Son dönemde cemaat ve tarikatları hedef alan yıpratma kampanyalarında, “içeriden” bazı isimler de kullanılarak, camiada temayüz etmiş, önde gelen simaların hata ve kusurlarını teşhir taktiğine ağırlık veriliyor.
İsmail Ağa cemaati ve Cübbeli Ahmet Hocayla ilgili yayınlarda bunun düşündürücü ve ibretli örneklerini hep birlikte takip ettik.
Bu taktiğin cemaatlerde meydana getirebileceği tahribatı önleyecek en kuvvetli ölçü ve prensibi ise, “Zaman cemaat zamanıdır, bâki bir hakikat fâni şahıslar üzerine bina edilemez” sözleriyle Bediüzzaman gösteriyor.
Zaten onun geliştirdiği hizmet modelinin en orijinal ve dikkat çekici özelliklerinden biri de bu. Şahıs yerine kitabı, indî görüşler yerine ölçü ve prensipleri ikame etmesi; “sadır”dan, yani şahsî kanaatlerden üretilen âfâkî fikir beyanlarını değil, kitaptaki “satır”ı referans gösteren ve istişare ile olgunlaştırılan muhakeme neticelerini muteber ve geçerli sayması.
Risale-i Nur’da, okuyucularını böyle bir düşünce ve muhakeme disiplinine sahip kılmayı öngören yol gösterici izahlar pek çok.
Bediüzzaman evvelâ, eserlerin müellifi ve talebelerinin üstadı olarak şu dersi veriyor:
“Üstadınız lâyuhtî değil; onu hatâsız zannetmek hatâdır. Biliniz kardeşlerim ve ders arkadaşlarım; hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma dahi vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için, başka hatırlara bakılmaz.” (Tarihçe, s. 186)
Bu dersin mesajını çok iyi anlamak lâzım.
Bunlar, Üstadda ve Risale-i Nur’da hatâ aramamız için söylenmiyor; hizmetin akışı içinde her hal ve şartta “tahkik mesleği”nin hakkını vermemiz gereğine dikkat çekiliyor.
Aynı bağlamda şu sözler de çok önemli:
“Çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsnüzan edip, tamamını kabul etmeyiniz. (...) Her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. (...) Mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” (Münâzarat, s. 31)
Bu sözlerini şu prensiple bağlıyor Üstad:
“Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlîdir (yüksek), hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir.”
Bu prensipler üzerine bina edilen ve herşeyi, hakkını verdiği istişare süreçlerinde bilhassa bu ölçüye göre değerlendirerek manevî hizmetlerini sürdüren ihlâslı ve müstakim bir şahs-ı manevîye, temayüz etmiş ve önde gelen bazı müntesiplerini “ihanet darbeleriyle çürütme” taktiği kolay kolay işlemez.
Çağımızın Kur’ân’a dayalı en güçlü sosyal hareketi olan Nurculuğun, karşıtlarınca en önemli ve öncelikli hedef olarak görülmesinden kaynaklanan en ağır taarruzlara maruz kalmasına rağmen sarsılmadan, aksine daha da kuvvetlenerek yola devam etmesinin sırrı burada. Şahıs yok; hakkın hatırını herşeyin üstünde tutan şahs-ı manevî ve cemaat var.
Allah, hakkı hak olarak bilip ona ittiba ile rızıklandırılan bu şahs-ı manevîden ayırmasın.
12.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|