Hayatımızı devam ettirmek için beslenmeden barınmaya, giyinmeden ısınmaya kadar bir çok mal ve hizmete ihtiyaç duyarız. Hayatımızı kolaylaştırmak için de yine çok çeşitli eşya ve cihazlar kullanırız. Gelişen ve değişen ihtiyaçlara göre, kullanmakta olduğumuz ürünleri de zaman zaman değiştirir, yeni şartlara uygun yeni eşyalar alırız.
Toplumsal hayat da birey hayatı gibi dinamik bir faaliyet olduğundan, sosyal ihtiyaçlar da durmadan değişir. Buna göre sosyal hayatı düzenleyen kuralların değişmesi de kaçınılmazdır. Sürekli değişim ve gelişim olmasaydı, medeniyetler meydana gelmezdi. Onun için değişime ayak uyduramayan toplumlar medeniyetten uzaklaşmaya ve geri kalmaya mahkûmdur.
Uzun yılların birikimi olan yerleşik kuralları değiştirmek kolay olmadığından, toplumsal dönüşümler her zaman sancılı olmuştur. Çok defa da kan ve gözyaşı ile yazılmış faturalar ödenmiştir. Tarihin dönüm noktalarına baktığımız zaman bu acıların derin izlerini görebiliriz.
Millet olarak biz de en az iki yüz yıldan beri değişim sancıları yaşamaktayız. Önce imparatorluğu korumak ve yeniden ihya etmek için yapılan ıslahat ve Tanzimat hareketleri, ardından Birinci Dünya Savaşı, daha sonra milli mücadele ve cumhuriyetin kuruluşu, bu değişimin acıları ile doludur.
Cumhuriyetten sonra ise, inkılâp acıları ve sancıları başlamıştır. Tek parti yönetiminden demokrasiye geçiş çabaları ise, yine büyük acılara sebep olmuştur. Elli yıldan beri de çağdaş demokrasiye geçmek için bazı zihinlerdeki totaliter düşünceyi değiştirme mücadelesi veriyoruz. Bunun için de darbeler, idamlar, mahkûmiyetler ve mağduriyetlerle dolu bir süreç yaşayarak bu günlere gelmiş bulunuyoruz.
Geldiğimiz noktada ise, çağdaş demokrasi ve medeniyet projesi olarak bilinen AB sürecinin sancıları ile kıvranıyoruz. Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için anayasamızda ve kanunlarımızda defalarca değişiklikler yapıldı. Sayısını hatırlamakta zorluk çektiğimiz uyum paketleri hazırlandı. Fakat uygulamada fazla bir değişiklik olmadığı için AB tarafından sık sık “Uygulamayı görelim” ikazları ile karşılaşıyoruz. Anayasa değişiyor, kanunlar değişiyor, suç tanımı değişiyor ama uygulama bir türlü değişmiyor. Onun için AİHM’de görevli hâkimimiz Rıza Türmen, son çare olarak “Kanunları değil, hâkimleri değiştirin” diye öneride bulunuyor. Ama hâkimleri de değiştirsek, gelenin gideni aratmayacağından emin değiliz. Onun için kalplerde ve zihinlerde köklü bir operasyon yapmadan çağdaş değişimlere ayak uydurmak mümkün olmuyor.
Toplumsal dönüşümlerin her zaman sancılı olacağını ve uzun bir zaman sürecine ihtiyaç duyulacağını söylemiştik. Tarihte bunun bir tek istisnası vardır. İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük değişim, en kısa sürede ve en başarılı bir şekilde, Asr-ı Saadet’te İslâm güneşinin doğuşu ile gerçekleşmiştir. İnsanlığın medar-ı iftiharı, iki cihan saadetinin vesilesi olan Hz. Muhammed (asm) öyle bir değişim gerçekleştirdi ki, en inatçı, en cahil, âdetlerinde son derece mutaassıp ve bedevî bir kavmi, 23 yıl gibi kısa bir sürede medenîlere üstâd eyledi. Bu muazzam değişikliği yaparken de kan dökmedi, kalp kırmadı, dayatma ve zorlamada bulunmadı.
Çağdaş ve medenî bir hayat tarzına uyum sağlamak için yasaları değiştirmek yetmediği gibi, insanları değiştirmek de çare değildir. Kalplerdeki kalıpları kırmak, zihinlerdeki ezberleri bozmak gerekir. Bunun nasıl yapılacağını ise, Asr-ı Saadet modelinde bulmak mümkündür.
12.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|