|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Şüphe yok ki, sizin ilâhınız birdir. O göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir; O güneş ve yıldızların doğduğu yerlerin Rabbidir.
Sâffât Sûresi: 4-5
|
12.11.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
İlk defa kendisine sövülen mazlûm haddi aşmadığı
sürece, sövüşmenin günahı ilk başlatanındır.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3789
|
12.11.2006
|
|
Beşerin ağzından çıkan hangi cümle vardır ki, tevillerle suç teşkil etmesin?
Bana şunları isnad ediyorlar;
1. Sen siyasî bir cemiyet kurmuşsun.
2. Sen rejime aykırı fikirler neşrediyorsun.
3. Siyasî bir gaye peşindesin.
Bunların esbab-ı mucibe ve delilleri de, risâlelerimin iki üçünden on on beş cümleleridir.
Sayın Bakan,
Napolyon'un dediği gibi, "Bana tevili kabil olmayan bir cümle getiriniz, sizi onunla idam edeyim." Beşerin ağzından çıkan hangi cümle vardır ki, tevillerle cürüm ve suç teşkil etmesin? Bilhassa benim gibi yetmiş beş yaşına varmış ve bütün dünya hayatından elini çekmiş, sırf âhiret hayatına hasr-ı hayat etmiş bir adamın yazıları elbette serbest olacaktır. Hüsn-ü niyete makrun olduğu için pervasız olacaktır. Bunları tetkikle altında cürüm aramak insafsızlıktır, başka birşey değildir. Binaenaleyh, bu yüz otuz risâlemden hiçbirisinde dünya işini alâkalandıran bir maksat yoktur. Hepsi Kur'ân nurundan iktibas edilen âhiret ve imana taallûk eder. Ne siyasî ve ne de dünyevî hiçbir gaye ve maksat yoktur. Nitekim hangi mahkeme işe başlamışsa, aynı kanaatle beraat kararını vermiştir. Binaenaleyh, lüzumsuz mahkemeleri işgal etmek ve mâsum iman sahiplerini işlerinden güçlerinden alıkoymak, vatan ve millet namına yazıktır. Eski Said bütün hayatını vatan ve milletin saadeti uğrunda sarf etmişken, bütün bütün dünyadan el çekmiş, yetmiş beş yaşına gelmiş Yeni Said, nasıl olur da siyasetle iştigal eder? Buna tamamen siz de kanisiniz.
Birtek gayem vardır:
O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslâhına ve memleketin imanına, Allah'ın birliğine hizmet edeyim.
Mevkuf Said Nursî, Şuâlar, s. 427
|
12.11.2006
|
|
Modern zamanların hikâyesi
Kapkaranlık bir “oda”ya açmıştı gözlerini. Oda öylesine karanlıktı ki… Aynı zamanda düzensizdi ve temiz değildi ama karanlıkta pek fark edilmiyordu. Duvarlar sistemli bir şekilde yükseltilmişti. Kapılar sanki kasıtlı olarak kapatılmıştı. Sadece en üstten ufak bir “ışık” giriyordu. Onu da kapatmak, yok etmek istemişlerdi de güçleri yetmemişti. Çok uğraşmışlar her tarafı kapatmışlardı fakat yine de ışık içeriye yol bulmuştu. Gerçi çok az, çok sönük gibiydi. Fakat bir sürü engelden geçtiği için bu halde gözüküyor olmalıydı. O zaman anlamıştı; dışarısı apaydınlıktı. Ve “Güneş” o kadar parlaktı ki.
Yazık ki bu ışık içeridekileri aydınlatmaya yetmiyordu. Zaten pek çok insan durumu kabullenmişti. “Duvarları yükseltenler”, aynı zamanda içeridekilere oyalanmaları için oyuncaklar da vermişlerdi. Kimisine topaç-çıngırak, kimisine de emzik filan vermişlerdi. Daha da ilginci, insanlara bal dağıtımı yapılıyordu odada. Ancak bu bal zehirliydi. Yiyenleri önce uyutuyor çok sonraları ise karın ağrısından rahat vermiyordu. Hem bedâvâ, hem çok tatlı olunca akıbeti zaten bilmeyen insanlar bu bala kanıyorlardı. Haliyle karanlığı sorgulamak yerine uyuklamak ve karın ağrısı çekmekle uğraşıyorlardı. Bir de “yarasalar” vardı, onlar zaten ışıktan nefret ediyorlardı. Işığa ulaşmak, aydınlanmak isteyenleri olabildiğince sert yöntemleriyle engelliyorlardı. Zaten pek çok insan için yukarıdan sızan ışık bir motif, bir süs olarak görülmeye başlanmıştı. Halbuki Güneş o kadar parlaktı ki...
Yaratılışındaki ışığa olan tutkusu, ona bu karanlık odada azap olmaya başladı. Kendisinden başka bir iki kişi de odadan çıkmak istemişti. Ancak kapıya kadar bir hayli yıprandıkları halde dışarı çıkamamışlardı. Çünkü kapıda bekleyen “Zaman” adlı bekçi herkesi geri çeviriyordu. Zaman, aslında sözüne güvenilir ve dürüsttü. Hiç yalan söylemezdi. Bir keresinde çıkmak isteyenlere “Yan tarafa geçince başka bir oda var. Belki bu kadar karanlık değil. Ama sizin Güneş’e ulaşmanız için 14 oda daha geçmeniz gerekiyor. Siz ise bu odadan dışarı çıkamazsınız” demişti. Yine doğru söylemişti. Ama Güneş o kadar parlaktı ki…
Karanlık odada oyuncaklara ve bala kanmayan bir kısım insanların elinde “el fenerleri” vardı. Bu fenerler güneş enerjisiyle şarj olan pillerle çalışıyordu. Bu fenerleri yan odalardaki dedelerinden mîras almışlardı. Ne kadar güzel olursa olsun, bu fenerler odadaki zifirî karanlığı dağıtamıyordu. Belirli ölçüde kendilerini aydınlatabiliyorlardı. Ancak yeterli olmuyordu. Çünkü çoğu çok eskiydi. Güneşle doğrudan bağlantıları kalmadığından ve yandaki odalarda çok kullanıldığından pilleri zayıflamıştı. Üstüne üstlük odadaki diğer uyuşuk insanlar bu fenerleri silâh gibi korkunç algılıyorlardı. Dolayısıyla kullanmak da zorlaşıyordu. Oysa Güneş o kadar parlaktı ki…
Işığın güzelliğini duyan bazı aşırı heyecanlı insanlar ise “duvarları yıkmak” istemişlerdi. Ne ki duvarları yükseltenleri karşılarında buldular. Bir mücadele başladı. Bir taraf yıkmak istedikçe karşı taraf duvarları sağlamlaştırdı. En kötüsü karanlık bir odada kimin kime vurduğu belli olmuyordu. Masum çocuklar, anneler, yaşlılar zarar gördü. Sonuçta herkes kaybetti, yarasalar ise bıyık altından sırıtıyorlardı. Zaten bal ve oyuncaklara kanan insanları uyandırmak böyle bir yöntemle mümkün değildi. Çünkü onlar ışığın ve Güneş’in güzelliğini unutmuşlardı. Bu yöntem onları korkutmaktan başka pek bir işe yaramadı. Halbuki insanlar ışıktan korkmamalıydı. Çünkü, Güneş o kadar parlaktı ki…
Şimdi düşünüyordu. Daha kısa ve kestirme bir yol bulunmalıydı. Öyle kısa ki odaları geçmeye veya başka yerlere gitmeye gerek kalmamalıydı. İnsanlara bulunduğu yerden Güneş’i göstermeli ve ışık sunmalıydı. Aynı zamanda doğrudan Güneş’le bağlı olmalıydı. Böylece her an insanlara ışık verebilmeli ve hiçbir vakit gücü bitmemeliydi. Tüm bunları yaparken aynı zamanda hiçbir şeyi yıkmamalı, kimseyi korkutmamalıydı. Masumlara zarar vermeyecek bir yöntem olmalıydı. Sadece kendisini aydınlatmakla kalmamalı, aynı zamanda etrafındaki insanları hatta olayları ve nesneleri de aydınlatmalıydı. Böylece insanlar düzensizliği, kirliliği görüp bir şeylerin farkına varabilirlerdi. Çok ince şeyleri de göstermeliydi. Yani balın zehrini de, akıbeti de çok net gösterebilmeliydi. Aslında Güneş’in o güzelim ışıklarında bu kabiliyet vardı. Gerçekten Güneş o kadar parlaktı ki…
Ama nasıl yapabilirdi bunların hepsini bir anda. Ne kadar zor bir sorunla karşı karşıyaydı! Sahi nasıl yansıtabilirdi insanlara Güneş’in güzelliğini? İşte tam da bu kelimede durakladı düşünceleri: Yansıtmak. “Ayna!” dedi kendi kendine. “Ayna” dedi tekrar. Üçüncüde “Ayna” diye bağırdı! Sevinmekte haksız değildi. Çünkü böylesine zor ve karmaşık problemlerin hepsini çözüyordu Ayna. İnsanların başka yerlere gitmesine gerek kalmayacaktı. Sadece Aynayı Işık’a tutacaklardı. Güneş’le doğrudan bağlı olduğu için hiç bitmeyecekti. Pil sorunu yoktu. Her an istendiğinde Güneş’e tutulabilirdi. Zaman sorunu yoktu. Duvarları yıkmaya, hatta delik açmaya da gerek yoktu. Kimse Aynalardan korkmayacaktı. Belki yarasalar hariç. İçinden ‘Ama onlar da hak ediyorlar’ diye geçirdi. Ayna sahibi kendisinin haricinde etrafındakileri de aydınlatabilirdi. Sadece onlara çevirecekti aynanın yüzünü o kadar. Böylece her şey aydınlanacaktı. Ayrıca Aynayı kullananların sayısı arttıkça Aynalardan yansımalar birbirine kuvvet verecekti. Böyle bir “Ayna Birliği” ortalığı gündüz kadar aydınlatabilirdi. Zaten Güneş o kadar parlaktı ki…
Ve öyle de yaptı. İlk önce hemen bir Ayna aramaya koyuldu. “Güneş’in Sahibine” seslendi. Güneş’in Sahibi O kadar güzel bir Ayna göndermişti ki. Önce kendisine tuttu Aynayı. Bir daha tuttu, bir daha… Aynayı o kadar sevdi ki, o kadar benimsedi ki. Yüzünde aydınlık belirdi bir anda. Ondan sonra, her vakit Aynaları kendine tuttu. İnsanlara anlattı, insanlara verdi, insanlar kendilerine tuttu… Şimdi hâlâ Aynayı kendine tutuyor, insanlara veriyor. Meğer Güneş o kadar parlakmış ki!..
AÇIKLAYICI NOT:
Risâle-i Nurlar, Kur’ân Güneşini modern zamanların karanlık “odalarında ışıksız” kalan insanlara yansıtan “Aynalar”dır.
|
Ahmet Tahir UÇKUN
12.11.2006
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Münzir
Allah (c.c.), Münzir’dir, Nezîr’dir. Yani Cenâb-ı Hak kullarını uyarır, azabına karşı korkutur, kullarına zarar ve fayda verecek unsurları önceden bildirir. Cenâb-ı Hak her kavme peygamber göndermiş ve peygamberler aracılığıyla kötülüklere karşı insanları îkaz etmiştir. Bütün peygamberler, vahiyler ve İlâhî kitaplar şerlere, kötülüklere ve Cehennem azabına karşı birer îkazcı ve uyarıcıdırlar. Nezîr ismini Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Cevşenü’l-Kebîr’de zikretmiş,1 bu ismin if’âl babından ism-i fâili olan Münzir ismi de Kur’ân’da yer almıştır.
İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:
“Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak biz Münzir’iz (uyarıcıyız)”2
“O göktekinin başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz!”3
“Benim azâbım ve uyarılarım nasılmış? Kur’ân’ı öğüt alırlar diye kolaylaştırdık! Öğüt alan yok mudur?”4
“Âd da yalanladı! Benim azâbım ve uyarılarım nasılmış (görecek)!”5
“Onlar Lût’un konukları olan melekleri elde etmeye çalıştılar. Bunun üzerine gözlerini kör ettik. ‘Azâbımı ve uyarılarımı dinlememenin sonucunu tadın!’ dedik. Sabah erkenden, önü alınmaz bir azap başlarına geldi. ‘Azâbımı ve uyarılarımı dinlememenin sonucunu tadın!’ dedik. Kur’ân’ı zikir olduğu için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur? And olsun ki Fir’avun kavmine de uyarıcılar geldi!”6
Ebediyet için yaratılan insanın hakîkî lezzetlerinin, ancak mârifetullah, muhabetullah ve ilim gibi ebedî hakîkatler olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, Cenâb-ı Hakkın kullarına peygamberlik müessesesi vasıtasıyla ibâdeti teklif ettiğini kaydeder.7
Bedîüzzaman’a göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Allah’ın emirlerini tebliğe memur olduğu gibi, mü’minlere vaat buyurulan Allah’ın rızâsı, lütfu, kurbiyeti, yakınlığı ve ebedî saadeti gibi müjdeleri de tebliğe memurdur. Allah Resûlü (a.s.m.) aynı zamanda insanları kötülüklere karşı uyarmaya, inzâra, tahvife ve Allah’ın azabından korkutmaya da memurdur.8
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, celâlî ve cemâlî isimlerin irşât âlemindeki tasarrufu çerçevesinde, teşvik ve sakındırma ile irşât; müjdeleme, uyarma ve korkutma ile de tebliğ yapılmış olur. Bu isimler vicdana tecellî edince ise Allah’tan ümit etme ve korku duyma meydana gelir. Bediüzzaman devamla şöyle der: “İrşadın iktizâsındandır ki, havf ile recâ arasındaki muvâzene devamla muhafaza edilsin, recâ ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin; ne Allah’ın rahmetinden me’yûs, ne de azâbından emîn olunsun.”9
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mecmuâtü’l-Ahzab, 2:250; 2- Duhan Sûresi: 3; 3- Mülk Sûresi: 17; 4- Kamer Sûresi: 17; 5- Kamer Sûresi: 16, 18, 21, 30; 6- Kamer Sûresi: 37-41; 7- İşârâtü’l-İ’câz, s. 197; 8- A.g.e., s. 197; 9- A.g.e., s. 66
|
12.11.2006
|
|
Nur'un dilinle Risale-i Nur
İlk yirmi beş Söz
“Birinci Söz’den tâ Yirmi Beşinci Söz’e kadar olan muvazeneler ve mizanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve başları olan âyetler, iki kere iki dört eder derecesinde, medeniyete karşı Kur'ân'ın i'câzını ve galebesini ispat eder.” (Sözler, s. 372)
***
“Nasıl, medeniyet-i hâzıra, Kur'ân'ın hayat-ı içtimâiye-i beşere âit olan düsturlarına karşı mağlûp olup Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsine karşı hakikat noktasında iflâs eder; öyle de, medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beşeriyeyi hikmet-i Kur'ân'la, yirmi beş adet Sözlerde, mîzanlarla iki hikmetin muvâzenesinde, hikmet-i felsefiye âcize ve hikmet-i Kur'âniyenin mu'cize olduğu katiyetle ispat edilmiştir.” (Sözler, s. 374)
|
Fatma ÖZER
12.11.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur'ân
BURÛC:
1. Ey burçlarla donatılmış göklerin, geleceği bildirilmiş Kıyâmet gününün, şâhitlik edecek Peygamberin ve şâhitlik edeceği ümmetinin Rabbi! (1-3)
2. Ey zâlimleri yakalaması pek şiddetli olan, mahlûkatı ilk olarak yaratan, ölümlerinden sonra tekrar hayata geri döndüren, çok bağışlayan, pek seven, şerefli, Arşın sahibi ve murat ettiği şeyleri mutlaka yapan! (12-16)
|
12.11.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden
‘.. Senelerce dünya hapsinde kalmaya razıyım’
Bediüzzaman Said Nursî'nin bu asırda nâdir bir İslâm dâhîsi ve herbir cihette eşsiz bir şahsiyet olduğuna, bu millet senelerden beri o kadar inanmış ki, hakikî olan bu kanaati hiçbir propaganda çürütemiyor ve çürütemez. Büyük bir üstadın eserlerinden müstefid olmayı lütuf buyuran Cenâb-ı Hakka hamd ve senâlar ederim. İman, İslâmiyet dersi alarak büyük faydalara nâiliyetime sebep olan bir üstada, bütün ruh u canımla medyunum. Senelerden beri sıkıntılar içerisinde eser yazarak gençliğimizi komünizm yemi olmakla ebedî haps-i münferitliğe mahkûm edilmekten kurtaran bir müstakîm üstad için senelerce dünya hapsinde kalmaya hazırım.
|
12.11.2006
|
|
Nurdan Bir Kelime
Hubb-u nefis*
İltizam-ı hilâf ve taassub-u bârid ve meylü't-tefevvuk ve hiss-i taraftarlık ve vehmini bir asla ircâ ile kendine özür göstermek, arzusuna muvafık olan zayıf şeyleri kavî görmek ve gayrın tenkîsiyle kendi kemalini göstermek ve gayrı tekzip veya tadlil etmekle kendi sıdk ve istikametini ilân etmek gibi sefil ve süflî emirlerin menşei olan hubb-u nefisle böyle makamlarda mugalâta ederek çok bahaneler bulabilir.
Muhâkemât, 11. Mukaddeme, s. 52
* hubb-u nefis: Kendine düşkünlük, nefsi sevmek.
iltizam-ı hilâf: Aykırı olana, ters olana taraftarlık.
taassub-u bârid: Soğuk taassub.
meylü't-tefevvuk: Üstün gelme arzusu.
ircâ: Dayandırma, döndürme, geri çevirme.
kavî: Kuvvetli.
tenkîs: Eksiltme, noksanlaştırma.
|
12.11.2006
|
|
|
|