Ölülerimizi hayırla yâd etmek, güzel âdetlerimizdendir. İnsanların öldükten sonra iyiliklerini söylemek, hayırlı işlerini anlatmak, müsbet yönlerini hatırlayıp nazara vermek, güzeldir, dinimizin emir ve tavsiyeleri de bu yöndedir.
Buradan hareketle insanımız, ölen bir insanın hep iyi taraflarını, övgüye değer yanlarını hatırlar, sohbetler onları dile getirir, bu vesile ile arkasından duâlar ve güzel temennilerde bulunurlar. Ama bunları yaparken, abartılı medihlerden, yapmacık mübalâğâlı övgülerden uzak dururlar. Yani ahirete göçmüş merhuma, aşırı sevgi gösterileriyle ölçüsüz yakıştırma ve medihleri yapmaktan sakınırlar. Çünkü ölçüsüz övmeler, kantarı kaçmış dengesiz methiyelerde bulunmak, ne ölüye, ne de ölünün yakınlarına hiçbir fayda vermez.
Hakikat-i hâl böyle olduğu halde bizim ülkemizde, bilhassa belli bir makama, önemli ve yüksek bir unvana sahip olan insanlar öldükten sonra, bazı çevreler dengesiz övgü yarışlarına girerler. Öyle sıradan insanların ölümü için, böyle bir durum söz konusu değil elbette. Bunlar ne kadar övgülere değer, ne derece hayırlı, iyilik sever, faziletli insanlar da olsalar, o malûm çevreler nezdinde hiçbir kıymet ifade etmez çoğu zaman.
Bu şakşakçı çevreler nezdinde kabul görmek, onların iltifatlarına mazhar olmak için dünyevî bazı rütbelere, makam ve mevkilere sahip olmak lâzım. Hatta çoğu zaman böyle olmak da yetmez, onların dünyalık görüş ve düşüncelerini paylaşmamız lâzım. Onların ideolojilerini benimsememiz gerekir.
Şimdi kendilerine yakın veya kendilerinden saydıkları Bülent Ecevit’in vefatının ardından malum çevrelerin ekranlardan ve gazete sayfalarından söylediklerini ibretle seyrediyoruz ve dinliyoruz.
Kimilerine göre “müstesna bir devlet adamı”, kimine göre “kibar ve dürüst siyaset adamı”, bazılarına göre “gözü kara, saçı kara karaoğlan”, bazılarına göre “gazeteci, şair ve ozan”...
Yarım asra yakın siyasî hayatı olan, Türk siyaset hayatında bir çok icraatta imzası bulunan bu zatın hiçbir kusurunu, hatasını söyleyene rastlamadık ölümünden sonra.
Sağlığında onu yerden yere vuranlar, ömür boyu onunla cedelleşenler, onu habire tenkit edenler dahi şimdi onun eşi bulunmayan özelliklerini, güzelliklerini saymakla bitiremiyorlar. Nerede ise arkasından ağıt yakıyorlar.
Bir insanı sağlığında da öldükten sonra da değerlendirirken ölçülü, dengeli ve insaflı olmak gerekir. Objektif ve tarafsız olmak lâzım. Böyle yapmayıp, ifrat ve tefritlere saparak, kişiyi kendisinde bulunmayan bazı kabiliyet ve özelliklerle göklere çıkarmak; ya da iyiliklerini, faziletlerini görmezden gelerek, onu inandırıcı olmayan tenkitlerle lekelemek insaflı ve dürüstçe bir hareket olamaz herhalde.
Buradan hareketle bizim anlayış ve prensiplerimize göre, ölen kişinin sırf kendisine ait, kendisini ilgilendiren gizli kusur ve hatalarını açıklamak ve bu şekilde aleyhinde konuşmak doğru değildir. Lâkin o kişinin ülkemizi ve milletimizi alâkadar eden hatalarını, kusurlarını söylemekte bir sakınca yoktur.
Bunun için diyoruz ki, ömrünün çoğunu Türk siyaset hayatının önemli kademelerinde geçiren Ecevit’in elbette kayde değer, faydalı icraatları oldu. Bunları elbette takdir ediyoruz. Lâkin Ecevit’in bir de ülkemizin ve milletimizin yararına olmayan, zararına olan faaliyetleri ve icraatları var ki bunların hepsini burada saymak mümkün değil, bir bakıma gereği de yok.
Sözgelimi yetmişli yıllardaki kaoslarda, kamplaşmalarda ve gençlerin yaptıkları kavgalarda Ecevit’in ve onun oluşturduğu siyasî kadronun payını hepimiz biliyoruz. Yine onun hükümet dönemlerinde kendisinden olmayan memur ve bürokratlara yönelik, kanunsuz sürgün furyalarını da, o günleri yaşayan herkes biliyor. Bilhassa o Millî Eğitim Bakanlığı’na getirdiği Mustafa Üstündağ, Necdet Uğur, Metin Bostancıoğlu gibi tamamen ideolojik insanların eliyle yaptığı keyfî ve kanunsuz uygulamaların, yine Ecevit’in bildik mârifetleri olduğunu her insan biliyor. Ecevit’in 27 Mayıs ve 28 Şubat gibi tepeden inmeci dikta uygulamalarına destek vermesi de, onun nasıl bir demokrat yapıya sahip olduğunun iyi bir göstergesi olsa gerek.
12.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|