“Dreyfus olayı Fransa ve Fransız tarihi için kara bir lekedir.”
Sadece bir cümleydi, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın açıklaması.
Chirac’ı, tam 100 yıl sonra Dreyfus ve Zola’nın yakınlarından ülkesi ve tarih adına özer dileten olay, bir insan hakları destanıydı.
Fransız ordusunda yüzbaşılığa kadar yükselmiş Yahudi asıllı bir subaydı Alfred Dreyfus. 1894’te Fransız ordusunun sırlarını Almanlara satmakla suçlandı, olağandışı yöntemlerle yargılanıp, Şeytan Adasında ömür boyu hapse çarptırıldı.
Yarbay Georges Picquart, casusluk olayını Binbaşı Esterhazy’in gerçekleştirdiğini ortaya çıkardı. Ancak askerî mahkemeye çıkarılan Esterhazy beraat ederken, Yarbay Picquart tutuklandı.
Bu hukuksuzluğa sonunda isyan eden ünlü romancı Emile Zola L’Aurore’de, “Suçluyorum” başlıklı bir açık mektup yayınladı. Gazetenin o sayısı 200 bin satıldı, 3 bin kişi dilekçe verip Dreyfus’un yeniden yargılanmasını istedi, sahte belgelerle Dreyfus’a iftira atan Binbaşı Henri vicdan azabından intihar etti.
1899’da Dreyfus yeniden yargılandı, yine suçlu bulundu. Cumhurbaşkanı affetti, ama o, hukuk mücadelesini sürdürdü ve 1906 yılında, yani bundan tam yüz yıl önce beraat etti. Dreyfus tekrar orduya döndü. Legion D’honneur ödülü ile ödüllendirildi.
100 yıl sonra Dreyfus ve Emile Zola’yı anmamıza sebep olan olay, Prof. Dr. Atilla Yayla’nın başına geldi.
AKP İzmir Gençlik Kollarının düzenlediği panelde yaptığı bir konuşmadan dolayı azgın bir azınlığın saldırısına uğradı.
Atilla Yayla’nın sözlerinin birebir deşifresi olmadığı için, buraya kendisine atfedilen tırnak içi ifadeleri almıyorum. Tâ ki birebir çözümü yayınlanana dek.
Ancak tahmin edileceği gibi Kemalizm ve Atatürk büstleri konusunda ağzını her açanın başına gelenler, Atilla Yayla’nın başına da geldi.
Basındaki linç furyası bir yana yıllarını verdiği, saygın bir konuma taşınmasında büyük emeğinin bulunduğu ve benim de mezun olduğum Gazi Üniversitesi, Yassıada Mahkemesi zihniyeti ile Yayla’nın ders verme imkânını elinden aldı.
Özlük haklarının yetersizliğinden dolayı Anıtkabir’e yürümekte beis görmeyen üniversite öğretim üyeleri ise bir meslektaşlarının maruz kaldığı, sistemli linç olayından dolayı ne yazık ki seslerini çıkarmadılar.
Bir bilim adamı ne yapar? Okur, yazar, konuşur.
Peki Atilla Yayla ne yapmış?
Çok okumuş, çok yazmış, onlarca kitap, yüzlerce makale. Ve Türkiye’nin en birikimli düşünce topluluğuna üye.
Sonra ne yapmış? Konuşmuş.
O zaten konuşuyor. Hem de liberal bir düşünce adamı olarak, özgürlüğü kısıtlanan kim varsa, onun hakkını savunuyor.
Dreyfus’u Yahudi olduğu için casuslukla suçlayanlara karşı mücadele veren Zola Yahudi miydi sanki?
Bilimin namusu bunu gerektirmez mi?
Yer bilimci Celâl Şengör, Harp Akademilerinin açılışında Atatürkçülüğü anlatıyor da, uluslar arası saygınlığı olan bir sosyal bilimcimiz Atilla Yayla konuşamayacak mı?
Bu ülke de konuşabilmek için adının Alpaslan Işıklı, Ahmet Mumcu, Türkan Saylan, Şener Eruygur, Emin Çölaşan, Tuncay Özkan mı olması gerekiyor.
Özgür düşüncenin kalesi olması gereken üniversitelerimiz nerede?
Düşünce özgür olmadan, bu ülkede bilimsel özgürlükten, özerklikten söz etmek mümkün mü?
Dreyfus’un aklanmasının yüzüncü yıldönümünde benim ülkemde hâlâ Dreyfus vak’aları yaşanıyor, saygın bir bilim adamı üniversite tarafından susturulmak isteniyorsa, o zaman herkes duyacak kadar haykırıyorum.
Asalım o zaman Atilla Yayla’yı.
Peki, “Dünya dönüyor” dediği için Galile’yi mahkûm ettiler, ama dünyanın dönüşünü durdurabildiler mi?
Sokrates, kendisine verilen idam cezasının başkalarının elinden olmasını istememiş, baldıran zehiri içerek kendisi infaz etme kararı almıştı.
Kalabalığın içinde ağlayan eşini gördü.
“Hanımcığım niye ağlıyorsun?” diye sordu.
Hanımı, “Seni haksız yere idam ediyorlar” karşılığını verdi.
Sokrates, “Daha iyi ya hanımcığım” dedi. “Beni haklı yere idam etseler di daha mı iyi olurdu?”
Sokratesler, Dreyfuslar, Yayla’lar nasıl olsa aklanırlar.
Ha on gün, ha yüz yıl sonra.
Ama asıl Emile Zolalar nerde?
23.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|