyilik yapmak ve ziyarette bulunmak kâmil bir iyilik sayılmaz. Asıl kâmil iyilik, kendisiyle yakınlık bağları koparılmak istendiği vakit, yakınlığını koparmamak ve onu devam ettirmektir.”5
Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, dünyayı isteyen de, âhireti isteyen de, annesini ve babasını memnun etmelidir. Çünkü onları memnun ve razı etmek dünyada rızıkta bolluk ve bereket sebebidir; âhirette ise Allah’ın rızasına ermeye ve Cennete girmeye vesiledir. Onları kırmak ve rencide etmek ise, tek kelimeyle,—Allah muhafaza—dünyada ve âhirette felâket demektir! Allah’ın rahmetini ve merhametini isteyen, rahmetin birer hediyesi olan anne ve babasına muhakkak merhametli ve candan da yakın davranmalıdır.6
Genç kardeşlerim! Rahmetin gölgesi üzerimizde, rahmetin umudu içimizde! Allah belki onlar hürmetine bizi bağışlayacak ve dünyada ahirette işimizi rast getirecek. Öyleyse gelin; annemizi ve babamızı ihmâl etmeyelim.
Allah hakkı için.
Dipnotlar:
1- Lokman Sûresi, 31/14; 2- Riyâzu’s-Sâlihîn, 316; 3- Câmiü’s-Sağîr, 3/3553; 4- Câmiü’s-Sağîr, 2/1456; 5- Riyâzu’s-Sâlihîn, 322; 6- Mektûbât, s. 252
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Saddam’ın dindarlığı |
|
14 Mayıs’ta Caferî törenlerini izlemek için Irak’tan gelen İslâmî İmam Kâzım Sosyal ve Kültür Kurumu Temsilcisi Hüseyin Hakim IHH’nın merkezinde bir konuşma yapmış ve yer yer bizleri hayrete gark eden konuşması sırasında siyaseseti etik ve kuralların üzerine çıkarmıştı. Siyaseti demokrasinin tanımı gibi izah etmişti: Fennü’l mümkini. Mümkün olabileni yapmak. Irak’ta kendi yaklaşım ve durumlarını bu tanımın ışığında izah ediyordu. Oradaki konuşmasında meseleyi Saddam’ın dindarlığına da getirmiş ve zoru gören Saddam’ın iman kampanyası başlattığını ve mümin kılığına büründüğünü söylemişti.
Gerçekten de Saddam zor bir adamdı. Irak’ın ve bölgenin başına açtığı rahneler ortada. Bununla birlikte her dindarlığın bizim ölçümüze uyması ve bizden icazet alması mı gerekiyor? İşte bu soru önemli bir soru. Bu elbette ki Saddam’ın dindarlığını onaylamak değil. Belki bu anlamda Bush’un, Saddam’ın ve hatta Huccetiyecilerden Ahmedinejad’ın dindarlıkları hep arızalı olabilir. Sorgulayabiliriz veya sorgulamamız da gerekebilir. Tabii ki bize göre. Bununla birlikte onların yanlış dinî algılamalarının içinde derinlik ve samimiyet de olabilir. Bu da meselenin başka bir boyutu. Saddam’ın dindarlığı da Alevileri ve Ehl-i Beyt’i cezalandıran ve onlara göz açtırmayan Emevi ve Abbasi hanedanlarıyla mukayese edilebilir. O iktidarlara Şia’nın verdiği cevap da tek değildi. Esasen Hazreti Hüseyin (R.A.) adalet namına ve istibdada ön vermemek için baş kaldırmıştır. Yoksa niyeti dinî bir hanedanlık veya veraset dâvâsı değildir. Musa Kâzım daha sonra İmam Zeyd’in başkaldırışını onaylamamıştı. Elbette Saddam’ın kendisini neseb-i tahireyle bağlayan bir şecere isnadı da doğru değildi. Fakat oportünist olmadığı ve kendi davasına inandığı da bir vakıa. Bundan dolayı asabının kurbanı idi: Sert, zalim ama samimi.
***
Saddam Hüseyin, Müslüman kimlikli ama Stalin tipinde bir liderdi. Nev-i şahsına münhasır bir şahsiyet. Saddam Hüseyin’in dindarlığında iki devre vardır. Ahmet Hasan Bekr’in yardımcısı olduğu dönemde din ve diyanetin yakınından dahi geçmemiştir. Dine oldukça mesafeli olduğu söylenebilir. Başa geçtikten ve İran-Irak Savaşı sırasında dinin önemini idrak etti. Şahsi ve ferdi bir dindarlığa yöneldi. Şiilerce bu bir gösterişten ibaretti. Bu dönemde Saddam ferdi ve şahsi dindarlığa müsade ederken Şii olsun Sünni olsun örgütlü olanı hep yasakladı. Elbette Şiiler karşısında farklı bir mezhebi gruptan gelmenin kompleksini hep üzerinde taşıdı. Karşılıklı bu kompleks milyonların hayaına mal oldu. Şiiler hep bunu Saddam’ın Sünniliğine delil saydılar. Halbuki, Saddam Sünni ise bu özel Baascı bir Sünnilik anlayışı olmalıdır. Devrik Şah’ın Şii olması gibi. Aslında bütün belaların nedeni yanlış bir idare anlayışı ve bunun doğurduğu karşılıklı güvensizliktir. İran-Irak savaşında özellikle dinî sembollere yöneldi. Bol bol namaz kılarken fotoğraflar çektirdi. Irak’ın babası dindarlığı seçmişti. Geniş Irak ailesinin reisiydi o. Sedat da tam böyle idi. Başka ortak noktaları da vardı. Sedat 1973 savaşından sonra Camp David anlaşmasını imzalamıştı ve bundan dolayı da yeni bir ünvan elde etmişti. Savaşın ve barışın kahramanı. Saddam da Sedat’a özendi. Ama birisi askerleri tarafından diğeri de işgalciler tarafından infazla karşı karşıya kaldı.
***
Irak-İran savaşının ardından ve Kuveyt’ten de atılmasının ardından 12 yıllık bir ambargo rejimiyle karşı karşıya kaldı. Halkının buna dayanması ancak dine yönelmek ve Allah’a sarılmakla olabilirdi. Saddam bu dönemde halkıyla birlikte daha da dindarlaştı. Cami, türbeler inşa etti ve kanıyla Kur’an yazdırdı. İşte bu sıralarda Hüseyin Hakim’in de ifade ettiği gibi yeni bir sıfat kazandı: Er-Reis el mü’min. İnançlı ve imanlı başkan. Özal’ınkiyle söylersek dindar cumhurbaşkanı. Sedat veya Saddam karşıtlarına göre bu sıfatlar zaid olabilir. Nitekim Sedat’ın infazından sonra onun katili Halid İstanbuli’nin adı Tahran’da bir caddeye verildi. Saddam’ın infnazı için sabırsızlananların başında da yine Tahran geliyor. Ama ‘dindar cumhurbaşkanı’ sıfatını bugün onlarla paylaşan bir başka bölge lideri daha var: Beşşar Esad. Camilerde ve hutbelerde hakkında bu tür sıfatlar kullanılıyor. Caddelere taşmasa da camilerde böyle bir sanı var. Acaba Sedat, Saddam gibilerin dindar cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkanların Esad için de bir söyleyecekleri veya itirazları var mı? Netice itibarıyla bu sıfatın kullanımında siyasi bir boyut varsa da ayrımında da siyasi bir boyut vardır. Sedat dindar bir cumhurbaşkanı olarak ilim ve iman bağlamından bahsederken Özal bilgisayar ve Kur’an parolasını öne çıkarıyordu. Saddam yargılanırken bir elinden Kur’an düşmüyor. Yine gösteri yapıyor olabilir. Ama samimiyetsizliğini nereden anlayacağız? Velhasıl, yanlış veya doğru dindarlık bir kalıba hasr ve hapsedilemez. Hayat bizim düşündüğümüzden zengin, derin ve dolayısıyla çok daha karmaşıktır.
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Eyvah, tehlike! |
|
Cemiyet hayatının huzur ve saadeti, en başta ‘aile’ yapısının sağlam olmasıyla temin edilebilir. Ne var ki, bir asra yaklaşan tahribat sebebiyle toplumun temel taşı olan ‘aile’ büyük ölçüde tahrip edilmiş ve yaralanmış durumdadır.
Gün geçmiyor ki bir cinayet, bir kavga, bir ‘çirkinlik’ yaşanmasın. Masum bebeklere varıncaya kadar herkesi tehdit eden (adını dahi anmak istemediğimiz) bu ‘insanlık dışı olay’ların, hepimizi derinden sarsması ve toplumun uyanışına vesile olmasını dileyelim.
“Rüzgâr” ekenlerin “fırtına” biçmemesi mümkün değildir. Cemiyetin içine sürüklendiği bu hal, yıllar yılı ‘çirkinlik’ eken ‘ifsat komiteleri’nin gayretlerinin ürünüdür. ‘Din öldürülecektir’ diye yola çıkanlar bir bakıma bugünkü sonuçların ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır.
Geriye dönüp baktığımızda, 10 ya da 20 yıl önce duyulduğunda toplumun ‘şok’ olacağı hadiseler; bugün—maalesef—’sıradan’ hale gelmiş durumda. Hırsızlık, cinayet, gasp gibi suçları işleyenler, pişmanlık dahi duymuyor. Ama bütün bunlar bir netice...
Bu çirkinliklerin ‘sebep’lerini araştırmak ve ‘çare’lerini bulmak Türkiye’yi ‘idare edenler’in birinci vazifesi değil midir? Öyledir, ama gel gör ki cemiyetin temellerini dinamitleyenlere ‘dur’ denilmezken; ‘aile’yi muhafaza etmeye çalışanlara engel olunuyor.
Dünyayı da esir alan bu kötü salgın, Türkiye’yi de işgal etmek üzere. Şu habere bakalım: “İngiliz Bolton takımında oynayan Senegalli futbolcu Diouf, sarhoş olup eşi Valerie’yi döverek evden attı.” Bir başka haber: “Aşırı alkollüyken eşini öldürmekle suçlanan eski Fransız rugby oyuncusu Marc Cecillon, hakim karşısına çıktı. (...) Yıldız oyuncu olayın gerçekleştiği 2004 Ağustos gecesinde çok sarhoş olduğunu ve hiç bir şey hatırlamadığını söyledi.” (Sabah, 8 Kasım 2006)
Tabiî bu haberler ‘denizden bir damla’ bile değil. Sadece aynı gün, aynı gazete ve aynı sayfada yer aldığı için hatırlatmak istedim. Haberden de anlaşılacağı üzere, çirkinliklerdeki birinci suçlu ‘alkollü içkiler.’ Böyle olduğu halde, Türkiye’de hâlâ alkollü içki reklamlarının gazete sayfalarını işgal etmesini neye yormalı?
Türkiye’de artık bebekleri bile mağdur eder duruma gelen—çok affedersiniz—tecavüzcüler karşısında ‘aile/toplum’ ne ile karşı koyabilecek? Bu bataklığı kurutmak için daha ne bekleniyor? Küçüğünden büyüğüne, bütün fertlere ‘doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu öğretmek’ten başka çare var mıdır?
Ankara Barosu Çocuk Suçları Başkanı Avukat Türkay Asma’nın bu çirkinliklerle ilgili, hepimizi titretmesi gereken şu tesbitine kulak verelim: “Çocuklara taciz olaylarının sokak serserilerinden gelme olasılığı binde bir kadar azdır. Asıl büyük sorun aile içinde, okulda, çocuğun güvendiği kişilerden gelen cinsel saldırılar(dır).” (Vatan, 6 Kasım 2006)
Çocukların ‘güvendiği’ dağlara kar yağmaması için hep beraber doğruya, gerçek doğruya (İslâma, Kur’ân’a) sarılalım. Dünyanın sarıldığı diğer ‘doğru’ların çıkmaz sokaklara saptığını lütfen görelim... Allah’ım bu çirkinliklerden hepimizi uzak tut. Amin.
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Mesajların dili |
|
İlerleme Raporunun yayınlandığı saatlerde Başbakan Tayyip Erdoğan, gazete ve televizyon yöneticileriyle birlikteydi.
Amerikan seçimlerinde Bush’un hezimeti, İran ve Suriye’yi işgal, Irak’tan çekilme gibi senaryoların hayata geçirileceği bir dönemde seçim sonuçlarının Amerika’nın rotasını ne yönde etkileyeceği gibi çok önemli başlıklar Başbakan Erdoğan’ın değerlendirmesini bekliyordu.
“AB ile tren kazası”nın beklendiği, “Türkiye ile müzakerelerin askıya alınması” gibi bir önerinin kıyısından dönüldüğü gerçeğini bir kenara not etmemiz gerekiyor. AB ile tam üyelik tarihini almış ve iki ilerleme raporunda çalışmaları takdir ve teşvik edilmiş bir hükümet, AB ile ilişkileri tren kazası düzeyine düşürdüyse asıl sorgulanması gereken nokta bu.
Kamuoyundaki AB karşıtlığının yükselmesi, ulusalcı-milliyetçi dalganın başlı başına bir muhalefet partisi haline dönüşmesi gibi faktörler, seçime giden AKP iktidarının AB konusunda frene basmasına yol açtı.
Seçim uğruna AB hedefi rölantiye alındı.
Peki doğru mu yapıldı?
Kesinlikle hayır.
Geleceğini seçim anketlerine kurban ede ede buraya geldi Türkiye. Dili, düzeyi ve seviyesi ayarlanıp, AB hedefi canlı tutulabilirdi.
Bugün Türkiye’nin rejim sorununu aşabilmesi, şeffaf, insan haklarına dayalı, demokratik normları oturmuş, askerî vesayetten kurtulmuş, ABD’nin yedeğindeki bir ülke olmaktan kurtulmanın yolu, Brüksel’den geçiyor.
Bir süredir bazı bölümleri yazıldığı için İlerleme Raporu çok büyük bir sürpriz olmadı. Türkiye, AB dönem başkanı Finlandiya’nın Kıbrıs konusundaki toplantı talebini de kabul etmediği ve 301. madde konusunda beklenen adımı atmadığı için, raporda son dakika değişikliği anlamında bir şey olmadı.
İlerleme Raporunda, Türkiye ile müzakerelerin askıya alınmasının söz konusu olmadığı belirtildi. Raporda tespitlerle yetinilirken, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğine ilişkin irade beyanında bulunulmaması, bardağın dolu tarafından bakılması olarak değerlendirilebilir.
AB, Türkiye’nin önüne bir fotoğraf koydu, yüzümüze bir ayna tuttu. Bazı ifadeler can sıkabilir, ama AB ile uyum adına son bir yıldır ne yaptık ki...
Konjonktüre, üretilecek mazeretlere kurban edilemeyen bir ilişki Türkiye’nin AB süreci. Bu açıdan Olli Rehn’in “Türkiye AB ilişkilerini şizofrenik bir ilişki” olarak tanımlamasını bir türlü içime sindiremedim. Bu ilişki ne denli akıl ve ruh sağlığına uygun olarak cereyan ederse, uçağın burnu o kadar pistten kalkıyor demektir. Uçağın tekerleri yerden kesildikten sonra Türkiye işte o zaman lider ülke olma rotasına doğru uçacak demektir. Bunun için Türkiye’nin AB üyeliğini olmazsa olmaz bir şart olarak görüyorum.
İlerleme Raporunu nasıl değerlendirdiği sorulduğunda Başbakan Erdoğan, “Üyeliğin askıya alınması ya da fasılların açılmaması gibi bir durum söz konusu olmaz. Ama bir süreliğine ilişkimiz durağanlaşabilir” şeklinde oldu. Bu görüş bir süredir Dışişleri’nin el altından servis yaptığı tez.
Tam üyelik tarihi almak için dünyayı turlayıp heyecan fırtınası estiren Erdoğan’ın da durağanlaşmayı normal bir sonuç olarak görmesi ne kadar yanlış.
Başbakan, Amerikan seçimleri konusunda ise, kamuoyu araştırmalarına göre sonuçların sürpriz olmadığını belirterek, sonuçlardan Türkiye ile ABD ilişkilerinin etkilenmeyeceğini belirtti. “Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler devletten devletedir” noktasının altını çizdi.
Cumhuriyetçi Bush’un seçildiği seçimlerde Türkiye, demokratları desteklemişti. Doğru olan oydu. Bu kez Bush’un kaybedeceği biline biline ve bu kaybın insanlığın yararına olduğu gerçeği ortadayken, gereğinden fazla Bushcu davranıldı.
Artık öğrendim, Türkiye seçimlerde kimi desteklerse, ABD’de o kaybediyor. Bu konuyu da bir gündeme almalı. Bu seçim sonuçları başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın alacağı istikameti belirlemesi açısından çok önemli bir uyarıydı. Çok iyi analiz edip, Bush’un politikalarını dikkatle takip etmemiz gerekiyor.
“Turpun büyüğü heybede” misali Başbakan’ın basınla kahvaltısından asıl kritik mesajı sona bıraktım.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sorulduğunda Erdoğan, “İlla ki ben olacağım diye bir şey yok” karşılığını verdi. Sakın bu sizi yanıltmasın.
Çünkü lafın gelişi farklı. “Cumhurbaşkanlığı konusu bizde sorun olmaz, suhuletle hallederiz” diyor başbakan ve bir örnek veriyor. “Ben milletvekili olmadığım zaman Abdullah Bey Başbakan oldu, hükümeti kurdu. Sonra ben seçildim gayet suhuletle devredildi, ben Başbakan oldum. Bunlar bizde sorun olmaz…”
Bu ne demek... Erdoğan Çankaya’ya bir adım daha yaklaştı demek.
Bir şey daha demek. O gün başbakanlığı sorunsuz olarak devreden Abdullah Gül’ün tekrar bu görevi suhuletle devralacağı demek...
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|