AB sürecinde kritik bir aşamanın daha eşiğindeyiz. Bu yıla dair ilerleme raporu 8 Kasım’da açıklanacak. Ve ondan sonraki süreci, bu raporun yankıları tayin edecek.
Aslında bu rapor iki hafta önce açıklanacaktı. Ama AB, geçen ayın başlarında, iki haftalık bir erteleme kararı aldığını duyurdu.
Gerekçe ilginçti: Hükümete, 9. reform paketini tümüyle Meclisten geçirmesi ve bu arada iyice kronikleşen 301 sorununa çözüm bulması için biraz daha vakit kazandırmak.
Böylece, bunların da gerçekleşmesi ve olumlu gelişmeler olarak ilerleme raporuna yansıması hesaplanıyordu. Ancak görünen o ki, bu hesap tutmadı. Ankara, kendisine verilen bu ilâve müddeti de boşa harcadı.
9. paket tamamlanamadı; dahası pakette yer alan ve askerî harcamalara Sayıştay denetimini öngören düzenleme “Acelesi yok” denilerek askıya alındı. 301 için de herhangi bir adım atılmadı.
Bu noktalardaki tıkanıklığın getireceği sıkıntıları doğrudan görme konumundaki Babacan ve Gül gibi kabine üyelerinin durumu değiştirme yönündeki çabaları ise, Çiçek’in başını çektiği ve Erdoğan’ın da destek verdiği statükocu tavrı aşamadı.
Gelinen noktada hükümetin havası bir kez daha AB’ye rest çekme ve Erdoğan’ın ağzından “Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar, yolumuza öyle devam ederiz” söylemleriyle meydan okuma yönünde oluştu.
Başbakanın son çıkışında bu bilinen söylemine, “Maastricht kriterlerini İstanbul kriterleri yapar, yola öyle devam ederiz” şeklinde bir “yenilik” getirmiş olduğu da dikkat çekti.
Bilindiği üzere, Kopenhag kriterleri siyasetle, Maastricht kriterleri de ekonomiyle ilgili.
Ve buradaki sorun, farzımuhal AB ile ipleri tamamen kopardığı takdirde, Türkiye’nin Kopenhag ve Maastricht kriterlerini Ankara ve İstanbul kriterleri yaparak yola devam edip edemeyeceği. Ankara kriterleri yerine Mamak, İstanbul kriterleri yerine kartel kriterlerinin girdabına kapılma riski çok yüksek.
Özellikle demokratikleşmeyi öngören siyasî kriterlerde Brüksel’in yakın markaj ve sıkı takibine rağmen ne zorluklar yaşandığı dikkate alınırsa, AB faktörü devreden çıkıp yine kendi kendimizle başbaşa kalırsak ne vaziyete geleceğimizi tasavvur edebiliyor muyuz?
Demokratikleşme iradesi zayıflamış ve statükoya boyun eğmiş bir hükümet, bu tavrıyla mı AB kriterlerini, isimlerini değiştirerek uygulamaya devam edecek? Mümkün mü?
Nitekim, Brüksel’den “3 Ekim 2005’te müzakerelere başlama” sözünü aldığı 17 Aralık 2004’ten sonra AB sürecini neredeyse tamamen boşlayınca, zaten başından beri tam olarak eline alamadığı demokratik inisiyatifi sür’atle kaybeden ve askerin önüne koyduğu gizli anayasaya “evet” demek suretiyle de bugünkü tabloya gelişin kapısını ardına kadar açan da yine bu hükümet değil miydi?
AB içindeki Türkiye karşıtlarının peş peşe gelen son atak ve provokasyonları ayrı konu.
Ne yazık ki, AKP iktidarının tavrı, hem onların, hem de Ankara’daki AB ve demokratikleşme karşıtlarının ekmeğine yağ sürüyor.
02.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|